21 Kasım 2015 Cumartesi

SA2071/KY26-CA29: Seçim Muhasebesi İhtiyacı

"İrfan ehli, olguları sürekli yeniden okumakla mükellef, gurur meselesi yapmadan, kibre kapılmadan."


Bunu daha önce İranlı reformistlerle ilgili bir yazımda ifade etmiştim: Siyasal mücadele bağlamında kendini yenik hisseden aydınlar, hayatın yavaş akan kanallarına çekilerek Heideggerize oluyorlar. 

Bunun anlamı nedir? Siyasal mücadeleye inançlarını yitirip, kendi meşgaleleri içinde, gündelik hayatın ayrıntılarında Heideggervari bir varoluş arama yolunu tutuyorlar. Türkiye’de de muhalif aydınlar arasında şimdilerde bu eğilim kendini duyuruyor. Kimileri gitme planlarından dem vuruyor, kimileri yazmayı terk ediyor. 

Mücadeleyi ancak somut başarıyla birlikte kabul etmenin büyük bir konfor olduğu muhakkak. Daha ilginci ise başarıyı kaosa bağlayan kinik yaklaşımlar. Kimi aydınların seçimden önce yayımladığı bir bildiride yer alan bir cümle bu açıdan çarpıcı: “Zulmün artsın ki sonun çabuk gelsin.”

Mesihçi veya Mehdici bu çağrının normal karşılanmasına şaşırmalı mıyız? Hani, Evangelistler gibi Mehdici kimi gruplar da kaosun mucizesine inanır. Kendini “aydın” diye çağıran kişilerin aydınlanmaya çağırdıkları halkı işte bu şekilde apar topar terk etme hali ne şaşırtıcı ne de yeni. İşte bu güvenilemez tavır acaba AK Parti’nin seçimlerdeki beklenenin üstündeki oy oranının sebeplerinden biri olamaz mı?

Halk istikrarın yanı sıra somut ekmeğe oy veriyor. Seçimden önce çarşıda pazarda, toplu taşıma araçlarında gezinirken, insanlarla sohbet ederken edindiğim izlenim, halkın güvenlik arayışı yanı sıra mevcut ekonomik durumu konusundaki endişeleriydi. 

Patlayan bombalar konusunda sayısız yorum yapıldı. Ancak muhalefet partileri gibi aydınlar da “özyönetim” iddia ve uygulamalarının yol açtığı genel kaygıyı okumayı önemsemediler. Kendini duyuran –ve sürekli telkin edilen- kaosa karşılık mehdi beklentisini de halk kesimleri değil, aydınlar cenahı dillendirdi.

***
Yazımın başında İran siyasal ortamında farklı kamusallıklar geliştirme sebebi olan umutsuzluğa değindim. Umutsuzluk ise sadece dünyada cennet hayali kuranlara özgü olsa gerek. Toplumun geniş kesimlerinin duyarlık ve taleplerine sağır olmak bir yana, adeta bir parya sınıfı oluşturmak üzere bu duyarlık ve talepleri bastırarak Batılılaşmayı hedefleyen ulusçuluğun bünyemizde oluşturduğu tahribatın onarılması o kadar kolay değil. Bunun yanı sıra toplumun ve siyasetin ihtiyaç duyduğu (zorunlu) dönüşümle ilgili büyük dalgalanmanın bir rövanş kısır döngüsü içinde heba olmaması gerektiğine dair eleştirimi zaman zaman dile getiriyorum. Mesele elbette bir zamanlar birileri size “paçoz” demişse, şimdi sizin bunu onlara söyleyecek kadar güçlü mikrofonlara sahipliğiniz olmamalı.

Sorunlu bir paradigma içinde salih ameller gerçekleştirmenin öyle kolay olmayacağı açık. Beri taraftan bu sorunları dert etmemek veya hafife almak, bir paradigma sıkışmasının önemini de göz ardı etmek anlamına gelir. Bu köşede sıklıkla AK Parti hükümetlerinin çeşitli uygulamalarına eleştiriler getirdim. Özellikle taşeron işçiler, maden ocakları, polis şiddeti, sosyal adaletsizliğin çeşitli göstergeleri, inşaat sektöründeki istismarlar, AK Partili siyasetçilerin kadın meseleleri etrafındaki söylemlerinde öne çıkan zaaflar, kültürel planda dostlar alış verişte görsün kabilinden, belediyecilik alanında ise savruk ve müsrif işler konu ettiğim hususlardan bazıları. Yerine adil ve hakikatli bir anlam, bir amaç teklif etmediğiniz takdirde hiçbir köhnemiş yapı öyle kolay değişmiyor.

Bu konularda yazarken bazen Sultanbeyli’yi, bazen de Maltepe Park’ı örnek veriyorum: Şehir bazen hoyrat bir şekilde değişse de “mustazaflar” artık bir şekilde katılmayı, tanınmayı, muhatap alınmayı yaşıyor ve bunu yitirmek istemiyorlar. Maltepe Park mimari açılardan eleştirilebilir, ancak sosyolojik okumalara göre bir hayli çarpıcı sahneler sunuyor. Yılın neredeyse altı ayı boyunca dar konutlara mahkum geniş bir nüfus, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, akın akın buraya gelerek gece geç saatlere kadar deniz kenarında vakit geçiriyor. 

İstanbul gibi bir deniz şehrinde yüz binlerle ifade edilecek hiç deniz görmemiş insanın yaşıyor olması, Maltepe Park’ın kalabalığını doğru okumanın önemini ortaya koyuyor. Sultanbeyli sıklıkla gittiğim ve üzerine yazılar yazdığım bir semt, bir “kaçak” Anadolu. 30 yıl boyunca otoyola çıkışı olmadan, yasalarca namevcut sayılarak kendi yağında kavrulan semtin varlığı, halkın sürüp giden seçimlerindeki aydınlara irrasyonel gelen sebebin metaforu olarak okunabilir.

***
Aydının öne sürdüğü misyon, bir tür çileciliğe açık; ne de olsa iktidar galibiyeti talep etmeksizin, kendi kamusunda sözünü söylemeyi gerektiriyor. İslami kesimin okur-yazarları şu süreçte iktidar ilişkilerinin muhasebesinde savrulmalar ve dağılmalar yaşıyor.

Şu var ki ulusalcılığın tanımladığı aydın, iktidarı elinden kaçırılmış tabii bir hak olarak görmeye yatkın. Onun narodnik projesi halka öğretmekten ibaret, halktan öğrenmeyi gerekli bir öğrenme saymamakla malul. Kritik zamanlarda geleneksel usullere yabancı bir dille halkı kavrama konusunda gerçekçi cümleler kurulamıyor. O nedenle de gurbete meylediyor kişi, mehdiye hazırlanacak kaos ortamına umut bağlıyor. 

İran’da 'devrim'le birlikte gerçekleşen –ve süreç içinde Heideggerize olma halinde kendini gösteren- aydın sürgünü bizde uzun erimli bir devrimle yaşanıyor; bir bakıma aydınlar daha hazırlıklı olmalıydı. Birçok açıdan çöküşe geçen sistemin onarılmasının “mürteci” damgasıyla atıl hale getirilmek istenmiş kesimlerin ellerine bırakılması elbet talihin bir cilvesi değil. Siyasetçilerin elli yıllık planlardan yoksun hamleleri sırasında eksik ettikleri özeleştiri duyarlığını aydınlar da kendilerinden esirgiyorlar. Halka gitmek, halktan öğrenmek yerine, halkı suçlamanın, sokağın seslerini hafife almanın ezberlerini tekrarlıyorlar.

Muhalif bir “aydın” kesim “yüzde elli”nin tercihini “makarnacı” örneğinde olduğu üzere sırf çıkara yorarak işin kolayına kaçıyor. Oysa “çıkar” dediğiniz sadece hiç olmadığı kadar insan yerine konulmayı yaşamanın biriktirdiği bir sezgi veya güven telkin etmeyen karşısında az çok bilinenin tercihi olabilir.

Siyasetin pragmatizmle yetinmeyen sistemli bir açılıma, Heideggerize olmayı tek yol sayan aydınların ise “şimdi ve burada olan”larla ilgili samimi bir tanımaya ihtiyacı var. Eleştirel düşünce olguları daima yeni baştan görüp tarif etmeyi gerekmez mi? 

Kuşkusuz bu irfani derinliği göz ardı eden “aydın” bakışı İslami kesimde kendini duyuran söylem fukaralığının ve paradigma şaşırmasının sebebi. Fıkıhla hayat, olayla zaman ve mekan arasındaki bağları kurmakta yetersiz kalan yorumlarla fikir, siyasetin dümen suyunda derme çatma bir varlık edinmeyi umuyor. Oysa adil muamele her zaman vakurdur, hakkı teslim eden için yenilgiden söz edilemez zaten.

İrfan ehli olguları sürekli yeniden okumakla mükellef, gurur meselesi yapmadan, kibre kapılmadan.

AK Parti’nin seçim galibiyetini toplumsal uzlaşma ihtiyacı ve zorunluluğunun gel-gitlerinden kopararak açıklayamayız. HDP hendeklerine itiraz, birlikte yaşama azmine dönük değil, tersine, bu azmi ihlale çalışan yapılara dönük bir itirazdır. Beri taraftan faili meçhullerin azabı, katliam kurbanlarıyla ilgili sorular, öncelikli –ve çözümünü hissettiren- bir gündem maddesi olmak zorunda. Birlikte yaşama sebeplerimiz ve bununla ilgili ufkumuz üzerine sağlam başlıklarla yol almak için köklü bir muhasebeye ihtiyacımız var. Toplumun istikrar talebinin takdiri ise, liyakat, tevazu ve hakkaniyet kavramlarının uygulamada bulduğu karşılıkla ifade edilebilir ancak.


Cihan Aktaş, 21.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 


Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20421/secim-muhasebesi-ihtiyaci

Seçkin Deniz Twitter Akışı