“İncir
kabuğunu anlamlı kılan, içindekidir, dışındaki değil.”
Bir Kasım
sabahıydı. Günün ışımamış saatleri. Yedi tepeli şehrin en yüksek
mahallelerinden birinde, apartmanın en üst katındaki dairesinin balkonundan
seyrine doyamadığı boğazın karşısındaydı.
Arnavutköy İskelesi’nden başlayan
manzarayı Boğaziçi Köprüsü’nün altından Büyük Mecidiye Camii’ne, oradan sırasıyla
Çırağan Sarayı’nı ve Dolmabahçe Sarayı’nı gezdirerek Haliç Köprüsü’ne kadar
taşıyordu. Ayaklarının altından maviye uzanan korular, evlerin çatıları
arasından onu nihayet bir balıkçı sandalının beşiğine salıyordu.
İnsanlardan
uzak yaşıyordu bu koca şehirde. Bu bir tercihti. Onlarla arasına mesafeler
koyardı. İncitmemiş, ama incinmişti. Bu yüzden, silahlar edinmemişti; ancak zırhlanmıştı.
Mahremdi dışına derini. Derini de kendine. Okumuştu çünkü: “Sana ruh hakkında
sorarlar. De ki ‘Ruh Rabbimin emrindedir. Size ondan az bir ilim verilmiştir.”
(İsra Suresi 85)
Nasıl anlatabilirdi
ki, insanlara dair hakikatli ilişkilerin kitapların sayfalarında kaldığını
düşündüğünü. Gün boyunca bir başınalığına başka başka insanlar karıştığı halde
o, bu yalnızlığından vazgeçemezdi. En
kalabalıklarda, insanların galebe çaldığı çoğunluğun arasında bile.
Yazardı.
Öyle diyorlardı onun için. Sayısını zaman zaman kendisinin de hatırlayamadığı
kitapları vardı. Yazmakla ilgili
kendisine danışanlara yazmayın derdi, okuyun, öğrenin, anlamaya çalışın,
yaşamaya, aramaya, bulmaya ve olmaya
gayret edin. Çünkü yazmak bir anlamda teşhircilikti ona göre. Bu yüzden imza
günlerinden hoşlanmazdı. Kitaplarını imzalayarak gönderirdi kitap tanıtım
günlerine çok zaman.
Karısı,
babasının itirazlarına rağmen evlenmişti onunla. Yıllar içerisinde, onun kitaplarla olan
bağından dolayı kendisini sürekli ihmal ettiğinden yakınarak onu terk edip,
İtalya’da yaşayan ailesinin yanına dönmüştü.
Uzun yıllar yazılarına taşıdı bu ayrılığı. Karamsar halleri yazılarına
yansıdı. Buna rağmen bağları hiç
kopmadı.
Eski
karısının İtalya’da stilist eğitimi aldığını ve büyük bir moda evi açtığını,
isminin markalaştığını ve zengin İtalyanları giydirdiğini biliyordu. Ayrılığın her ikisi için de en iyisi olduğunu
düşündü daha sonra.
Boşandıktan
sonra taşındığı bu dairede ise, tek başına yaşıyordu. Bir tek erkek kardeşi
geldiğinde yeğenleriyle, şenleniyordu evi. Hatta sırf yeğenleri için bir de oyun konsolu
almıştı sıkılmasınlar diye. Her yıl,
onların modelinin değiştiğini, çocuklar artık o konsoldan sıkıldığında öğrendi.
Alt komşusu
ev sahibesiydi. Yaşlı bir Rum. Kışları dairesinde, yazları ise babasından kalma
üç katlı evinde geçirirdi Heybeliada’da. Beyazlamış saçlarını kısacık
kestirirdi. Gözlerinin üzerine bıraktığı perçemini, tatlı bir iltifat
duyduğunda, parmaklarıyla tarar gibi yaparak yana atmaya bayılırdı. Bu konuda
alicenap olan kiracısını, en çok bu yüzden severdi. Kiracısı kirayı sık sık geciktirdiği
halde, aşure haftasında kap kap aşureyle
beslerdi onu. Ve her karşılaşmalarında, evlenmesi için telkinlerde bulunurdu.
Genç yaşta dul kalmıştı kendisi. Erken yaşlarda evlenmemiş olduğundan dert
yanardı. Zordu çünkü yalnızlık ve
Allah’a mahsustu.
Eskiydi
oturduğu apartman. Tek daire üzerine
inşa edilmiş binada, yüksek olmasına rağmen, asansör yoktu. Dolmuş duraklarına da uzak olduğu için evi mecbur
kalmadıkça inmezdi şehre.
Giriş
kapısının hemen sağındaydı mutfak. Küçük,
yuvarlak bir masayı, iki sandalyeyle,
içine ancak almıştı. Ufacıktı, dolapları ahşaptı. Mermer tezgahının üzerinin
boş olmasını önemserdi. Sadece günlük
kullanacağı yemek tabakları, birkaç bardak ve kaşık çatalının bulunduğu bir
sele vardı tezgahın üzerinde.
Küçük
antreden salona geniş bir kapıdan geçiliyordu. İki duvarı kitaplıkla kaplıydı. Kitapların çoğunu
almamıştı bu raflar, bu yüzden bazıları da antredeki dolaplarda bekliyordu. Salondaki köşeli oturma takımı ve üzerinde
çalıştığı ahşap yemek masasının dışında bir şey yoktu odada. Zaten boğazı
görmesi için salonun balkona açılan karşıki duvarı, boydan boya pencereydi. O
manzarayı gölgede bırakacak kalabalıktan özellikle kaçınmıştı.
Arkadaki
iki odadan birini yatak odası olarak kullanıyordu. Her ne kadar bir başına
yaşıyor olsa da, her hafta nevresimleri değiştirilirdi yatağın. Kitaplardan
sonra en çok nevresimlere harcardı kazandığını.
Işığı
yakmayı sevmezdi yatak odasında. Bu yüzden yatağının başında bir eskiciden
aldığı antika aplik ve odanın köşesindeki çalışma masasında armatür bir gece
lambası vardı. Yatağının başında ise Lady
Godiva’nın bir tablosu, yağlıboya. Temizliğe gelen kadın, bu tablonun bu evde
bulunmasını garipsediği halde, ona hiçbir zaman Lady’nin hikayesini
anlatmamıştı. Tabloya her baktığında, adanan bir beden değil, bir hayat
görürdü. Hırkasını Melamilik’ten giymişti. Bu tablo, onun ilham kaynağıydı sanki.
O sabah
ona, göz seyrine, minarelerden acziyetini itiraf edercesine insanları Rabbi'nin
Rahmetine davet eden o güzel ses eşlik ediyordu. Bu davetlerin tekrarını gün
boyunca dört vakit daha duyduğu halde yalnızken bir başka işitiyordu. En çok da
balkonundan bir başına onu dinlerken işliyordu içine içine.
Uzağa, denizlerin
ötesine dalmıştı yine. Kendine geldiğinde fark etti bedeninin soğukla giriştiği
mücadelede zayıf düştüğünü. Titriyordu. Az daha kalsa iki dudağı arasından
çıkan soluğun buharı kirpiklerine konup kırağı tutacaktı. Günün bu
saatlerindeki lacivert karanlığı daha aydınlık görmesine engel olur muydu diye
düşündü.
Güldü
sonra kendi kendine. Düşünceyi düşlemeyi vazife edindiğinden bu yana ne
düşüşlerle sarsılmıştı. Kirpiklerine düşmesi muhtemel bu beyazlığı düşlemesi,
onu salına salına gerçeğin içine düşürmüştü. Sert düşüşlerin aksine, ayrıldığı
düşe veda etmeyi ve konduğu gerçeğe selam vermeyi mümkün kılıyordu böylesi
hafif salınımlar.
Titredi
bir kez daha, bir tebessüm saldı kendisini selamlamaya alışmış olan boğaz
sularına doğru ve düşten gerçeğe döndü. İçeri girdi. Mutfağa geçti önce. Buzdolabını
açtı. Temizlikçi kadının sardığı zeytinyağlılardan bir ikisini attı ağzına. Ve
bir bardak su içti. Abdestini aldıktan sonra namazını kılmak için her zaman
yerde serili duran seccadesinin olduğu boş odaya girdi. Namazını kıldı. Bir
süre, hiçbir şey düşünmeksizin oturdu öyle.
Gün
aydınlanıyordu. Salona döndü. Masanın üzerine serilmiş dostlarına baktı;
kitaplara. Onları dost edinmişti. Aradığı hakikate kalabalıklar arasında değil,
en çok onlar arasındayken dokunabilmişti. Onları dost bellemesi bundandı.
* * *
Duraksadı.
Aynı dalgınlık sarmıştı onu. Halıya
dikti gözlerini bir aynaya bakar gibi. Karşısında buldu yüzünü; kut’sanmış bir
tanrı. Ne vakit bu tanrıyla yüzleşse, kırdı onu yansıtan tüm aynaları. Bir kez
daha, bir hamleyle kucaklayıverdiği aynayı, şehrin en yükseklerine kurduğu bu
kalenin, kendi eliyle diktiği sancağın
bulunduğu o yüksek burçtan aşağı bırakıverdi.
* * *
Pencereye
yaklaştı. Gökyüzündeki yıldızlara baktı bir kez daha, onlar gözden kaybolmadan.
Sonra perdeyi çekti. Usulca. Başını çevirdi kanepede uyuyana doğru. Ona doğru
yaklaştı, üzerindeki battaniyeyi omuzlarından yukarı doğru çekti. Başını
koyduğu kırlentten aşağı saçılan uzun kömür karası saçlarına dokunmak istedi
kadının. Dokunmadı. İki hafta evvel tanıştıkları o günü hatırladı.
Dergahtaki
programın ardından yan yana çıkmışlardı. Sonra caddeyi birlikte yürümüşlerdi.
Sakardı. Sürekli sendeliyordu. Tatlıydı halleri. Umursamıyordu. Sadece
yürüyordu. Yıllardır okuduğu yazarı yakalamışken, onun kendisine mühürlenmiş
gözlerini fark etmeksizin biriktirdiği soruları soruyordu ard arda. Geç olmuştu
o gün, birkaç gün sonrası buluşmak için söz de almıştı kendisinden.
Sözleştikleri
gün buluştular. Sonra bir gün daha. Bir önceki akşam da, geç saatlere kadar
Çengelköy’deki o asırlık çınarın altında oturmuşlardı. Vaktin nasıl geçtiğini
anlamamışlardı. Kadın sürekli anlatıyordu. Adam arada konuşsa da, kendisine
garip gelen hallerini reddetmeye çalışıyordu.
Kimdi
bu kadın ve ne ara girmişti hayatına? Tüm ahali evlerine dönmüştü. Sokaklar
boşalmıştı. Çetin bir kıştı. İlk yağan karın üzerine ayaz günler, yerleri buz
kesmişti. Karşıda oturuyordu kadın. Gecenin bu saatlerinde karşıya araç
olmadığı için onu misafir edebileceğini söylediğinde, bir anlık tereddüdün
ardından kabul edivermişti kadın. Saftı. Temiz. Pırıl pırıl. Yüzüne yansıyordu
bu. Gözleri kapalıyken şimdi, nasıl da sessizdi. Belki de sadece uyurken
susuyordu. Uzun uzun o derin uykuyu izledi.
“Ey
derinlerimin iç acısı.. ey kendime acınmam.. ey Rabbime yokluğunu en çok sorduğum..
şimdiye kadar neredeydin” diye mırıldandı. Huzur doğdu içine. İçindeki huzura
erdi.
Su, 26.11.2015, Sonsuz Ark, Çırak Yazar