14 Kasım 2015 Cumartesi

SA2039/KY26-CA28: Halkın Muaşereti

"Türkiye kutuplaşmaya karşı dirençli olması gerektiğinin farkında olan bir ülke, ancak buna siyasiler her zaman riayet etmese de halk biliyor ve gereğini yerine getiriyor. Bir arada yaşamak için büyük bedeller ödemiş bir halk, birlikte yaşamak için ihtiyaç duyduğu sınırlarda bir muaşeret geliştiriyor ve böyle bir muaşeret bir çırpıda gerçekleşmiyor."


Aylardır yaşadığımız seçim iklimi, giderek iki blok haline gelen taraflara özgü sorgu ve iddiaların yer yer en uç noktalarına kadar taşınmasına sebep oldu. Gerginlik sokaklardan çok medyada tırmanmış görünüyor, sosyal medya ise zaten zamanımızın maskeli dövüşçülerden geçilmeyen “arka sokaklar”ı. 

Siyasi platformda mevcut toplumsal yarıklar adım adım derinleştirildiği halde, halk sorumlu bir tutumu, ağırbaşlılık halini koruyor. Halk bir arada yaşamanın inceliklerine özen göstermeyi ihmal etmeyecek kadar tecrübeli ve gerçekçi, bütün karşıtlık sebepleri didiklenerek üzerine boca edildiği halde galeyana gelmiyor ve insan ilişkilerinde muaşeretine sahip çıkıyor.

Medyada ve siyasal platformlarda ise herkes kendi mazlumiyet tarihinin penceresinden konuşuyor. Sürekli haklı, sürekli mazlum olamazsın. Kaldı ki kendi mazlumiyet tecrübelerimiz, yeni ve farklı mazlumiyetleri kavrama sebebi olabilmeli. Bir taraf üzülürken diğerinin neşelenmesi karşısındaki kötü duyguyu teselli eden tek şey adalet olabilir. Adil olmak başlı başına bir amaç ve gücü sağlayan asli tutum, güven sebebi, bunu hep yazıyorum: Var gücüyle çalışan ve adil olanı tanıyor halk, kıymetini biliyor.

Geçen Pazar günü Ankara’da, Kurtuba Kitabevi’nde gerçekleşen “Roman, Fıkıh, Futbol ve Komplo” başlıklı söyleşimde de buna değindim: Siyasal karşıtlığı son noktasına kadar götürmenin kelimesi herhalde yas körlüğü. Kim bunun yeni bir olgu olduğunu söyleyebilir? Bizim “ulusal” bir asr-ı saadetimiz yok. Siyasal gerekçelerle gerçekleşen ölümleri olağan karşılamanın kuruttuğu yer aslında kalbimiz. Yıllarca kimileri Sivas dedi, kimileri Başbağlar’ı hatırlattı, Yasin’in acısı Berkin’in hesabıyla soruldu veya tersi oldu. Temel problemleri konuşulmaz kılan taraftarlık, kutuplaşma, sadece kendi imanımızla ilgili gelişme çizgimizi ihlale zorlamıyor, bize ilham veren kaynakları da paranteze alma gibi bir etki uyandırıyor. 

İranlı sanatçı Faramerz Aslan’ın “Duvar” şarkısının sözlerini çağrıştırıyor bloklaşma halinin sebep olduğu sağırlaşma: “Nice zamandır aramızda bir duvar var/ Bir tarafına el konulmuş, diğer tarafının ise övünülecek yanı yok.”

Kuşkusuz söz konusu olan şimdi örülmüş bir duvar değil. Bastırılmış, suskunluğu tabileşmiş, vesayet altında sayılan kesimlerin görece sessizliğini altın bir çağ olarak hatırlamak, ne adil ne de haklı. Buna karşılık alışılagelmiş rövanş siyasetinin üzerine adil muamele konulmadığı takdirde mevcut siyaset anlayışının ne ölçüde değişebileceği, nasıl bir umut vaat edebileceği üzerine düşünmek gerekiyor.

Adil olmak başlı başına bir güç, bunu hep yazıyorum: Var gücüyle çalışan ve adil olanı tanıyor halk, kıymetini biliyor. Herkes gibi siyasetçiler de hata yapabilir. Bizdeki siyaset geleneği hatayı açıklamayı zaaf sebebi sayıyor. Özeleştiri de zaaf sayılıyor, oysa her türlü eleştiri kuşatır, güçlendirir bir yapıyı. Bana kalırsa adalet alanında meydana gelen aksaklıkların sebebi de büyük ölçüde işte bu hatayı açıklamayla ilgili olumsuz siyasal/toplumsal mirasın engelleri.

Barış talebi konusunda ise bu kelimeyi en sık telaffuz edenlerin büyük yanılgısı, barışın uzak diyarlardan gelecek bir “kargo” olarak tahayyülü. Blok halindeki algılama ve kabullere bakılırsa zaten barış, her kesimde kendi kesin haklılığının ötekinin iddialarını bütünüyle bastırmasıyla gerçekleşebilecek bir son nokta hali.

Türkiye kutuplaşmaya karşı dirençli olması gerektiğinin farkında olan bir ülke, ancak buna siyasiler her zaman riayet etmese de halk biliyor ve gereğini yerine getiriyor. Bir arada yaşamak için büyük bedeller ödemiş bir halk, birlikte yaşamak için ihtiyaç duyduğu sınırlarda bir muaşeret geliştiriyor ve böyle bir muaşeret bir çırpıda gerçekleşmiyor.

Yeni Şafak’ın mevcut kutuplaştırmaya karşı neler yapılabileceğine ilişkin soruşturmasına cevap verirken, paralaks bakmaya duyulan ihtiyaca değinmiştim. Sözü uzatınca kısaltamadım ve metnim uzunluğu nedeniyle soruşturma kapsamına dahil olamadı; ben de bu köşe için düşünmeyi sürdürdüm. 

Her şeyden önce şöyle bir soru var: Kutuplaşma, gerçekten ortadan kalkmasını istediğimiz bir şey mi? Çünkü kutuplaşma söylemlerinin hazır kalıpları ile düşünmeye açık kesimler, başka bir ihtimal ve imkan üzerine düşünmeyi, bazen “adalet”ten söz etmeyi bile “macera” olarak addediyorlar. Nasıl da radikal ve muhalif genç adam, onun dilini kullanmadığım için dudak büken bir tavırla, kendi cümlelerini yansılamadığım için sorguluyor beni. İyi de bu siyasal çarkın içine katıldığında 25 yıl sonra şimdi eleştirdiği siyasi profillerden farklı şeyler söyleyemeyecek böyle bir okuma tarzıyla; bir bakıma söyledikleri bir resmin negatifi olmaktan öte gitmiyor.

Soruşturmaya cevap verirken şu hususların da altını çizmiştim: AK Parti’nin 2000’lerdeki başarılı varoluşu kutuplaşma dilini aşan kuşatıcı, rakibinde bile bir karşılığı olabilen bir siyasi çözüm ortaya koymasından kaynaklanıyordu. Tecrübe edilmiş olan, bir imkândır; demek ki mümkün olabilirmiş. Gerginlik sebeplerini her kesim üretebiliyor, ancak daha ılımlı ve yapıcı olma sorumluluğu hükümete düşüyor. Siyasal partiler sosyal medyada olduğu gibi kendi adlarına hareket eden baskı gruplarının karşı görüş sahiplerini rencide eden diline mesafelerine inandırmalı. Hep bir kayıt tutma, bir hınç biriktirme... Rövanşı kınayan, kendisi rövanş için liste tutuyor. Ortak değerler üzerinden oluşturulan konuşma diline geri dönmek gerekiyor. Her türlü ekran her görüşten insana açık olmalı. Fikir ve tezler çatıştıkça asli anlamında kökleşme şansına kavuşur.

Hiçbir toplum büsbütün homojen değildir, kaldı ki büyük gövdesi Anadolu ve cazibe merkezi ise İstanbul olan bir bölgede yaşıyoruz. Hazırlıksız yakalandığımız olayların yanı sıra önleyemeyeceğimiz dalgalar tarafından da kuşatılıyor adımlarımız. 

Güncel örnek, aramıza dahil olan ve önemli bir bölümünün de bu ülkede yerleşeceği öngörülen Suriyeli mülteciler. Bir bakıma mülteci akınını varlığımızdaki sorunlu siyasi hamlelerin açtığı gedikle ilgili tarihsel bir ödünlenme olarak tanımlayabiliriz. 

Ulusalcı ideolojinin dışladığı “Arap”ın dili ve kültürüyle geri dönüşü yaşanmakta. Hiç de “tek tip” olmayan Türkiye’yi zoraki bir tarih ve kültürle “Batılılaştırmaya” çalışan ideolojinin halka ulaşmayan müfredatında adeta Puşkin’in ‘Bronz Süvari’sinin sesini duyulmaktaydı bir asırdır: “Daha hesaplaşmadık, geri geleceğim.”

“Ulusal” planda bir asr-ı saadetimiz olamazdı, o nedenle de her seferinde sıfır noktasına dönmeye zorlayan bir gerginliğe duçar oluyor siyaset. Şimdilerde bir de 1960’lardaki Avrupa’nın deneyimini andıran bir depresyon tırmandırıyor bu gerginliği. Üretim-tüketim neşesi derinden bastıran meseleleri konuşmama gerekçesi kılınıyor. 

Calvino, “Buruk bir yansızlık” başlıklı yazısında anlatıyor: “Yola koyuluyor, insanlara rastlıyoruz ve her karşılaşmada görüşlerimiz bir sarsıntı geçiriyor, çoğu kez karşıtlık gereksinmesinden ötürü…” (Benzeri çözümlemeleri Negri “Sürgün” kitabında yapıyor.)

Devlet her zaman hantal, siyaset de ister istemez aceleci. Uzun vadeli bir emek istiyor köklü bir muaşeretin layıkıyla derki; sivil alanları güçlendirmek şart.

“Sivil”imiz “sivil” sınırlarla yetinemiyor oysa, “cemaatimiz” cemaat” özerkliğini temsil edemiyor. Siyasal kutuplaşma gerginliğinde muhtaç olduğumuz yapıcı, makul cümlelerin yükselebileceği ara bir alanın eksikliğini duyuyoruz. Nereye gidiyoruz? Sorunun cevabı siyasi jargonda, medyanın ve güya toplumun okur-yazar seçkinlerinin kullandığı sosyal medyanın dilinde değil, sokaktaki insanın yüzünde okunmalı aslında.

“İşte halk: Herkes bir diğerine kırgın ama birbirini de kırmıyor Ya da biz kırmamasını umuyorduk” diyor ya Fazıl Baş “…” şiirinde. Seçimin yeni bir başlangıç olmasını yine halk sağlayacak, hınç tüccarları değil.


Cihan Aktaş, 14.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 

Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20408/halkin-muasereti

Seçkin Deniz Twitter Akışı