18 Aralık 2015 Cuma

SA2214/KY43-BRŞ2: Kültürel Milliyetçiliğin Fikir İşçisi: Erol Güngör

"Güngör’ün milliyetçiliği en temelde bir halkçılık problemidir. Halkın hem milli kültürü koruyan ve devam ettiren olması hem de milli egemenlik ilkesinin milliyetçiliğin temel önermeleri içinde yer alması milliyetçiliğin halkçı bir öğreti olduğunu göstermektedir."


Türk sosyoloji ve düşünce geleneğini toplum mühendisliğinden çıkartıp, Türk toplumun kökenlerinden devraldığı mirası kendi dönemini de kapsayan bir yelpazede ele alarak çözümleyen Erol Güngör, mevcut sosyoloji geleneğini Batılı paradigmalardan kurtarmayı kendisine amaç edinerek hayatını ilime ve irfana adamış sıra dışı bir münevverdir.

Başta din olmak üzere; kültür, dil, ahlak, hukuk gibi kavramları milliyetçilik çatısı altında inceleyen Güngör; milliyetçiliği halkçılık meselesi olarak görür. Dünyanın başka hiçbir yerinde o toplumu bir arada tutan değerlerin tartışma veya ideolojik kamplaşma konusu olmadığına dikkat çekerken, Türkiye’de bir zaman sonra ‘asli değerlerin’ ‘ideal değerler’ haline gelmemesi için eski diye bir köşeye atılan milli kültürün ‘milliyetçilik’ anlayışıyla yeniden canlandırılarak, ona sahip çıkılması gerektiğine salık verir. Zira bu mümtaz şahsiyet, mahut mirasın taşıyıcısı olarak Türk halkını telakki eder. 

Batılılaşma ve modernleşme olgularının farkını ortaya koyup, toplumsal gerçekliklerin modernleşme serüveni içerisinde göz ardı edilmiş olduğunu yazılarında sık sık vurgular. Onun tek derdi, yönetici ve okumuş tabaka ile halk arasındaki kopukluğu ve bu kopukluktan kaynaklanan ahlâk buhranını çözüme kavuşturacak olan Türk İslam kültürünü yeniden ‘inşa etmek’tir.

Bu araştırma, Türk İslam geleneğinde bir sapma olarak görülen Tanzimat Fermanından bu yana Türk toplumunun yaşadığı sorunları akademik alanda çözümlemeye çalışan Erol Güngör’ün yazın çalışmalarını incelemek suretiyle, onun döneminde verilen benzer mücadeleler içerisinde kendisinin farkını ve özgünlüğünü ortaya koymaya çalışmaktadır.

Türk Sosyolojisi'nde Erol Güngör’ün konumunu ve önemini anlamak oldukça önemlidir. Bu çalışma, onun şahsi farklılığı ve özgünlüğü ile bir kültür çözümlemesini betimlemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda, ‘milliyetçilik’in temel unsurları olan din, toplum anlayışı, kültür, edebiyat ve dolayısıyla dil, ahlak, vb. onun perspektifinden sunulmaya çalışılmaktadır.

Erol Güngör’ün Kısa Süren Asırlık Ömrü

Hacı Bektaş-ı Veli gibi, namları ve tesirleri sınırlar ötesine ulaşan dervişlerin diyarı Kırşehir’de, 25 Kasım 1938’de, Abdullah Sabri Bey ve Zeliha Gülşen Hanım’ın üçüncü oğulları olarak dünyaya geldi. Dedesi Hafız Osman Hamdi Efendi, Ahi Evren Camii’nde imamlık yapıyordu ve çevresi tarafından çok sevilen ve saygı duyulan bir zat idi. Babası Adliye Zabıt Katibi olması nedeniyle sık sık şehir dışına çıktığı için, Güngör ve kardeşleri daha ziyade “Nafiz Osman Hamdi Efendi’nin torunları” olarak anılıyorlardı. Büyük babası, din hocası olmasına rağmen, torunlarına dinî bir eğitim vermermişti. Fakat Güngör için durum farklıydı.

Çok küçük yaşlardan itibaren kitaplara, öğrenmeye karşı büyük bir ilgi ve merak vardı. Ortaokuldayken daha, dedesinden hususi dersler alarak eski yazıyla okuyup yazmayı öğrendi. Aynı dönemde,  dedesinin de teşvikiyle Kırşehir’in seçkin kimselerinin toplantılarına katılıp, dönemin Divan Sohbetlerini takip etmeye başladı.

Lise çağlarına geldiğinde, çevresi ondaki Ziya Gökalp tesirini görebiliyordu. Kavrayamamış olduğunu itiraf ettiği, Hilmi Ziya Ülken’in Yeni Sabah Gazetesindeki yazılarını takip etmeye başladı. Onlar arasında özellikle biri vardı ki, kendi tabiriyle adeta büyülenmişti: “Büyük İhtidalar”.

O yıllarda sosyal ilimlere dair merakını; Mustafa Sekip Tunç, Mümtaz Turhan, Mehmet Kaplan gibi ünlü hocaların eserlerini okuyarak gidermeye çalışıyordu. Oldukça geniş bir ilgi yelpazesine sahipti. Lise yıllarında okumak için gittiği Sivas’tan, bazı imkânsızlıklar yüzünden geri dönmek zorunda kaldı.

Eğitimine bir yıl ara vermek zorunda kaldığı bu dönemde, boş kalan zamanlarını değerlendirmek üzere bir yandan çalışmaya başlamış bir yandan da Hıristiyan iken ihtida edip Müslüman olan Ermeni asıllı bir zatın elinde bulunan Kızılırmak şairi Âşık Said’in Mesrop Alfabesi ile tesbit edilmiş şiirlerini rik’a’ya geliştirdi. Onları tahvil ederek tarihin derinliklerinde kaybolmaktan kurtardı.

Hiç boş durmayan Güngör, bir yandan Mehmet Zülfü İkiz’den Arapça dersleri alırken; diğer yandan yazmaya odaklanmıştı. İlk yazısı, taşra gazetesinde bir rumuz ile yayınlandı. Yazıdaki üslubundan dolayı, yazının yazarının çok olgun bir kimse olduğu düşünüldü. Milliyet yazarlarından Ref’i Cevad Ulunay’a gönderdiği mektubu, yazar tarafından takdir görmüş ve köşesinde yayımlanmıştı. A. Buğra imzası ile daha gitmeden, İstanbul basınında oldukça kabul gördü.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 1956 yılında kaydoldu. Daha ilk yılı olmasına karşın, kısa zamanda “Küllük” müdavimleri olarak bilinen çevre ile yakın ilişkiler kurmayı başardı. Bunlar arasında, tarihçi Mükrimin Halil, Şair Asaf Çelebi ve Fethi Gemuhluoğlu’nun sohbetlerini takip etmeye başladı.

Diğer yandan ünlü Felsefe hocalarından Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Nihal Atsız gibi isimlerle görüşmeye başlayıp; farklı görüş ve düşünce sahiplerinin ortaya çıkardıklarından bir sentez oluşturmaya çalışıyordu. Gemuhluoğlu, Güngör’ün Mümtaz Turhan’a duyduğu saygı ve hayranlığını görüp, onları tanıştırdı. Turhan, çok kısa bir zaman içerisinde karşısındaki gençte bulunan potansiyeli keşfederek, onu kendi yanına almak için teklifte bulundu. Güngör, yakın çevresiyle yaptığı istişarenin ardından teklifi kabul edip, 1961 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Kürsüsü’nde eğitime başladı.

Bölümün çok yeni ihdas edilmesinden dolayı, genellikle yabancı olan hocalardan İngilizce dersler almaya başladı. Verilen dersleri eski harflerle not alıp, onları hocasına vermesini diğer hocaları hayranlıkla karşılıyorlardı. “Kültür Temaslarının Atitütler Üzerindeki Tesiri” konulu lisans teziyle 1961 yılında mezun oldu. Aynı yıl, Edebiyat Fakültesi Tecrübî Psikoloji kürsüsüne asistan oldu.

Yüksek lisans eğitimi aldığı süre içerisinde E. Kırşehirlioğlu rumuzuyla yazıları yayınlandı. Özellikle “Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri” adlı eseri, kısa zamanda ilgi çekti. Bu eserin ortaya çıkmasında kendisine ilham kaynağı olan kimse; sık sık görüştüğü emekli tank yüzbaşısı olan Ziya Uygur’du. Güngör ondan bilhassa Yahudiler, Tevrat ve masonluk gibi konular hakkında çok şey öğrenmiştir.

1965’te, Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın danışmanlığını yaptığı “Kelamî Yapılarda Estetik Organizasyon” adlı teziyle doktorasını tamamladı. 1966- 68 yılları arasında, araştırma ve inceleme yapmak üzere gittiği Amerika’da, Colorado Üniversitesi Davranış Bilimleri Enstitüsü Başkanı Sosyal Psikolog Dr. Keneth Hommond’un nezaretinde milletler arası olan bir çalışmada yer aldı.

Özellikle Fransızcadan İngilizceye yaptığı tercümeler sayesinde ilgi çekti. Bu deneyim, onun fikir ve düşünce dağarcığında müthiş gelişmeler sağlamıştır.

Türkiye’ye döndükten kısa zaman sonra, derin bir saygı ve muhabbet duyduğu hocası Prof. Dr. Mümtaz Turhan vefat etti. Bu, onun hatırasında derin izler bıraktı. Çalışmalarına ara vermeden devam eden Güngör, askerliği sırasında hazırladığı “Şahıslar Arası İhtilaflarda Lisanın Rolü” başlıklı teziyle sosyal psikoloji doçenti oldu. Hemen iki yıl sonra, merhum hocası Turhan’ın kurduğu ve vefatına kadar başkanlığını yürüttüğü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tecrübî Psikoloji Kürsüsünün başkanlığına getirildi.

Türk Edebiyatı Cemiyeti’nin Topkapı Sarayındaki bir toplantısında, Türkolog Şeyma Hanım’la karşılaştı. Yakın çevresine, bu hanımefendiye dair sorular sormaya başladı. Bu karşılaşmadan etkilenen yalnızca Güngör değildi. Şeyma Hanım da o sıralarda Güngör’ün “Sosyal Psikoloji” adlı eserini okumaktaydı. Toplantı esnasında Güngör’ün adı zikredildiğinde Güngör ilgisini çekti ve karşısında umduğundan çok daha genç birinin olduğunu gördü. Güngör’ün ilgisinden Şeyma Hanıma bahsedildiğinde, bundan etkilendi ve hocası Nihat Sami Banarlı’nın tavsiyesine uyarak Güngör ile tanıştı. Hatta hocasının ona bir telmihi oldu: “Erol’u sadece görmeyin Şeyma Hanım, evlenin Erol Beyle”.

Nişanlanmalarının hemen ardından, talihsiz bir şekilde Güngör bir kalp krizi geçirdi ve Londra’da başarılı bir kalp ameliyatı oldu. Doktorların ikazı ve çevrenin rahatsızlığını hatırlatmalarına rağmen, 1973 yılında Şeyma Hanımla evlendi. Evlenmelerinin ardından, Güngör’ün ölümüne kadar, on yıl boyunca, bu rahatsızlık nüksettiği için oldukça sıkıntılı bir dönem yaşadılar. Oğulları Turhan’ın doğumu, onlar için büyük sevinç kaynağı oldu.

Güngör, kırk yaşına geldiğinde, “Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar” adlı teziyle sosyal psikoloji profesörü oldu. 1982’de YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın Samsun 19 Mayıs Üniversitesi rektörlüğü teklifini sıhhî endişelerle reddetmek durumunda kaldı. Ancak Doğramacı ısrarlıydı ve kısa zaman sonra, bu sefer Selçuk Üniversitesi Rektörlüğünü teklif etmişti. Başkanın ısrarı karşısında teklifi kabul eden Güngör, görevinin başına gelmesinin sekizinci ayında, 24 Mayıs 1983’te, Konya’ya gitmek üzere İstanbul’daki evinin önünde duran arabasının yanında kalp krizi sonucu hayata veda etti.

Onun kitap ve makalelerini okuyan birçok kimse, onu derinlemesine tanımadığı için, fikri teemmülleri konusunda yanılgıya düşerler. Hatta çok spekülatif yorumlara dahi girişirler. Oysa Güngör’ün ilgi alanı oldukça geniştir ve yakın dostlarının tabiri ile “her çiçekten bal almasını bilen biridir”.

Yaşadığı dönemde, özellikle 1960-80 arasında sadece, üç darbeye tanıklık etmiş ve yaşanan bu buhranlı dönemde, birçok aydının sosyalist eğilimlerine karşın; Güngör milli kültüre yönelmiştir. Bir yandan ihmal edilmiş kültürel mirasa sahip çıkarken, diğer yandan sosyal bilimlerin geniş yelpazesinden istifade ederek, toplumsal sorunların çözümüne ilişkin çalışmalar yürütür. Onun ufku ve fikir üretme konusundaki kabiliyeti, kuşkusuz genç yaşına rağmen engin birikimine dayanır. Bu sayede belli ideoloji ve doktriner görüşlerin çok ötesine geçme imkânına sahiptir ki; ondaki bu derinliği anlamlandıramayan bazı çevreler, kendisini o ideolojik kalıplar içerisine yerleştirmeye çalışırlarken aslında ne beyhude bir işle uğraştıklarını fark edemezler.

Her görüşe, her fikre eşit mesafede durmaya çalışan Güngör, bu sayede, çok kısa dönemde Konya’da çok sevilmiş ve halk tarafından kucaklanmıştır. Güngör’ün vefatı, henüz kendisini çok yeni tanıyıp, bağrına basan halkta derin üzüntü yaratmıştır.

Anlaşılamayan Bir Milliyetçilik Tasavvuru

Erol Güngör, Türkiye’nin siyasi yapısına kavganın, kamplaşmanın hâkim olduğu yıllarda, milliyetçiliğin her zaman yapıldığı gibi siyasi yönünü tartışmak yerine, ilmi boyutu üzerinde yoğunlaşmayı ve çalışmalarını da bu perspektif etrafında oluşturmayı tercih etmiştir. O dönemde Türkiye’de siyaset sağ-sol tartışmalarıyla sınırlı tutulmuş, örneğin din, dil, tarih, milli kültür gibi değerler herkes tarafından ve esasından apayrı bir platformda tartışılmış, bu değerleri sol cenahın aşağılaması sağ cenahı spontane gelişen bir müdafaaya sevk etmiştir.

O yıllarda birkaç istisna dışında Erol Güngör’e kadar bu müdafaa şeklinin siyasal tarafı öne çıkarılmışken Erol Güngör ilmi bir zihniyet içerisinde milliyetçiliğin kültürelliği üzerinde durmuştur.

O, milliyetçilik derken literatüre yeni bir teori eklemek yahut bir siyasi program geliştirmek idealinde değildir. Ona göre bu mefhumu basit bir şekilde bir sosyolojik ya da felsefi doktrinin sınırları içine sıkıştırmak olanaksızdır.

Bir sosyal psikolog olması itibariyle Erol Güngör, bu meseleyi ele alırken hem insanın tutum ve davranışlarının başlıca kaynağı olarak topluma hem de ferdi şahsiyet sahibi olan insana yönelmeyi amaç edinmiştir. Sahip olduğu entelektüel yaratıcılığı sosyal psikolojiden edindiği anlayıcı ve kavrayıcı bakış açısına ekleyerek toplumsal olgu ve olayların detaylarına daha fazla inebilmiş ve bunları daha anlamlı ve tutarlı bir bütün içinde değerlendirebilmiştir.

Bu doğrultuda Türkiye’deki anarşi hareketlerinin en çok genç nesilleri tedirgin ettiğini, Batılılaşmanın gençlere sahte, muhtevasız baştan savma şeyleri vazgeçilmez kıymetler olarak gösterdiğini, böylelikle gençlerin bir vatandaş olarak girecekleri cemiyette kendilerini tatmin edecek hiçbir şey bulamadıklarını ifade etmesi onun bir toplumsal olguyu incelerken sosyal psikolojiden kazandıklarını gösteren en belirgin kanıttır.

Güngör’ün milliyetçiliği en temelde bir halkçılık problemidir. Halkın hem milli kültürü koruyan ve devam ettiren olması hem de milli egemenlik ilkesinin milliyetçiliğin temel önermeleri içinde yer alması milliyetçiliğin halkçı bir öğreti olduğunu göstermektedir.

Milliyetçiliğin dayandığı temel prensipler ve bu cereyanın tarih içinde getirdiği macera göz önünde tutulursa, halkçılık ve milliyetçiliğin niçin birbirinden ayrılamayacağı açıkça görülür. Ona göre milliyetçiliğin asıl hedefi geniş kitlenin iradesine dayanan bağımsız bir siyasi idare ve bu siyasi birlik içinde milli bir kültür meydana getirmek olmuştur. Tarihi gelişme vetiresi içinde milli kültürün teşekkülünden sonra milli devlete geçtiği hallerde görülmekle beraber, siyasi birlik ve kültür birliği yoluyla modern bir cemiyet haline gelme çabası, bütün milliyetçi hareketlerin değişmez programı olmuştur. Dikkat edilirse, böyle bir programın siyasi rejimle ilgili tarafı kadar milli kültürle ilgili hedefleri de ona tamamen halka dayanan bir modernleşme cereyanı karakteri vermektedir.

Milliyetçiliği bu yüzden halkçılıktan ayrı olarak düşünemez (2004: 23). Ne iktisadi bir sınıf ne sosyolojik bir kategori ne de bir sosyal tabaka olarak değerlendirilemeyecek olan halk Erol Güngör’e göre zaman içinde bir taraftan eski karakterini, kendine temel olan niteliklerini yitirmiş diğer taraftan da bunları koruyabilmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi bugün de halk münevver karşısında ayrı bir grup olarak yer aldığını ifade eden Güngör artık bu iki grubun ortak bir kültür nizamı içinde kaynaşmasının neredeyse mümkün olmadığını dile getirir.

Tarih boyunca halk, münevveri maddi çıkarlar peşinde koşan, yabancıyı taklit etmeyi temel uğraş edinen, manevi değerlere kayıtsız, kibirli, gururlu vb. gibi özelliklerle tanımlamış; bu nedenle de münevverle olan ilişkilerini asgari düzeyde tutma çabası vermiştir. Bununla birlikte münevvere göre de halk cahil, hurafelere inanan, olayları ancak dar zaviyelerle izleyebilen bir tiptir. Bundan dolayı münevver için halktan uzaklaşmak, onunla olan temasını en aza indirgemek kendisini ait hissettiği grup tarafından daha fazla itibar kazanmak demektir. Erol Güngör’e göre bu durum Türkiye’de en çok, başlıca hedefi milli kültür bütünlüğünü ve siyasi bütünlüğü kurmak olan milliyetçiliği tehlikeye sokmaktadır.

Güngör’e göre Osmanlı modernleşmesinin başladığı 18. yüzyıldan itibaren belirgin bir şekilde ortaya çıkan ve yeni bir millet yaratma ideali olan İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık akımları başarılı olamamıştır. Bu akımlar yeni milletin hususiyetlerinin ne olacağı konusunda aralarında biz uzlaşı sağlayamamış, bu uğurda gösterilen çabalar günü kurtarmanın ötesine gidememiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ise toplumsal değerler ve siyasi unsurlar tamamıyla Batı kültür temeli üzerinde inşa edilmeye çalışılmıştır.

Devrimciler bugünkü hayat şartlarına göre bir çözüm aradıkları için ilk bakışta gerçekçi görünmektedirler, ama onların modern şartlar dedikleri şey daima yabancı memleketlerin hal ve şartları olagelmiştir. Bu yabancı tavrı yaratan başlıca sebeplerden biri de devrimcilerin Türk tarihini,  Türk kültürünü bilmeyişleridir (Güngör,1993: 33).

Erol Güngör münevverlerin modernleşme sürecinde uyguladıkları yöntemleri, bir milleti başka bir millete tıpa tıp benzetmeyi hedef edindikleri için eleştirir. Ona göre batıdan nelerin alınması, nelerin alınmaması gerektiğini tartışmak yersizdir. Elzem olan bir “milli kültür” oluşturmaktır. Milli kültürün oluşması ise ortak bir tarihi geçmişe sahip olmaya bağlıdır. Milliyetçiliğin doğuşu da temelde böyle bir tarih anlayışının doğuşu demektir. İnsanları millet adı verilen bir sosyal bütünün parçaları olduklarına inandırmak ve bu yolla da insanlar arasında birliği, bütünlüğü ve dayanışmayı sağlamak milli tarihin en temel fonksiyonudur.

Erol Güngör’e göre “tarih şuuru” denilen kavram tam da bu noktada belirmektedir. İnsanların kendilerini bir sosyal bütünün parçaları olarak görüp buna inandıkları anda “tarih şuuru” da kazanılmış olur. Milliyetçi politikacılar, ilim ve fikir adamları, sanatçılar kendi cemiyetlerine böyle bir şuur vermeyi başlıca görev sayarlar. Çünkü bir insan topluluğunu bir millet haline getirmek, her şeyden önce, onları bir millet olduklarına inandırmakla mümkündür.

Eskililiğin sübjektif tarih bakımından önemi şuradadır: Her türlü adet, inanç, pratik ve her türlü müessese meşruluğunu büyük ölçüde eskililiğinden alır. Bir şey ne kadar eskiye dayanıyorsa, o kadar haklı, o kadar güçlü manasına gelir. Çok eski olmak o derece denenmiş olmak demektir. İnsanlar çok denedikleri ve açıkça bir zararı görülmeyen veya yerine daha iyi bir başkası bulunmayan şeylere güvenle sarılırlar. Eskinin, yani eskiden beri denenmekte olan şeyin nasıl bir sonuç vereceği bellidir. Yeninin en zayıf tarafı ise sonucu hakkında daima bir şüphe duyulmasına sebep olmasıdır. Ayrıca, eskinin her türlü şahsi bağlantılardan soyutlanmış olması, onu büsbütün kuvvetli kılmaktadır. İşte millet hayatında mevcut bulunan bir inanç veya pratiğin böyle eski bir geçmişe dayandırılması, o inanç ve pratiğe ortak olarak sahip bulunan kimseleri birbirine iyice kenetleyecek, aralarında akrabalığa benzer bir kaynak birliği yaratacaktır (Güngör, 1999: 80).

Erol Güngör Batılılaşmadan önce Türklerin ahenkli bir kültür ve ahlak nizamı olduğunu öne sürer. Bu süreçten sonra insanlar artık hızla değişen hayat şartlarına uygun bir gelişme kaydedememişler; medeniyet seviyemizle manevi kalıplarımız arasında doğan uzlaşmazlık ahlak nizamını da buhrana sürüklemiştir. Bir ülkede gençlerin milli kıymetlerden her yönüyle nasiplenmiş olmaları için önce o memlekette belirli kıymetlerin var olması ve toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilmesi gerekir.

Bu anlamda Güngör, Türkiye’de sosyolojik anlamda ortak bir milli kültür var olmadığı için ortak bir ahlak nizamından da bahsedilemeyeceğini vurgular. Dolayısıyla olmayan bir şey de gençlere verilemeyecektir. Bu tespitten sonra Güngör’ün sosyal psikolog kimliği devreye girmektedir. Ona göre Ortaöğretim ahlaki kıymetlerin yerleşmesi sürecinde önemli bir dönemdir.

Toplumun küçük bir örneğini temsil eden okulda çocuğa ahlaki bir eğitim verilse de o dışarıya çıktığında öğrendikleriyle toplumun yapıp etmelerinin uyuşmadığını görecek ve bütün öğrendiklerinin bir masaldan ibaret olacağını düşünecektir. Böylece topluma olan güvenini kaybeden, ahlaki olarak yetersiz kalan bireyler en genel manada toplumsal yapıda düzensizliğe, kargaşaya sebebiyet verecektir. Tanzimat’tan sonra başlayan hızlı değişim ve hatta değişmeyen tek şeyin kalmaması süreci bu durumu iyiden iyiye tetiklemiştir.

Bundan sonra kontrolden çıkan değişimin sınırlarının çizilememesi nedeniyle toplum kendini yeniden bir karakter yapılanmasının eşiğinde bulmuştur. Bu eşikte toplum, karşısında dimdik duran kimlik buhranını halledebilmek için yeni değerler sisteminin kıymetini biçeceği bir cetvele, güvenilir bir ölçüye ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyacı yakinen hisseden Erol Güngör bununla ilgili olarak 1974–1975 yılları arasında iki eser kaleme almıştır: Bunlardan biri Değerler Psikolojisi, diğeri Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak’tır.

Ahlak konusunu psikolojik bir mesele olarak değerlendirme gereği duyan Güngör’e göre psikolojide ahlak problemi daha ziyade bir gelişme problemidir, bu nedenle de ahlak sorunlarıyla yoğun bir şekilde uğraşanlar gelişim psikologları olmuştur. Bu psikologlar ahlakın boyutları olan bilgi, duygu ve hareket üzerine çalışmalar yapmışlardır.

Psikologlar ahlak konusundaki asıl araştırmalarını temel psikolojik proseslerin –ahlakın öğrenilmesi, ahlaki bilgi ve duygu bakımından meydana gelen değişmeleri, ahlaki davranışın öbür psikolojik değişkenlerle ilişkisi vs.- ortaya çıkarılmasına ayırmakla beraber, büyük ölçüde ferdi mahiyette olan bu değişkenlerin yanı sıra sosyal değişkenlerin rolünü de ihmal etmiş değillerdir. İnsan davranışı boşlukta meydana gelmediğine göre, bu davranışların çevre faktörleriyle çok sıkı bir ilişkisi bulunduğu muhakkaktır. Özellikle mukayeseli çevre araştırmaları bize sadece uygulama için rehber olmakla kalmaz, aynı zamanda temel psikolojik proseslerin çevreye bağlı değişkenlerden arıtılarak daha iyi teşhis edilmelerine imkân verir. Bu yüzden özellikle gelişme teoricileri kendi hipotezlerini değişik kültür çevrelerinde araştırarak bunların genelliğini ispat etmeye çalışmaktadırlar (Güngör, 1998-c: 26).

Güngör’e göre ahlak gerek bireysel gerekse toplumsal olarak refahın sağlanması bakımından ihmal edilemeyecek bir sistemdir. Bu nedenle o, ahlakı din, hukuk, demokrasi, savaş ve makine medeniyeti gibi pek çok olguyla olan ilişkilerini de göz önünde bulundurarak, onu tüm boyutlarıyla analiz etmiştir. Olmazsa olmaz bir sistem olması itibariyle analiz edilmesi de ona göre bir zorunluluktur. Zehirli maddelerle faydalı yiyecekleri ayırt etmek zorunda bulunan insanlar, iyi davranışlarla kötü davranışları ayırt eden bir manevi sisteme de sahip olmalıdırlar. Aslında ahlakın varlığı bir çeşit tabiat kanunudur. Suyun bulunduğu yerde, nasıl hayat varsa, insanların bulunduğu yerde de ahlak vardır. İnsanlara düşen iş, ahlakı en iyi forma dönüştürmektir; öyle ki hepimizin davranışlarına sevgi, iyi niyet ve sorumluluk duygusu hâkim olsun, cezayı gerektirecek hiçbir hareket görülmesin. Böyle bir ideali gerçekleştirmek imkânsızdır, ama bir toplum yeni nesillere bu değerleri ne derecede aşılayabilirse, huzur ve refah içinde yaşama imkanı da o derecede artmış olacaktır. Yeni nesillere manevi değerlerin verilmesi bu bakımdan büyük önem taşır (Güngör, 1998-b: 20).

Din'in Kapsayıcı Mahiyeti

Erol Güngör için genelde din özelde ise İslam dini Türk toplumunun yapısında etkili ve önemli bir unsur olması itibariyle milliyetçiliğin en önemli faktörlerindendir. Milliyetçilikten dine kayan çizgisinde Güngör, milli bir birlik, milli bir beraberlik arzu ediliyorsa dinin asla geçiştirilemeyeceğinin altını çizer.

Ona göre modern toplum ve bu toplumun insanları, genel olarak huzursuzdur. Çünkü modernleşme manevi boyutu göz ardı eder. Böylece insan maddi bir refah içinde olsa da sürekli manevi huzura ulaşma arzu ve çabasındadır. Hayatını büyük ölçüde kolaylaştıran teknolojinin baş döndürücülüğüne de güvenmemektedir. İnsanı dünyadaki yalnızlığından kurtarmada, kâinatın hikmetini anlamasına olanak sağlayacak bir izah şeması sunmada din, bir çıkış yolu, bir reçete gibidir.

Modernizm, materyalist ve pozitivist bilim anlayışını körükleyerek tekdüzeleştirici bir hayat tarzı getirmiştir. Hep daha iyiye giden ilerleme, süreklilik arz eden gelişme, akıl temelli dünya, özgürlük ve otorite arasındaki çelişki modern insana en temel ihtiyacının bütüncül bir hakikat arayışı olduğunu göstermiştir. İnsanlar bu arayışta dinden hiç kopmamışlar, başka bir sisteme geçmemişlerdir. Yani bu durum, bir dinden başka bir dine geçmekle sonuçlanmıştır.

Toplumlar değişen dünya düzenine karşı değişmeyen değerler aramışlar, bunu da zaman ve mekân üstü bir kaynağa dayandığı için dinin değerlerinde bulmuşlardır. Bununla birlikte Güngör modern zamanlarda dinin toplum üzerindeki kontrolünün zayıflamış olmasının farkındadır. Ancak o, dinin kendini değişen şartlara göre yorumlayabilme kapasitesinin, kendisini yenileme ve dönüştürme özelliğinin olduğuna dikkat çeker ve bu kapasiteyi harekete geçirmeyi önerir.

Ona göre Batı medeniyetinde bocalayan, manevi buhranlarıyla burun buruna gelen insanlığa neler verebileceği konusunda İslam apayrı bir yerde konumlanmaktadır. Medeniyet ve inanç sistemi arasında doğrudan bir ilişki kuran Güngör, bu ilişkinin birbirini tamamladığını ileri sürer. Burada Erol Güngör Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan kültür ve medeniyetin birbiriyle hiçbir ilgisinin olmadığı yönündeki görüşüne şiddetle karşı çıkar.

Ona göre İslam’ın kendisinin gereği gibi yaşanması durumunda, bugün tek ve benzersiz medeniyet olarak gösterilen Batı medeniyetinin yerine İslam kolaylıkla oturabilir. Erol Güngör İslam’a ilişkin görüşlerini ve tekliflerini İslam’dan bir İslam hukuku olarak yararlanmak ve İslam tasavvufunun zararlarını gidermek bağlamında ortaya koyar.

Mütefekkir’e göre bugün İslam dünyasının en önemli meselelerinden biri hem İslam’a hem modern hayata uygun bir hukuk sisteminin kurulmasıdır. Bu din sadece insanla tanrı arasındaki münasebetleri değil de, aynı zamanda insanlar arasındaki münasebetleri de düzenlediğine göre, o dinin mensupları en azından kendi aralarında inandıkları dinin prensiplerinin geçerli olmasını isteyecektir. Nitekim ondokuzuncu yüzyıldan bu yana İslam ülkelerinde birçok batılı kanunun kabul edilip yürürlüğe konmuş olması oralarda çeşitli derecelerde huzursuzluklara yol açmış bulunmaktadır. Bu huzursuzluklar modern hukuk sistemlerine karşı reaksiyonları değil, modern sistemlerin tamamen yabancı kültürlerden olduğu gibi alınmasına karşılık, yerli hukuku gözetecek kanunlara duyulan özlemi ve ihtiyacı temsil etmektedir (2005: 79).

Güngör’ün İslam’a ilişkin tefekküratını anlama noktasında bir diğer mesele tasavvuftur. Ona göre İslam’ın yenidünyada nasıl yorumlanacağı, yani bugün nasıl bir din hayatı yaşamak gerektiği sorusu sorulduğunda tasavvuf çözülmesi gereken bir problem olarak karşımıza dikilmektedir.

Tasavvuf Erol Güngör için tamamen manevi bir deneyimi esas alan daha belirgin bir ifadeyle sübjektif sonuçlar veren bir sistemdir. Bu anlamda Güngör’ün sözünü ettiği tasavvufun siyasete uzanan bir tarafı yoktur. Çünkü İslam, siyasete ilişkin bir dava gütmez. Müslümanlar için şuan gerekli olan, yeni bir medeniyet kurmak ve varlıklarını koruyarak yüceltmektir.

Ona göre modern dünyada hayatlarını İslamiyet’in temel düsturlarına birebir uyacak şekilde çizmek, düzenlemek isteyen Müslümanlar için tasavvuf başlı başına bir rehber değildir. Tasavvufi bilginin temel ve ikinci dereceden inanç ve eğilimleri açısından sufiler arasında bir birlik ve ortak anlayış olduğunu söylenemez. Bu yüzden sufilik hiçbir zaman tam bir doktrin yapısı kazanamadığı gibi, sufiler de hiçbir zaman belli bir grup teşkil etmemişlerdir.

Erol Güngör’e göre tasavvuf diğer mistik sistemlerde olduğu gibi, yaşama karşı belli bir bireysel tavır ve davranış olarak başlamış, bir yaşam ve düşünce tarzı halinde sistematize edilmeye çalışılmıştır. Tarikatlar birer sufi örgütlenmesi olarak doktrinlerden hareketle meydana gelmiştir. Bunların oluşumundaki dış faktörler ne olursa olsun, sufiler kendi tarikatlarına teorik bir yapı kazandırmaktadır. Buna göre tarikatın amacı, sufinin amacını gerçekleştirmektir. Sufinin amacı ise, çok genel çizgilerle, kendisinde ilahi tarafı gerçekleştirmek, onu ortaya çıkarmak, yani görünür âlemi bırakıp, görünmeyeni, yani Allah’ı bulmaktır (Akgül, 2002: 329–330).

Tüm bunlarla beraber Erol Güngör,  İslam Tasavvufunun Meseleleri adlı çalışmasında ortaya çıktığı andan itibaren tasavvuf ve mistisizmin en tartışmalı konularından biri olan bilgi sorunu üzerine de eğilir. Bilimsel bilgi görünürdekilerin bilgisini verdiği için, tasavvuf bunun dışında bir bilgi felsefesi oluşturmuştur. Bu bilgi eşyanın özünü doğrudan doğruya kavramayı sağlayacak sezgisel bilgidir. Sezgi ise şuurun kendine yönelmesi, kendi üzerine kıvrılması, yani dış dünya yerine kendini müşahede etmesi demektir. Bazı filozoflar böyle bir müşahedenin gerçeği olduğu gibi verebileceğini söylemişlerdir, çünkü onlara göre fenomenler, yani eşyanın görünüşleri (varlığa karşı “oluşlar”) zaman ve mekâna bağlı şeylerdir ve bizler onları daima dolaylı olarak idrak edebiliriz (Güngör, 1998-a: 115).

Edebiyat, Dil ve Toplum

Güngör, sanat ve edebiyata dair yaptığı araştırmalar sayesinde, oldukça sağlam bir kritik yapma kabiliyeti geliştirmiştir. Sanat ve edebiyatın kültürel boyutunu öne alarak yaptığı değerlendirmeler oldukça dikkat çekicidir.

İnsanı anlama çabası, modernizmle birlikte ancak bilimsel bir faaliyet içerisine hapsedilmiştir. Oysa Güngör'e göre "ilmî bilginin yanında sanatkârın sezgisi, ahlakçının iç müşahedesi, din adamının bakış ve kavrayışına ihtiyaç vardır. İnsan, ilim ve sanatın konusudur ve insan hakkındaki bilgi iki yoldan temin edilir. İlim, nazariyat yoluyla dolaylı olarak gelen bilgiyi işlerken; sanat sahası doğrudan duyulardan aldıklarını işler." (Özarslan, 2007; 82) Sanat, bu anlamda estetiği, dini ve ahlakı kapsayacak kadar geniş bir niteliğe sahiptir. Güngör'e göre insan, sanat sahasında en mükemmel bir şekilde edebiyatta işlenir. Bunun için en uygun zeminini de roman oluşturur.

Güngör'ün sanata ve edebiyata olan bu ilgisi ve hayranlığına rağmen, onun "nefsine hâkim olduğunu" söyleyerek, edebiyattan uzak durmasını anlamak için; onun yaşadığı döneme dair fikriyatını bilmek gerekir. O, içerisinde yaşadığı toplumun kültürel değerlerini yitirdiğine işaret ederken, böylesi bir çözülmenin yozlaşmayı beraberinde getireceğini ifade eder. Ancak bu yüzeysel bir tahlil değildir. Genel olarak, toplumsal süreçte yaşanan bir yozlaşma, o toplumun en ücra köşesinde kalmış bütün hücrelerini de bu yozlaşmanın içerisine çeker. Modernleşme süreciyle, Türk toplumunda yaşanan hızlı değişim, bu değişimi içerisinde dönüştürüp onu ileri aşamalara taşıyacak olan potansiyellerin ihmal edilmesi ve hatta bu sürecin tamamen dışında bırakılmasının doğurduğu sorunlara odaklanan Güngör; "hakiki" değerin etkisinin yitirmesiyle bütün değerlerin de alt üst olduğunu ifade eder. Böylesi bir ortamda, edebiyat yapmanın da imkânı kalmamıştır. Bundan dolayı edebiyata itibar etmez. Bu anlamda, hocası Mümtaz Turhan’a yakın bir duruşu vardır. Hocasının sık sık öğrencilerine edebiyattan uzak durmalarını telkin etmesinin mahiyetini kavramış görünmektedir Güngör. Ancak onun edebiyata mesafeli duruşu, ona edebiyattan korkuyor olduğuna dair eleştiriler yöneltilmesine sebep olur. Oysa değerler yit(iril)mişse, ortaya "şahsiyetsiz", "hüviyetsiz" ve "soysuzlaşmış" eserler çıkar. Onun bu kabulleri değerlendirildiğinde, korku olarak eleştirilen bu mesafeli duruşun, meşru ve nesnel bir zemine oturtulması mümkündür (Doğan, 2006: 247).

Erol Güngör’e göre sanatta esas mesele seviyedir. Seviye ise sadece sanat eseri ile ilgili değil, aynı zamanda sanatçıyla da ilgilidir. Sanatçının içerisinde yaşadığı ve içerisinden beslendiği toplumsal ortam da bu anlamda oldukça önemlidir. Döneminin aydınlarına dair yorumları, sanatçılar için de geçerlidir. Mevcut ideolojik siyasî otoritelerinin propagandalarının etkisi, sanatçıların yaratıcılığını da öldürmüştür. Ancak bu, işin sadece bir boyutudur. Daha çok milli kültürden yoksun bırakılmış Türk toplumu ile ilgilenmektedir.

Ona göre, “Batı kültürüne girememiş, ama İslam kültüründe de kalamamış”, kültürden mahrum bir toplumdur söz konusu olan. Böylesine bir yozlaşma içerisinden çıkacak olan bir edebiyat eserinin, toplumsal gerçekliği yansıtmasının imkânı nasıl düşünülebilir! Sosyal gerçeklik, Güngör’ün üzerinde ısrarla durduğu bir olgudur. Bu manada etrafımızda yaşanan veya içinde yaşadığımız gerçeklikleri ortaya çıkarmak bakımından, sanatkârla ilim adamı arasındaki tek fark, metod farkıdır (Ayvazoğlu, 1998: 260).

Edebiyatı değerlendirirken, doğrudan dine ve dolayısıyla inanca yönelir. Batı’daki Hıristiyanlık dininin, toplumun kültürünü belirlemede ne denli etkin bir işleve sahip olduğuna göndermeler yaparken, diğer taraftan içi boşaltılmaya çalışılan ve toplumsal alanların uzaklarına terk edilmeye çalışılan İslam’ın kültürde etkinliğini yitirdiğini söyler. Böylece bütüncül anlamda bir kültür sorununa değinir.

Batı’daki Hıristiyanlığın, maneviyat ve kültür sahalarına rehber olma özelliğini hala koruduğunu ifade eden Güngör’e göre, dinsiz olanın dahi edebiyat eserinde Hıristiyanlığın ana temaları etrafında dönüp dolaştığını ve kendisini bu gelenek dışında konumlandıramayacağını söyler (Özarslan, 2007: 82- 83). Cumhuriyet öncesi Türk Toplumu ile Batı toplumunu din ile temayülleri noktasında karşılaştıran Güngör, bu iki toplum içerisinden çıkan edebi eserlerin de toplumsal gerçekleri yansıtma noktasında benzerliklerine dikkat çeker: toplumun her alanına nüfuz etmiş bir dinî tefekkür söz konudur ve bundan dolayı eserler de sağlam bir kültüre dayanır. Oysa Cumhuriyet sonrası Türk toplumu için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Taklitçiliğe ve sahte ideolojik kamplaşmalara dayanan ve sağ veya sol yelpazede yer alan sanatsal faaliyetler, tespiti ve teşhisi imkânsız hale gelmiştir (Özarslan, 2007: 85).

Cumhuriyet sonrası edebi faaliyetleri üç kategoride değerlendirir: 1. Kendini Avrupalı görüp kabul eden, Avrupalı gibi görünmek suretiyle çıkarcı Batıcı olanlar, 2. Marksist edebiyatın tesirinde olanlar, 3. Yerlilik iddiasında olan gelenekselciler.
Batıcılar, Türk toplumu için geçerli olmayan bir alay çer çöple doldururlar eserlerinin muhtevasını. Avrupa’da kısa bir zamanda anlamını yitirmiş olan “bunalım edebiyatı”nın izlerini sürerken muhtevasız bir özentinin köksüz ve kimliksiz pençesine düşmüş olduklarının farkında değildirler.


Marksist anlayış, Batı’nın toplumsal gerçeklerini yansıtma konusunda oldukça başarılı eserler vermiş olmasına karşın; onun bizdeki tezahürü idealinden çok ayrı düşmüş ve ancak “zengin düşmanlığı, cinsi serbestlik, savaş ve ordu aleyhtarlığı, din düşmanlığı” gibi temalar işlemekle sınırlı kalmıştır.

Geleneksel anlayışı benimsemiş olanlar ise, nostaljik bir haleti ruhiye ile geçmişi yad ederken, onu diriltmek eğilimindedirler. “Hâlbuki milli kültür unsurlarını işlemek isteyen bir yazarın, milli kültürün ana unsurlarını ve bunların insan ve cemiyet hayatıyla ilgili özelliklerini bulup yakalaması ve hayatın karşılaştığı meselelere milli kültürün teklif ettiği hâl çarelerini tartışıp değerlendirmesi gerekir” (Özarslan, 2007: 86).

Güngör’e göre edebiyat yapabilmek için evvela klasik bir kültürü içselleştirmiş olmak lazımdır. Bunun yanı sıra, kültürün manasını bulduğu dile vakıf olması; edebiyat külliyatını okuyup, oradaki hadiseleri kavraması; sabırlı, disiplinli, dikkatli bir düşünce sistemine sahip olması gerekir (Ayvazoğlu, 1998: 261). Ancak böyle bir donanıma sahip kimse, hüviyetli ve şahsiyetli eserler verebilir. Oysa Türk eğitim sistemi böylesi bir eğitimi vermekten uzaktır. Her şeyden önce dini eğitim konusunda oldukça eksiktir.

Edebiyatın hakkıyla yapılması, ortak bir toplumsal ruhun varlığına bağlıdır. İslam temelli eğitimlerden yoksun yetişen gençler, zaman içerisinde İslam’a yönelmekte ve onu kültürel kimlik ve şahsiyetin kaynağı olarak kabul etmektedir. Böylesi bir gelişme, Güngör’ün Türk toplumunun geleceğine dair ümitlenmesini sağlamaktadır.

Edebiyatın toplumsal işlevine dair görüşleri, onun sosyal psikolog kimliğinin tezahürüdür adeta. Kültürün taşıyıcısı olarak kabul ettiği dili merkeze alarak yaptığı değerlendirmelerde, insan ister istemez kendisini sistematik bir ilişki ve etkileşim bütünlüğü içerisinde konumlandırır. Onun yorumlarından, fikriyatına dair işaretleri izlemek mümkündür: Toplumsuz kültür, kültürsüz edebiyat, edebiyatsız insan mümkün değildir. Zira artık bu toplumdan, toplumsal gerçeklikleri yansıtabilen ve dini ile harmanlanmış başyapıtların çıkmadığına dikkat çeker. Önceleri, ortak değerlere sahip kimselerin ortak okudukları kitaplar söz konusuyken, bugün artık neredeyse ortak ilgilere hitap edecek bir külliyata sahip olmak adeta imkânsızlaşmış gibidir. 

Eserleri:

  1. Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak
  2. Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar
  3. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik
  4. Türk Kültürü ve Milliyetçilik
  5. Dünden Bugüne Tarih Kültür ve Milliyetçilik
  6. Tarih’te Türkler
  7. İslam’ın Bu Günkü Meseleleri 
  8. İslam Tasavvufunun Meseleleri
  9. Sosyal Meseleler ve Aydınlar
  10. Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri
  11. Kelâmi Sahada Estetik Yapı Organizasyonu
  12. Şahıslar Arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Yönü (Rolü)
  13. Tercüme Eserleri:
  14. Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Robert B. Dowins
  15. İktisadi Gelişmenin Merhaleleri, W.W. Rostow
  16. Sosyal Psikoloji- Nazariye ve Problemleri, David Krech& Richard S. Crutchfield
  17. Yirminci Asrın Manası, Kenneth Boulding
  18. Batı Düşüncesinde Büyük Değişme, Paul Hazard
  19. Sınıf Mücadelesi, Raymond Aron



Birsen Şöhret, 18.12.2015, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler









KAYNAKÇA



  1. AKGÜL, M. (2002), Türkiye’de Din ve Değişim Bir Erol Güngör Çözümlemesi, İstanbul, Ötüken Neşriyat. 
  2. AYVAZOĞLU, B. (1998), Erol Güngör’ün Sanat ve Edebiyata Bakışı, Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları, Konya: Türk Yurdu Yayınları: 41.
  3. DOĞAN, M. C. (2006), Edebiyatı Öldüren Bir “Sosyal Bilim”, Erol Güngör, Editör: Murat Yılmaz, Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. 
  4. GÜNGÖR, E. (1993), Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Editör: R. Güler & E. Kılınç, İstanbul: Ötüken Yayınları. 
  5. GÜNGÖR, E. (1998-a), İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
  6. GÜNGÖR, E. (1998-b), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
  7. GÜNGÖR, E. (1998-c), Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
  8. GÜNGÖR, E. (1999), Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
  9. GÜNGÖR, E. (2004), Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
  10. GÜNGÖR, E. (2005), İslamın Bugünkü Meseleleri, İstanbul: Ötüken Neşriyat.
  11. ÖZARSLAN, E. (2007), Düşünce Ufuklarında Erol Güngör’ün Sanat, Edebiyat, Dil ve Tercüme Hakkındaki Görüşleri, Ankara: Lotus Yayınları. 

Seçkin Deniz Twitter Akışı