Ziya Paşa’nın gerek Emile gibi bir öğrenciye ve gerekse Rousseau gibi bir öğreticiye sahip olamayışımıza eseflenerek çevirdiği kitap hakkında 1890 larda zamanın parlak hocalarından Selim Sabit Efendi ise ‘Eğer sansür izin verecek olursa Türk öğretmenlerinin zihninde büyük bir uyanıklık gerçekleşecektir’ diyordu.
Yıl
1870… Paşaların
Paşası Ziya Paşa Cenevre’de… Kaldığı
otelin geniş penceresinden Avrupa insanını izleyen paşa bir yandan da
Rousseau’nun ‘Emile’ ini Türkçeye çeviriyor.
Baktığı
pencerenin genişliğinde ne kadarını görebildiğini bilemediğimiz Cenevre
sokaklarında günün modası halindeki ‘Emile’in Paris Parlamentosu'nun kararıyla
Cenevre’den de sınır dışı edilişinin 108 yılı kutlanıyor…
1761 de
yayınlanan ‘Yeni Heloise’ in uyandırdığı etkinin ardından 1762 de peşpeşe
yayınlanan ‘Toplum Sözleşmesi’ ve ‘Emile’ in etkisiyle 108 yıl önce Rousseau’ya
dar edilen Cenevre de bir Osmanlı Paşası'nın hem Rousseau’ya hem de Emile’e karşı
duyduğu bu ilgi ne kadar düşündürücüdür…
Cenevre’den
dönüşünden hemen sonra bir kısmını ‘Mecmua-i Ebuzziya’nın muhtelif sayılarında
yayınlayan Paşa, Emile için şöyle söylüyor…
‘Bütün
Avrupa dillerine çevrilen bu kitap, burada eğitim sistemini büsbütün
değiştirmiş, 80-100 yıldan bu yana Avrupa ilerlemesine temel olmuş ve hâlâ Türkçeye
çevrilmemiştir.’
Ziya
Paşa’nın gerek Emile gibi bir öğrenciye ve gerekse Rousseau gibi bir öğreticiye
sahip olamayışımıza eseflenerek çevirdiği kitap hakkında 1890 larda zamanın
parlak hocalarından Selim Sabit Efendi ise ‘Eğer sansür izin verecek olursa
Türk öğretmenlerinin zihninde büyük bir uyanıklık gerçekleşecektir’ diyordu.
1900’lerin ünlü hocalarından İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ise adeta Emile’i okuyarak
zihni uyanıklığa ulaşmış bir Türk öğretmeni gibi üstüne bas basa ‘Rosuseau’nun
Emile’iyle Vefa İdadisindeyken tanıştığını ve hayatında büyük bir ruh devrimine
yol açan bu büyük eseri tam 51 kere okuduğunu.’ söyleyecekti…
Ve
II. Meşrutiyet… Saltanat’ın elinden koparılan özgürlük parçası üzerinde Milaslı
Avukat Gad Franjo ‘J.J.Rousseau’nun Terbiye Nazariyeleri’ adlı bir telif eser
yayınlıyor ve onu 1931 de Ali Rıza Ülgener’in dört bölümlük eksik çevirisiyle,
kitabın Türkçe baskısını Muallimler Birliğine tavsiye eden İhsan Sungu’nun
önderliğinde 1943 yılında yayınlanan Ali Rıza Ülgener, Hilmi Ziya Ülken ve
Selahattin Güzey tarafından yapılan çeviri ile yakın zamanda Babil Yayınlarınca
yayınlanan Mehmet Baştürk ve Yavuz Kızılçim çevirisi izliyor.
50’li
yıllara gelindiğinde zaman sanki de Selim Sabit Efendi’nin arzusunu
gerçekleştirircesine ilerleyerek 1890 da ‘zihni uyanıklık’ içerisine girmesi
arzu edilen ‘ruh devrimine’ uğramış sayısız Türk öğretmenini çıkarıyor ortaya…
Velhasıl
bir kitap deyip geçmemek gerekiyor Rousseau’nun Emile’i için, zira bütün
Avrupa da olduğu gibi ülkemizde de öyle bir Emile modası meydana geliyor ki;
bazı zamanlar genel anlamda eğitim bir yana Türk Eğitim sisteminin problemleri
konuşulurken bile İhsan Sungu Hoca’nın deyimiyle ‘İster eğitimin geçirdiği
gelişim safhalarının doğrudan doğruya kaynaklarından okunması ve isterse Türk
eğitim sistemindeki problemlerin anlaşılabilmesi için bile her şeyden önce
bugün ki anlamıyla okul’un ve eğitim’in temellerinin dahi Emile’ ile
atıldığının bilinmesi gerekiyordu…
EMRULLAH
EFENDİ’NİN TÛBA AĞACI…
SATI
BEY’İN PSİKOLOJİZM’İ…
ZİYA
GÖKALP’İN ‘ŞAHSİYET’İ…
Rousseau’dan
aldığı ilhamla çevirisini bitiren Ziya Paşa eğitim meselelerimiz üzerinde
düşünürken Rousseau gibi bir ustanın yokluğundan yakınadursun Cumhuriyet dönemi
bir yana Cumhuriyet öncesi dönemde de Osmanlı Aydınları arasında eğitim konusu
oldukça geniş bir alan üzerinde ele alınıyor, Emrullah Efendi’den Satı Bey’e,
Ziya Gökalp’tan M.Sabahattin-Prens Sabahattin Bey’e, Ethem Nejat’tan Feridun
Vecdi Bey’e kadar birçok Osmanlı Aydını eğitim konusunda Rousseau’dan hiç de
aşağı sayılamayacak fikirler serdediyorlardı…
Daha çok
eskimeye yüz tutmuş Osmanlı Devlet yapısı ile birlikte ele alınarak
geliştirilen bu fikirler genel olarak bir eleştiri üzerinde şekilleniyor,
Osmanlı Aydınlarının Avrupa ile kurmuş oldukları temaslar neticesinde dile
getirilen bir geri kalmışlık peşin peşin kabul edilerek, öncelikle bir yanda
mektep bir yanda medrese şeklinde iki ayrı sistem dahilinde yürütülen klasik
Osmanlı Eğitim Sistemi'nin değişmesi gerektiği üzerinde duruluyordu.
Dönemin
aydınlarına göre medrese vakfiyeleri ile vakıf kurucularının şu yada bu şekilde
bir serbesti içerisinde olmalarına rağmen geleneksel anlamda medrese sitemine
göre yürütülen bir eğitim söz konusuydu ve eğitime dair bütün ortak değerler
zümresi de şu yada bu şekilde yukarıdaki belirleyiciler tarafından
düzenlenmekteydi ki, asıl sorunda buradan kaynaklanmaktaydı…
İslam’ın
dini hükümlerine ve klasik Selçuklu-Osmanlı geleneğine göre yürütülen bu
eğitimin en başta gelen problemi ise yeni bir gaye oluşturacak biçimde
düzenlenmesine bağlıydı.
Eğitim
üzerine ortalama bir eğitimciden çok bir devlet adamı ve hatta Osmanlı’nın
maarif nazırı olarak düşünen Emrullah Efendi’ye göre ise, asıl mesele eskimiş
olduğu iddia edilen bir sistemi eleştirmek ya da savunmaktan çok giderek
kaybolmaya yüz tutmuş Osmanlı birliğini tesis etmek üzere nasıl bir eğitim
verilmesi hususunda düşünmekle sınırlıydı…
Emrullah
Efendi’ye göre eğitimin yegane amacı insandaki maddi ve manevi güçleri olgunluk
derecesine çıkarmak olmalıydı ve insanın en tabii hürriyetlerini daha en
başından öğrenebilmesi için de ister mektep de isterse medrese de olsun
yürütülen bu eğitimin insan fıtratı ve hürriyet düşüncesi üzerinde şekillenmesi
gerekiyordu.
‘İlim
yukarıdan başlar’ diyordu Emrullah Efendi. ‘Fakat ben bu nazariyeyi söylediğim
vakit mekatib-i ibtidaiyye ye ehemmeiyet vermeyeceğim manasında söylemedim. En
ziyade oraya ehemmiyet vereceğim. Mekatib-i İbtidaiyye içindir ki ben eğitime
yukarıdan başlıyorum…Evet şecere-i marifet şecere-i tûba gibidir, onun kökü
yukarıdadır. Bugün tarih tedkik olunsun, bütün fünun meydana konsun; acaba
ilm-i beşer nasıl terakki etmiştir?’
O’na
göre eğitimin gelişim seyri öğretmenden öğrenciye, hayattan üniversiteye,
üniversiteden liseye, yukarıdan aşağıya doğru seyretmelidir. Öğretmenin eylemi
oldukça önemliydi Emrullah Efendi için, bir ülkedeki eğitimin en öncelikli
amacı öğretmen yetiştirmede kendisini gösterir diye düşünüyor ve bu anlamda
yüksek öğrenimde yatılılık politikasına tümden karşı çıkarak, yatılılık yerine
bugünki öğrenci yurtlarının ilk uygulaması olan ‘Darü’t Tüllab’ ı öneriyor fakat
öğretmen eğitimi hususunda yatılılığın devamını savunuyordu.
Türk
Eğitim Sistemi'nde sonradan uygulanan birçok projede görüşlerinden izler bulunan
Emrullah Efendi’nin öğretmenliği bir meslek olmaktan öte bir sınıf; bütün toplumu
ve bilhassa köylü nüfusu aydınlatacak bir sınıf olarak tanımlamış olması ile Mekatib-i İbtidaiyye-ilköğretim’de parasız mecburi eğitim sistemini tıpkı ‘Suç
işleyen insan nasıl zorla hapsediliyorsa, aynı anlamda zorla ilköğretime de
alınmalıdır.’ diyerek savunması hayli ilginç ve düşündürücüdür…
Nitekim
Rousseau’nun Emile’i karşısında Emrullah Efendi’nin Tûba Ağacı nazariyesi
birçok anlamda alternatif bir eğitim metodundan izler taşıyor, ilköğretime ve
öğretmene yönelik uygulamalarıyla da üzerinde fazlaca tartışılmamışta olsa
özgün bir nazariyenin ilk örneğini teşkil ediyordu.
Emrullah
Efendi’nin daha çok bir devlet adamı olarak ele alıp incelediği eğitim konusu
Satı Bey tarafından sadece bir ‘telif işi’ olarak görülüyor, öğretmenlerin
psikolojik ve sosyal hayatın lüzumu gereği psikoloji ve sosyoloji destekli bir
eğitimle iştigal etmeleri gerektiği öne sürüyordu Satı Bey…
Emrullah
Efendi’ye nazaran daha fazla bir Rousseau’cu metodla öne çıkan Satı Bey başka
bir itirazını da Ziya Gökalp’in milli eğitim görüşüne karşı oluşuyla ortaya
koyuyor, tamamen denge ve birleştirme esaslarına dayalı bir görüşle duygu ile
aklı, disiplinle hareketi, samimiyetle ataklığı, ülkücülükle iktisatperverliği
dengeli ve birleştirici bir eksende ele alan daha sakınımlı ve girift bir
eğitim metodunu savunuyordu.
Türk
eğitim tarihinin en büyük eleştirmenleri,nden ve itirazcılarından biri olarak
tarif edebileceğimiz Satı Bey’e göre ‘Öğretmen hastaya ilaç veren doktor
gibidir ve hiçbir zaman ölçüyü kaçırmamalıdır…Eğitim sadece ahlak ve duygu
eğitimi nokta-i nazariyesinde milli olabilir ki, bu da eğitimin amacından
ziyade bir bölümü sayılmalı ve her yönüyle milli bir eğitimden bahsetmek yerine
hem milli hemde lâmilli bölümleri olan bir eğitim için çalışılmalıdır.’
Türk
düşünce hayatında ‘Batıcı’ veya ‘Tanzimatçı’ olarak tarif edilen gurup
içerisinde yer alan Satı Bey ‘Tekamül kanunlarını unutmayalım.’ diyordu ‘Unutmayalım ki, yüksek bir medeniyetle yan yana duran bir cemiyetin terakkisi,
yalnız başına duran bir cemiyetin terakkisinden farklıdır. Bütün meyve ağaçları
ilkin yabani bir haldedir. Şimdi yabani olanı tekemül ettirmeye lüzum yok,
tekamül etmiş olanı almalıyız.’
Bu
‘Telif’e dayalı dengeli yaklaşımını zaman zaman ‘Batı’ lehinde değiştiren Satı
Bey’in bize özel yabani ağacı tekamül ettirmektense, yan yana olduğumuzu öne
sürdüğü yüksek –Batı- medeniyetinin tekamül etmiş yabancı meyveli ağacını
böylesine bir arzu ile istemiş olmasına rağmen bütünüyle taklitçi bir
Batıcılığı öne sürmediğini de eklemek gerekir. Çünkü ona göre yıllardan beri
‘Bir tûba ağacı gibi yönlendirilen eğitim neticesinde kökleri tutturulmadan
etrafa yayılan bir ağaç misali kurutularak içi boşaltılan bir eğitim…’ söz
konusuydu ve ‘…çürük bir tahsil-i ibtidaiyye isnad edecek bir tahsil hiçbir
zaman alileşmeyip, hakiki bir zümre-i münevver için tûba ağacı gibi yetişmekten
çok, tabii ağaçlar gibi yeşeren…’ bir metod gerekmekteydi.
Gerek
Emrullah Efendi’nin ve gerekse satı bey’in kendi tenakuzlarını kendi
bünyelerinde taşıyan görüşleri karşısında Fransız menşeli ‘medeniyetçi’
yaklaşımdan ziyade Alman ve İngiliz Anglosakson ‘kültürcülüğü’ne yakın duran
Ziya Gökalp’in eğitim anlayışı ise Emile Durkheim kaynaklı ‘Sosyolojizm’ le
Rousseau çıkışlı yaygın toplumsal eğitim görüşü üzerinde şekillenerek yeni
başlayan milliyetçilik akımlarının izleğinde modern ve alternatif bir milli
eğitim için ‘Türkçü’ tonları yüksek bir başka metoda dayanıyordu.
Bu anlamdaki
bir eğitim anlayışını ‘Ferdin içtimaileştirilmesi’için en uygun araç olarak
gören Ziya Gökalp’e göre ‘Modern toplumsal gelişim sonucunda ortaya çıkan
zorunlu uzmanlaşma ve işbölümü- taksim-i amal- doğal olarak ferdin
muhtariyetini doğurmuş ve çağın insanını ‘Şahsiyet’ haline getirmiştir…’ ‘Tam
hakikati ancak ve ancak şahsiyetçilerin tamamlanmış gözleri görebilir,
ferdiyetçilerin yarım gözü değil.’ diyen Ziya Gökalp terbiyeyi ise ‘Bir
cemiyette yetişmiş bulunan fertlerin henüz yetişmeye başlayan nesillere o
cemiyete has fikirleri ve duyguları aktarması.’ şeklinde tanımlamış ve ‘Hakiki
fertlerin ancak milli fertler olabileceğini, diğerlerinin sadece dejenere
olduklarını, terbiyenin gayesinin de milli fertler yetiştirmek olması
gerektiğini, milli fertler yetiştirmeye dönük böyle bir çabanın da son tahlilde
millet yapmak demeye geldiğini…’ öne sürmüştür.
Ziya
Gökalp’i Rousseau’yla birleştiren en önemli hususu da bu terbiye noktasında
aramak gerekmektedir. Çünkü çoklarınca medeniyet dışındaki kırlarda verilen bir
eğitim olarak eleştirilen Rousseau tarzının Gökalp’te organize eğitim
karşısında yaygın eğitim seçeneği ile belirginleşen ve sosyal vicdan yada
yaygın amme duygusu için oldukça elverişli metodlar içeren bir yöntem olarak
adlandırıldığı görülür.
Eğitim
meselesine sosyal açıdan yaklaşmayı yeğleyen Gökalp, fertlerin eğitiminde
psikolojik unsurlar yerine sosyolojik unsurların kullanılması gerektiğini öne
sürmüş bu nedenle psikolojizmin temsilcisi Satı Bey’le uzun münakaşalara
girişerek daha sosyolojik bir içeriğe sahip olduğunu düşündüğü Emrullah
Efendi’nin ‘Tûba Ağacı’ nazariyesini kendi görüşüne daha yakın bulmuştur.
Kendisi,
ferdiyetçiliğe karşı toplumculuğu savunuyor gözükse de, eğitim de Ziya
Gökalp’in amacı şahsiyeti milli kültürle yoğrulmuş fertler yetiştirmektir. O
Ferdiyetçiliği ikiye ayırır; Aşağı ferdiyetçilik (Fertçilik) ki, bunlar menfi
şahsiyet peşindedirler. Oysa Yukarı ferdiyetçilik (Şahsiyetçilik) ki; Gökalp
Almanya ve İngiltere de hakim olan bu yüksek ferdiyetçilik’ten yanadır…
Şahin Torun, 14.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Şahin Torun Yazıları
Not: İki bölüm halinde hazırlanan ve 'J. J. Rousseau'nun 'Emile'i ya da Çocuk Eğitimi Üzerine ' başlıklı ilk bölümle başlayan bu inceleme tam metin olarak ''Türk Edebiyatı'' dergisinin ''Temmuz 2007'' sayısında yayınlanmıştır...