"Canımın kaynama, ruhumun teğet, aklımın durma noktası"
'Ömür' dediğimiz, tam olarak neyle karşılaşacağımızı bilemeden yürüdüğümüz yoldur aslında. Bu yolu bazen tek başımıza, bazen yanımızda dostlarla yürürüz. Dost önemlidir bu anlamda.
Dostun bir özelliği de, bi-perva olması değil midir? Yanlışımızda bizi, doğru yola çeken, ileten. Hem bizler “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin velileridir” (Tevbe Suresi 71) diye inananlardanız. Yol, gönüllü yoldaşlarla yürünür. Varlığıyla yolunu güçleştirenler değil, kolaylaştıranlardır onlar. Çıkar ilişkilerinden şikayetin ayyuka çıktığı bu zamanlarda, ara ki bulasın onları.
Karamsar olduğumu düşünmeyin lütfen. Ayaklarımı zemine sağlam basarım ben. Duygularım ne kadar coşkunsa, gerçeklikten de o kadar kopamam. Bu anlamda hatta, dengeliyim de denebilir.
Denge, insanın iç huzurunu koruyabilmesi için şart. Tuhaf gelecektir, ama dengesizlik dahi dengeyi işaret eder. Sendeler insan, sarsılır, ama bilir ki, çökse de dizleri üzerine, kalkıp yürümelidir. Bir başına çok zaman. Ben de bir başıma yürüdüm çok zaman bu yolu. Kimsenin yaklaşmasına müsaade etmedim. Uzatılan dost elleri tutmadım. Benim hatamdı. Korkmuştum.
Ustamla karşılaşmamıza döneyim. "Yazar mısınız sitemizde? diye sorduğunda, aynada dahi yüzleşemediğim bir korkumla yüzleşmek zorunda kaldım yeniden. "Yazamam ki ben!" dedim. "Neden?" diye sordu. "Kendime bu konuda güvenim yok çünkü!" dedim. İki haftalık bir atölye çalışmasıyla, bu güven sorunun aşılacağını söylerken o kadar kendinden emindi ki, bir bildiği vardır dedim.
Bir programdan bahsetti ve bunun bir anlamda bir atölye çalışması olduğundan. Kabul ettim. Nereye gelmeliydim, nerede gerçekleşecekti bu çalışma ve ben ne kadar ücret ödeyecektim? Daha da önemlisi, süreç bittiğinde ne olacaktı? Tek tek anlattı bunları. Kısa, net. Heyecan vericiydi. Tamamen internet ortamından gerçekleşecekti aktarımlar. Aramızda bir perde olacaktı her zaman. Kim olduğunu bilmiyordum. Bilmem gerekmiyordu. Ustam da çünkü benim kim olduğumu bilmiyordu. Bizi buluşturan, her zaman yaptığım şeydi. Göğe seslerimi savuruyordum. Ve bir gün biri, bu sesleri işitip bana kulak verecekti.
Programın bir metodolojisi ve sistematiği vardı. Dikkatlice okudum. Basit görünüyordu. Sadece programa sadık kalacaktım. Zorunluluğu yoktu; ancak kovulma riski vardı. Sonradan fark ettim, tüm bu yaklaşımların ve söylemlerin programın bir parçası olduğunu. Kovulmayacaktım, karar verdim.
Ve iki hafta, üstelik böylesi basit bir programla Su gibi akardı. Bir ödevi, bizden istenildiği gibi yazamazsak, bir sonraki aşamaya geçemiyorduk. Ve ben aynı ödevi defalarca sil baştan yazmak zorunda kaldım. Asiydim hani, kendime vurduğum ketlerden kurtulamıyordum. Ustam'a karşı ne kadar uyumlu ve itaatkâr olsam da, kendime karşı direnç noktalarım vardı.
Her bir yazının başlangıç cümlesini kuramamak, beni uzaklaştırıyordu. Alışık olmadığım mide bulantılarım oldu. Düşünmeyi beceremediğimi düşünüp yorganın altına kaçışlarım. Her bir yazım geciktikçe, Ustam'a karşı mahçup oluyordum. Kendime karşı ise hep küstah.
Bunca basit görünen bir programı yürütememem söz konusu dahi olamazdı diye düşünürken, ilk cümleyi kuramamanın ıstırabını yaşadım. Zaman zaman Ustam'a bunlardan bahsettiğimde, hep benden bir adım önde, yaşadığım şeyleri önceden okumuşçasına kısa ve net, ne bir eksik ne bir fazla, telkinlerde bulundu. Sabırlıydı. Sandığım kadar basit olmadığını, programın ortalarında kabul ettim. Daha ciddiye almalıydım. Kırılma üzerine kırılma yaşadım. Tek tesellim, Ustam'ın hep orada olduğunu bilmekti.
Son güne bırakmıştım iki yazımı. Yazmadım. Son iki saat kala Ustam'a seslenip ek süre istedim.
Olmazdı. Kararlıydı. Bu atölye çalışmasının sadece bir öğrenme ve uygulama çalışması olmadığını, aynı zamanda iç disiplini olan bir eğitim çalışması olduğunu anladım. Eğitilendim. Ne kadar mızmız olabildiğimi, bahaneler üretmek konusunda kendimi ne kadar da geliştirmiş olduğumu, tutamamaktan çekindiğim için kimselere aslında sözler vermediğimi ve bunun özgür ruhumla yakından ilgili olduğunu düşünmemin bir yanılgıdan ibaret olduğunu fark ettim.
Kimseyi kandırmıyordum aslında. En çok kendimi kandırmıştım bunca yıl. Çünkü bir iç disiplini oluşturup oturtamamıştım hayatımda. Bana sorsanız, bu başarısızlığa şu an dahi bin bir mazeret üretebilirim. Bu konuda ikna kabiliyetim de yüksektir hani. Ama bunu yapmayacağım. Yolda yürürken, tali yollara sıkça ve çokça kaçan olmuşum hep.
Düşününce, kaybettiğim zaman açısından içim burkulmuyor değil, diğer yandan, tüm bunları kimseye zarar vermeden yapan o küçük kız çocuğunu görüyorum. Öyle masum ki. Şimdi onun elinden yeniden tutma vakti.
Geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum. Ustam ne yaptığını biliyordu. Onun gerçek kimliğini bilmediğim halde ona inanıyorum. Yazmakla arasını bu denli açmış birisinin ne yazdığı çok önemli değilmiş aslında. Zamanı doğru kullanmayı, sorumluluk almayı, söz verip tutmayı öğrendim öncelikle.
Dahasını öğrendim. Bir yazı yazarken nerede durduğunun ne kadar önemli olduğunu. Bir olayın, örgü içerisine nasıl nakşedildiğini. Veya bir örgüden bağımsız tek bir olayın nasıl resmedileceğini. Bir Cyberg'e dönüşmek, insanüstü bir yetiye sahip olmak demek değilmiş. İnsan olarak bize verili yetilerimizi keşfedip gün yüzüne çıkarmak yetermiş.
Yazmak, bana verili bir yeti mi, onu henüz bilmiyorum. Siz de bilmiyorsunuz. Bunu zaman gösterecek.
Bildiğim bir şey varsa, çırağım ve çırak kalacağım. Bundan emin oluşumun sebebi ise, Ustamın insanı tanıdığını bilmemin verdiği huzur. Bilir çünkü, ben sussam dahi, kalbimin yamaçlarından yankılanır kendime tekrar ettiğim: “Kimseye minnet etmem.” Aksini hem, Ustam kabul etmez. Yaşlı Bilge, "Yalnızlığımızda olgunlaşır ya da vahşileşiriz." demişti. Haklıydı. Vahşileşmiştim yalnızlığımda. Şimdi yazarak olgunlaşacağımı umuyorum.
Boş verin bu yazıyı. Manifestoyu okudunuz mu? Sonsuz Ark Manifestosu'nu? O manifestonun ruhunda buluşalım.
Ve bizler, birbirimize yakın ruhlar, birbirimizi yeniden selamlayalım: “Merhaba, hoş geldin.”
Ben hoş buldum zira.
Su, 23.11.2015, Sonsuz Ark, Çırak Yazar