"Engellilere, şehri onlar için yaşanılır kılmayı borçluyuz; aksi takdirde manevi sakatlanmalarımız sürüp gidecek."
Yazarlar, araştırmacılar, aslında zihnini bir konuya yoğunlaştıranlar bilir: Dünya birden o konu, o tema, o cümle üzerinden açılır önünüze. Tıpkı bir öykü, bir deneme yazarken olduğu gibi zihniniz o konunun seslerine, görüntülerine çekilir. Kitapları, dergileri karıştırırken konuya ilişkin cümleler okur, filmlerde görüntüler yakalarsınız. Görmek isterseniz eğer görürsünüz. “Gözün içinden görmek” diyordu Blake bir şiirinde.
Engellilerle eskisine göre daha mı fazla karşılaşıyoruz, yoksa gözlerimiz onlara açıldı mı?
Hayatın kenarına itilen, gizletilmek istendikleri için gizlenen ne çok engelli var hâlâ. Ya da aile içinde engelli olmadığına inandırıldığı halde toplumun “sen engellisin” diye sınırladığı ne çok insan var. Aslına bakılırsa çoğumuz pekâlâ “engel” sayılıp hayattan düşürülme sebebi yerine konulacak bir yönümüzle birlikte sürdürüyoruz toplumsallaşma kavgasını.
Bir arkadaşım, aile içi eğitimle bir hayli dışa açılan otistik oğluna ilkokulda öğretmenin nasıl geri zekalı çocuk muamelesi yaptığını anlatmıştı. Bu keşke istisnai örnek olsa. Rastgele sorularla üzerine gidilen otistik çocuk kendini hissetmediği bir engelin zeminine savrulmuş buluyor. Travma da başka nasıl yaşanır ki? Az gelişmiş bilinçler, kendilerini önemli hissetmek için engelleyen sebepleri belirgin kılmakta, bunları sakatlık aşamasına çekmekte tereddüt etmiyorlar.
Yanlış vurulan iğne neticesinde küçük yaşta kalça çıkığı engeline yakınan bir arkadaşım var. Aslında engellerini aşabileceğine etrafındakileri inandırmak için yıllarca mücadele etti. Tahsilini tamamlamasına izin vermemişti ön yargılar, o da çalışma hayatına atıldı. Herkesten erken kalktı, herkesten önce düştü şehrin yollarına, herkesten çok çalıştı, yine de “yarım yamalak kadın” muamelesinden kurtulamadı.
Bu muamele onu hep kendisinden daha ağır engeli olan eş adaylarını lâyık gördü. Kaba saba denklemlerle süren evlendirme girişimlerine diretti, sonunda hoyrat engelli muamelelerinden de yıldı ve bir Batı ülkesine –adeta- kaçtı. Orada trikotaj alanında çalışmayı sürdürdü ve engelli sayılmayan Müslüman bir iş arkadaşıyla evlendi. Ne kadar iradeli, çalışkan ve azimli olması gerekiyordu sürdürdüğü koşu için, anlaşılabilir. Kırılgan olmaya yatkındı kuşkusuz ama varlığını yaşadığı kırgınlıkların açısına teslim etmedi.
Göz önündeydi hep, eve kapanmaya razı olmadı; oysa hep engeli açısından görülüyor, bir kusurunu görmezden gelme muamelesiyle mahcup düşmeye ve adeta “özür” dilemeye zorlanıyordu. Zaten “özürlü” diye çağrılmıyor muydu engelliler yakın tarihlere kadar? Sürekli özür dileyerek var olması gereken hayatın buyruklarına itiraz etmek kolay olur muydu?
İnsan olarak birbirimizin imtihanıyız. Biri herhangi bir sebeple engelliyse, diğerine düşen ona göz, kulak, el ayak olmak. Doğuştan sahip olduğumuz veya sonradan edindiğimiz imtiyazlar açısından görece yoksun olanlara borcumuza sadakatimiz, dünya sınavının önemli bir parçası.
Engellilere, şehri onlar için yaşanılır kılmayı borçluyuz; aksi takdirde manevi sakatlanmalarımız sürüp gidecek. Belediyeler son on yıl içinde bu alanda önemli çalışmalar gerçekleştirdi, böylelikle engelliler eskiden olmadığı kadar şehir hayatına karışabiliyor. Tabii ki fiziki şartlar daha da elverişli hale getirilmeli. Raylı sistemin sağladığı geniş kolaylıklar da yaygınlaştırılmalı.
Farkına varsak da varmasak da şehirlerimiz İstanbul modeli üzerinden gelişiyor. Bu modelin arka planında ise Sennett’in “Ten ve Taş” kitabında irdelediği gibi, Antik Yunan beden anlayışına göre tasarlanmış şehir planı var. Agora, şehrin meydanları, kamusal alan zayıf ve engelli bedenlere kapalı; kadın bedenleri de buna dahil.
Engelli ve kadın olan evlerin en iç köşelerinde oturmalı, büyük evlerin salonlarında düzenlenen toplantılara bile katılmamalı, Antik Yunan toplum görüşünün mirasına göre. Gözden ırak olan gönülden de ırak olmaz mı? Engelliler ve kadınlar bir bakıma kendi varlıkları hesaba katılmadan tasarlanan şehirde yol alırken büyük güçlüklerle baş etmeye hazır olmalı.
Antik Yunan geleneği Osmanlı döneminde özellikle yeni semtlerde kısmen dönüştürüldü, ancak evlerin eski evler olmadığı, mahremiyetin kamusal alana savrulduğu ve şehirlerin büyük göç dalgalarına maruz kaldığı zamanlarda bu geleneğin temel kabullerinin belirleyici olmayı sürdürmesi beklenemezdi.
Şehircilik politikalarının fiziksel açıdan güçlükleri olan insanları teorik olarak değil de uygulamalı olarak görmeye başlaması çok önemli bir aşama; bir medeniyet kavrayışı göstergesi. Kalkınmacılık (ilerleme) ile medeniyet (insani gelişme) arasında hep bir gerilim var. Raylı sistem, bu iki olgunun bütünleştiği faydalı bir örnek sergiliyor.
Şair Erdal Yalçın’la bir gece Marmaray’ın Cağaloğlu girişinde karşılaşmıştık. Babasıyla birlikte katıldığı bir kitap fuarından dönüyordu. Onu henüz tanımıyordum. Sadece bakışlarıyla söyleşiye çağırdı beni, tanımamı istediğini anlattı ve babasının da yardımıyla konuşmaya başladık.
39 yaşında Yalçın ve tek eliyle 10 yıl içinde 13 kitap yazdı. 2 yaşında geçirdiği menenjit hastalığını takiben konulan yanlış teşhisler yüzünden tekerlekli sandalye kullanıyor. Ailesinin verdiği desteğin önemi büyük, ama o da hiç yılmadan eve kapanmama mücadelesi verdi.
Ailesi Diyarbakır’dan İstanbul’a taşındı. Metin Sabancı Spastik Okulu’nda okuma yazmayı öğrendi Erdal. Şiir, öykü ve tiyatro alanlarında çalışıp kitaplar yazdı. ‘Gün Ortasında Karanlık Anne’ filminde doktor bir anneyi canlandıran Fatma Girik’in engelli oğlunu canlandırdı. Babası raylı sistemin, asansörlerin yaygınlaştırılmasıyla birlikte Erdal’ı şehir içinde daha rahat dolaştırabileceğini söylemişti bana Marmaray ve metro yolculuğumuz sırasında. Erdal Yalçın kendini engelli kabul etmiyor aslında. Hoş Erdal evden tekerlekli sandalyeyle çıkmak zorunda kalan her yaşta birçok insana nazaran şanslı, ailesi canla başla yanında olmuş hep.
Şehir bütün inşaat faaliyetine rağmen engelli açıdan eksik, engebeli. İki hafta önce TÜYAP Kitap Fuarı’na gittim metrobüsle. Beylikdüzü durağında indikten sonra TÜYAP alanına varışım izdiham nedeniyle otuz beş dakikayı buldu. Üst geçit ve iki tarafı tıklım tıklım doluydu. Bu şartlar altında engelli bir insan tekerlekli sandalyesiyle fuar salonlarına nasıl ulaşabilir?
Engellilerin şehir içinde görünürlüğü, kuşkusuz, şehrin onlar açısından yeniden görülmesini sağlayan bir etki uyandırıyor. Birçok iş alanında engellilere daha fazla yer ayrılmalı. Milli Eğitim Bakanlığı dönem dönem engelli öğretmen atamaları yapıyor. Engelli öğretmen ve memur oranı artırılabilir.
Geçen hafta yeni kabine açıklandı. Bakanlar arasında çok değerli isimler var, keşke bir de engelli bakan olsaydı diye geçti içimden. Engellilerle ilgili ilk profesyonel hizmetin, Hz. Peygamber (sav) zamanında Medine’de âmâ bir sahabenin evinden mescide ip çekilmesi olduğu söylenebilir.
Peygamberimiz Veda Haccı için Medine’den ayrılırken de yerine âmâ bir şahsiyeti vekil bırakmıştı. Şehirden sefere gitmek için ayrıldığında, adını belirtmediği aynı âmâ şahsi birkaç kez vekil bıraktığını yazıyor, Muhammed Hamidullah (Allah’ın Elçisi Muhammed, (sf. 272, Beyan).
Bir engelli tekerlekli sandalyesiyle nereye kadar kendine yetebilir? Şehrin cadde ve sokakları gibi binaları da engelliler ve yaşlılar gözetilerek tasarlanmalı.
Aslında AK Parti hükümetleri döneminde engellilere ve ailelerine önemli yardımlar yapıldı, bunlar geliştirilmeli. “Kulenin Başındaki Kız Kardeş” başlıklı öykümde konu etmiştim: Yüksek apartmanların üst katlarına mahkûm olmuş yaşlı ve engelli insanların sokağa çıkması başlı başına bir organizasyon istiyor. İnşaat sektörü doyumsuz, işgalci ve bazen de acımasız. Engellileri gözeten kurallar, sektörün sınırlı şekilde de olsa kendine çeki düzen vermesini sağlayabilir.
Baudelaire 19. Yüzyılın ortalarında kaleme aldığı bir metinde paçavra toplayan adamların modern şehrin kahramanları olduğunu yazmıştı. Bu kahramanlar sürekli değişiyor. Şehri silkeleyip kökten tazeleyecek kahramanlar şimdi engelliler, yaşlılar, mülteciler ve kadınlar. (Bu arada uzayıp giden “yaşlılık çağı”nın da bir tür engellilik hali teşkil etmeye başladığını hatırlamalıyız).
İslami endişelerle sürdürdüğümüz şehir eleştirilerinin pratikte bir karşılığı olamamasının soruları yeterince düşündürücü. Şiirlerimiz, marşlarımız, deneme ve tiyatro eserlerimiz, öykülerimiz inşaat sektörünün baskın sesleri karşısında nahif ve anakronik metinler olarak görünüyor.
Hep muhayyel ideal şehir uğruna mevcut meseleleri paranteze alarak gün geçiriyoruz. İnşaat sektörünün kalıplarını belirleyecek değerler üzerine somut düşünceler üretmeyi fantezi sayan bir vurdumduymazlık hâkim piyasaya. Bu alanda kendini duyuran başarısızlık, şehrin mekanlarını ve bağlantılarını engelliler (ve kadınlar) açısından düşünmeyi gündemde tutmakla aşılabilir.
Engellilerle kadınlar göz önünde bulundurulduğunda şehir, tarihi ön yargılarının ve toplumsal kabullerin kolaylaştırdığı yanılgılarından daha rahat kurtulabilir gibi geliyor bana.
Cihan Aktaş, 12.12.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20456/sehrin-engelli-mimarlari
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20456/sehrin-engelli-mimarlari