"Solda birilerinin Tez-Antitez-Sentez ucuzluğuyla Marks’a yamalamaya çalıştığı Meriç Adam, bazı bazı da sağdaki birilerinin ısmarlanmış yorumlarıyla Türk-İslam Sentezinin ete kemiğe bürünmüş prototip arayışına malzeme edilmiş..."
‘Otuzsekizartıotuzüçeşittiryetmişbir’ yaşın
anlatamadığı birikim ondan sonra onu kullanmak isteyenler tarafından içine
doldurulduğu gölcüğün sınırlarına bile uğramamış sanki... Meriç Adam bağrından tutup getirdiği ‘Bir
Dünyanın Eşiğinde’ kalakalmış. Ne bize ne de kapımıza bakıyor... Gözleri
ellerinde kalan dünyada...
Otuzsekizinden sonraki otuzüçün tekmilinde
birden kapanan gözlerinin yerine beynini oyup oradan bakmış herşeye... Nasıl
bir tecessüs ve nasıl bir inattır bu?!..
Susmasına, küsüp gitmesine, küfretmesine,
çıldırmasına ve ölümüne sebep onca yıkıma rağmen okumuş, düşünmüş ve yaza yaza
yaratmış yaşadığı, yaşamak istediği ve yaşamak istemediği dünyayla beraber
kendini de...
Kökünden yapraklarına kadar bir medd-ü cezr
üzerinde yeşermiş, hayatı da, iş’i ve iş’leri de aydınlıktan karanlığa ve baştan
sona kadar bu medd-ü cezrin çalkantılarında şekillenmiş...
Ne içine itildiği toplumda bir yer bulabilmiş
kendine ne de bütün iteklemelere rağmen yerinden oynatılabilmiş... Sadece gözlerinin ve kafasının şehadet ettiği
bir alçalma sürecinde ucundan tutup sayfa sayfa yükseldiği bir kitaba tutunarak
yükselmiş, yükselmiş...
Fransız İdaresindeki bağımlı Hatay’ın bağımsız
çocuğu... Bağımsız Hatay’ın mahpusu... Bir başka kaynaktan doğup bir başka
kaynağa akmaya yazgılı ayrıksı, aykırı bir yerliyabancı...
Okuduğu, oturduğu yerden çıktığı zorlu ve meşakkatli yolculuktan ‘Bir Dünya’yı keşfederek çıkmış zamanın
karşısına ve anlatmaya başlamış... Hediyelerine adres düşecek kadar konuşmak ve
bir muhatap bulmak derdiyle beklemiş, beklemiş... Kimse çalmamış kapısını,yada kimse
yükselememiş harf harf yığarak üzerine çıktığı fildişinden kulesine...
Sonuç körlükten daha vahim; bir dünyanın.bir
dilin, bir şiirin ve topyekün devasa bir
anlamın keşfine çıkan adam çeke sürükleye eşiğimizin önüne kadar getirip
bıraktığı o büyük dünyayı buldukları adalarda saltanat derdine düşen tek bir
korsana bile anlatamamış...
Daha baştan bütün bağımlılıklarla kronik bir
çarpışma ve çatışma halinde kurmuş ilişkisini; idrakine giydirmeye çalıştığı deli
gömleklerinin hiçbirini layıkı veçhile giyinip kuşanamamış... Ne dili, zevki ve
heyecanlarıyla akraba olduğunu sandığı ekollerle ne de fikir ve düşünce
atmosferinde kanat açmaya yeltendiği çevrelerle uyuşamamış bir türlü...
Yüzeye dönük bütün çağrılara kapattığı
kapılarının arkasında El Biruni’den aldığı anahtarla yeni bir dünyayı bulmak
için derinleştikçe derinleşmiş .Önce Veda’lar ve Upanişad’larla zorlamış
yüzeyi, Buda’yı, Mahavira’yı zihnimizin toz kaplamış konuk odasına çağırmış... Bir Şark özet sunmak istemiş Meriç Adam
anlayanlara ve anlamasını istediklerine,yetinmeyip Garp’a çevirmiş beynini, önce
sanat, edebiyat holünden girmiş Batı’ya... Kırkını da tıka basa doldurduğu
birer ambar misali Cervantes’ten Goethe’ye kadar uzandıktan sonra adeta gölgeden asıla geçercesine Batı Romanı'nın bir
varyantı gibi gelişen anlatı sanatımıza da
dikişleri felsefe ile tutturulan sarsıcı bir bakış yönlendirmiş.
Okuyanı çarpan ve çarptığı yerde darmadağın
edip yeniden toparlayan bir duruşu var Meriç Adam’ın; hayatının bütün
yoruculuğuna rağmen hiç yorulmamış sanki, baktığı yerde uçurum kenarlarını
gösterircesine bir ayna tutmuş okuruna...
Ne bir Oblomov gibi boşvermiş hayata, ne de bir
avcı gibi peşine düşmüş hayatın... Tıpkı kendisine bakan yüzey insanlarının
indinde fırlatıldığı yükseklikte omuzlarına kondurulan nişanla mağrur
ol(a)mayışı gibi; dünya ile de fazlaca hemhal ol(a)mamış... Bütün vücuduyla
dönüp arkasına aldığı dünyayı ve zamanını, sadece lüzumunu hissettikçe
hatırlayıp kah alnından öpmek kah suratına tükürmek için yerli yerinde
bırakmış...
Bu yüzden de genel kabul görmemiş maalesef ama
her nasılsa,yaşadığı zamanda sadece bu kabule mazhar olmuş ustalar dan çok daha aşkın bir konum
kazanmış,sadece onaylanmamış... Bir hoca, bir öğretici olarak görmüş kendini; ‘Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu ülkenin. İdrakimize
vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını insanından ayıran
tüm duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi muhteşem bir istikbale bağlayacak
bir köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü...’ diye anlatmış
rüyasını.
Konuşmak, anlatmak ve eleştirmek zorunda kalışı
gibi yaşamayı da giderek bir mecburiyet olarak algılamış ve doyuramadığı
arzularını bulduğu yada bulmayı umarak beklediklerini besleyen büyük bir
sabırla doyurmuş...
Usanıp bıktığı da olmuş bazen: ‘Benzerlerime
iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir yabani gibi yaşadım, bir başkası gibi acı
çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok. Önemsiz hayal
kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar,yerine getirilmeyen projeler...’ diye
dışavurmuş bu sıkıntısını da...
Doğrusunu da kendisi söylemiş zaten
‘Kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladı’ olmayı seçen ‘her büyük adam’
gibi ‘Dünkü veya ötelerdeki bir
cemiyetin değil, kendi cemiyetinin üvey evladı’ olmuş sürekli... Ama heyhat ki
bütün çabasına ve nazına rağmen ne ebeveynleri ne de o sevebilmişler
birbirlerini...
Lüzumundan fazla olan her şeye bağrını açan bu
toprağın insanları da ne acıdır ki, haklı
çıkarmışlar Meriç Adam'ı... Bütün lüzumsuzlukları fazlasıyla kabul etmiş, ancak
böylesine lüzumundan fazla bir tecessüsü anlamak istememişlerdir hiçbir
zaman, zaten ortalama bir tecessüsün bile çirkin domuzlar gibi kovulduğu bir
yerde lüzumundan fazla bir tecessüsün nasıl bir anlamı olabilir ki?...
Evet sevilmek için pek bir çaba sarf ettiği
söylenemez; ama kıskandığı çabasından büyük bir sevgisizlikle karşılaşmıştır
Meriç Adam, sevil(e)memiştir...
Jurnal’den aforize edilmiş bilintilerle moda
edilen Üstad Cemil Meriç’le; ‘Bu Ülke’den ‘Bir Dünyanın Eşiği’ne çıkıp
‘Umrandan Uygarlığa ulaşmaya çalışan ‘Fildişinden Akraba’ların Meriç Adam'ı da
bu yakınlıkla belirlemişlerdir saflarını...
Solda birilerinin Tez-Antitez-Sentez
ucuzluğuyla Marks’a yamalamaya çalıştığı Meriç Adam, bazı bazı da sağdaki birilerinin ısmarlanmış yorumlarıyla
Türk-İslam Sentezinin ete kemiğe bürünmüş prototip arayışına malzeme edilmiş...
Acı da olsa yaman bir gerçek: 'Ne sağdan ne de
soldan yamalanmaya çalışılan bu et ve kemik sentezinin ötesindeki Meriç Adam'ın
kelimenin ve sözün namusundan haber veren bir dev olduğu sürekli unutulmuş...
Kelimenin künhüne varmadan sentezlemek... Neyin
hangi şeye ‘Tez’ ya da hangi şeyin neye ‘Antitez’ olabileceği bilinmeden yapılan
bu yamalamalar ne kadar kullanılışlı olsa da nehrin akışıyla kaybolup gitmiş...
Tez’le Antitez’in buluşturulup bölüştürüldüğü
ve elde edilen sonuçla yamalanıp sentezlendiği adam eşit değildir Meriç Adam... Zira o bir yanıyla hem Türk’ü hem de İslam’ı
bilen bir ‘Tez’ bir yanıyla da hem Türk’ün hem de İslam’ın Agonistik eksenlerde
sahnelenen türlerinin tümüne karşı bir ‘Antitez’ olarak hiçbir çuvala sığmayan
parlak bir mızrak gibi çıktı zamanın karşısına ... Ve hiçbir zamanda hiçbir çuvala sığıp
‘Sentez’len(e)medi...
Sözün özünü söylemiş Meriç Adam, ama sözü
özünden uzakta sadece söz olarak tüketilegelmiş...
Onu sadece bir dil eyleyip, tarz ve üslup
aşıranlarla,konuşurken dudaklarından ve dillerinden yağ damlayan üslup
fukaraları onu hangi anlamda, ne kadar ve niçin sevmişlerse Meriç Adam’da onları
o kadar sevmiştir...
Adı üstünde Meriç ve Adam... Her ne kadar
üzerine dökülen kalın ve kirli yağ tabakasını beraberinde taşıyorsa da, akıp
giden ve bitmeyen ve bitirilemeyen ve bilinemeyen ve gerçekten bilinmek
istenmeyen bir nehir...
Şahin Torun, 19.12.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları
Şahin Torun Yazıları