"Ölümün rengi de beyaz mıdır? Ya ayrılığın? Ayrılığın rengi çağla yeşili olsun isterdim, ucunda bir umut yeşereceği için… Ama o gün ayrılığın da rengi beyazmış, gördüm…"
Karlar geç geldi… İnsanda yaşama dair güveni yok eder şekilde geldi… O beyaz yumuşaklığın ne yaman bir tehdit olduğunu, nasıl insanı topraktan kopardığını, topraktan kopunca da nasıl insanın kimsesizleştiğini ifade etmekten acizim…
Öyle dizler boyu, adam boyu kar değil, evlerin boyunca kar geldi… Kar geldi ve umut gitti… Baharın tekrar geleceğine, tekrar güneşin doğacağına, babamın tekrar eve döneceğine dair, okulun tekrar başlayacağına dair, kısaca göz uçlarımızı kısıklaştıracak denli, yüzümüzü serapa aydınlatacak denli, coşkulu ve dingin yaşamın damarda tekrar deveran edeceğine dair umut yitip gitti…
Beyhude'yi ilk o gün fark ettim.
-1-
Sekine’yi tanıyın… Kahkülleri, yuvarlak gamzeli yanaklarından öylece sarkar, serazat ve umarsız. Ona bakınca insan aşağılandığını hisseder ilkin. Ama hemen ardından ruhunuzu kendiliğinden ve razı olunmuş bir kölelik sarar, rahatsız etmez bu sizi, her an, bir işaret verse de ona su versem, ona hizmet etsem istersiniz. O kadar doğal ve içtenlikli bir tahakkümdü ki bu, buna bağlanmak, buna müptela, buna meftun, ah işte deyiverin içinizden her ne demek geliyorsa…
Teni, her zaman üşürmüş gibi kaba bir kızıllığa yakın, ve tabi gergin, gözlerinde okuduğunuz ve sizi esir alan tanımsız derinlikteki güvene tezat, sıkılgan bir tendi. Saçları, sanki özellikle öyle taranmış, uzun uzun emek verilmiş, permalanmış gibi, yanaklarına kulaklarını es geçerek sarkan, iki parça kıvrım kıvrım, siyahi-kızıl kahkül, taranıp taranmadığı belli belirsiz ama kesinlikle etkileyici bir düzenin derinliğine sahip, insana masallar anlatan cinsten, masallardan fırlamış gibi, öyle pamuk prenses, bilmem hangi Frenk prensesinin saçlarını birden karşınızda görüvermeniz, bu tek katlı toprak damlar dünyasında, bu insanların iki inek bir buzağı arasında hayata dair bir küçük alan açmaya ömür adadıkları, bu derin fukaralık içinde, kabul etmeli ki çok şaşırtıcıydı… boyu, benden belirgin bir şekilde uzundu. Bazı bazı Sekine’nin uzuuun upuzun boyu karşısında utanca yakın bir hisse kapılırdım. Sanki uzun değil de, görünmez bir gölge vardı boyuna teğet, öyle kavaklar gibi, nazlı ve salınımlı, gölgesiz ama menevşeli bir uzunluk, insanda yok olmak, yerle yeksan olmak hissi uyandıran… Ona baktığınızda onun bile gölgesinde kaldığı bir uzunluk görürdünüz.
Farkındasınızdır, ben dönüp dolanıp Sekine’nin etrafında, bir türlü söylemem gereken sözü söyleyemiyorum gibi, tutuk biraz, öyle değil mi? Siz de öyle düşünmüyor musunuz sahi? Sekine’nin gözlerinden bahsetmem gerekiyor aslında, Sekine’yi Sekine yapan, beni Sekine’ye meftun kılan, ah… Mecnun ruhum, ne diyeceksen de artık, beni Sekine’ye sevdalı kılan, aşık kılan gözlerinden söz etmem gerekiyor. Beni beyhudeye götüren gözlerden… Takat?
Heyhat!!
-2-
Karlar geç geldi… Karlar o kadar geç geldi ki, biz tam bahara hazırlanayazdıydık. Bahar gelecek ve karların altından altından sızıntı şeklinde önce, sonra gürül gürül, ruhum gibi, öyle coşku ile akan sular, sonra seller… Ama gece, ansızın bir gece çıkageldiler. Beyaz tanecikler, lapalar, sulusepkenler, ardından zemheriler, şeytan çarpmış buz sarkıkları, şeytan çarpmış ruhumun akıl almaz dansı gibi, donuk, soğuk, ürkünç… Teyzemin aşermesi geçeyazdıydı, her öğleden sonra pekmeze katıp yemek üzere kar aparalım diye yollardı bizi Tepeliğe. Çünkü kar sadece orada barınabilmişti, o kadar az gelmişlerdi ki, tutunamamışlardı toprak damlarda, insanın dolaştığı, hayatın ritim tutturduğu köy içlerinde… Tane tane olurdu minik avuçlarımda, mercan boncuklar gibi olurdu, avuçlarımı hafif ısıran ama üşütmeye güç yetiremeyen. O kadar apaktı ki karlar, içerimizi tümden karlamak isteği uyanırdı. Teyzem haksız sayılmazdı, boncuk boncuk apak karları, parlak çinko beyazlığında katı ve damağı tümden kaplayan keskin tatlılığıyla pekmezle karıp kaşıklamaktan daha başka ne vardı ki aşerebileceği… Ama geç geldiler işte. Bütün doğa büyük bir hayal kırıklığıyla uyandı o sabah. Küreyebileceğiniz boyu çoktan aşmıştı.
Dizlerin boyu değil, adam boyu değil, evlerin boyu kar çıkageldi.
Beyhude de o gün geldi…
Sekine’nin gözlerinden söz ediyordum. Onu bütün köy hissederdi. O olmadığı yerlerde de vardı sanki, herkes konuştuğu her şeyin, hatta içerisinden geçirdiği her şeyin Sekine tarafından bilinmekte olduğunu bilirdi. Bunu nasıl derim bilemiyorum, ama bu itirafı biraz zor bir ortak günah gibiydi.
Herkesin ortak suçu gibi bir şey. Herkes bilir, bilindiğini bilir ama üstüne konuşamaz bu konunun. Onun bakışlarını ahırda davarlara yonca kırarken, sepet taşırken, yapağı koyarken, ocakta ateş harlarken, hülasa her an oralarda dolaştığını, sizi umursamadan, mahremiyetinize aldırmadan gezindiğini, en kuytularınıza kadar salındığını bilirdiniz.
Sekine’yi çoğu zaman hamile kadınlar ve ölüme yatan umuda tükenmiş yaşlılar rüyalarında görürlerdi, ha bir de bizler tabi; biz ki henüz günahın tadını bilmez cahil çocuk ahalisi. Biraz melek gibi, kanatlı, etrafında ışık haleleri, ateş hareleri, biraz korku ama daha çok insana şefkat hissi veren bir korku ile gelirdi rüyalara. Onun eli başında hisseden hamileler bilirdi ki rahat bir doğum olacak, onun gülümsemesini gören umutsuz yaşlı hastalar çok yakında ölüm meleğinin incitmeyen elleri ile uçuvereceklerini bilirlerdi.
Ben onu ilk, samanlıktan arta kalan bir mezbeleliğe kurulu; banyo, çamaşır ve bunun gibi can sıkıcı işler için kullanılan arka, en arka, o kadar arka ki orası benim için hep ürkünç, hep uzak, hep sırlı bir yer olmuştur, orada gördüm. O zamana kadar onun öyle her yerde gezinen bir varlığa sahip olduğu bilgisinden yoksundum. Bunu bilmek insanı önce ürkütüyor. Nasıl desem; insanı parçalara ayıran, insanın bütünlüğünü bozan bir bilgi. Öyle bir bilgi ki, onu bir kez bildiniz mi artık bilmezden gelemeyeceğiniz bir noktaya varıyorsunuz. Gerçi bilmek zaten böyle bir şey değil midir? İnsan bir kez bildi mi nasıl bilmez görünebilir ki kendine karşı?
Okuldan dönmüştüm ve annem yoktu. Koca bir evde yaşardık. Bu evde ne güzel, ne gürültülü, ışıl ışıl, her köşesinde fısıltılı kadın konuşmaları, insana güven veren babaların, amcaların tok sesleri, çocukların bağırış çağırışları, kocamaaaan akşam sofraları, bir türlü doyamadığımız, hiçbir zaman yeterince sevildiğimiz hissini tadamadığımız, her şeyin kaçırılarak, sevginin bile, biraz esirgenerek yaşandığı, yenildiği, içildiği o koca evde, o koca kalabalık çekilince iki çocuklu, gurbette bir baba, birkaç davarın yaşadığı büyük ahır, belki ahırlar, onlarca oda, samanlıklar, arkalıklar, gizli köşeler, ne için inşa edildiğine hala aklımın ermediği karanlık, penceresiz odacıklar, yerler yerler… İçimden hala, o evde keşfedilmeyi bekleyen köşeler vardır diye düşünüyorum.
Annem yoktu. Yazdı. Sessizlik insanı rahatsız edecek kadar yoğundu. İnsanın kulaklarına gümleyen bir sessizlik. Anne! diye çıkardığım ses canhıraş bir feryada benziyordu, bana geri geldiğinde sesimin yankısı, içten içe bana haz veren bir korku duydum. İlk o zaman fark ettim korkunun da insana haz verebileceğini. Korktum, korktukça daha çok bağırdım, sonra sesimin gümleyip bana geri döndüğü duvarlara doğru yürüdüm. Köşelere, arkalara, en arkalara yürüdüm, orada tahta çembere geçirilmiş kısa metal ayaklardan mamul eski kağnı tekerlerinin asılı olduğu duvarda, orada öyle asılı gibi duran, güneş gibi, yoğun ve insanın gözünü acıtan bir ışık huzmesinde Sekine’yi gördüm.
Sekine oradaydı, gülümsüyordu, korkutucuydu, ama güven de veriyordu, oradaydı işte, bilindik biri idi, köyden biri, tanıdık biri, ama nasıl desem; ışıklara gark halde konuşmadan bakıyordu. Nutkum tutuldu…
Nutkum tutuldu ve ben bunu kimseye anlatamayacağımı o an fark ettim. Herkesin bildiği, herkesin gördüğü, ama kimsenin kimseye diyemediği Sekine’yi.
Ölümün rengi de beyaz mıdır? Ya ayrılığın? Ayrılığın rengi çağla yeşili olsun isterdim, ucunda bir umut yeşereceği için… Ama o gün ayrılığın da rengi beyazmış, gördüm…
Beyhudeyi de o gün gördüm ve bir daha hiç gitmedi.
Mustafa Ekici, 11.12.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar