19 Aralık 2015 Cumartesi

SA2215/KY27-ŞT33: 'Meriç Adam'; Çuvala Sığmayan Mızrak

"Solda birilerinin Tez-Antitez-Sentez ucuzluğuyla Marks’a yamalamaya çalıştığı Meriç Adam, bazı bazı da sağdaki birilerinin ısmarlanmış yorumlarıyla Türk-İslam Sentezinin ete kemiğe bürünmüş prototip arayışına malzeme edilmiş..."


‘Otuzsekizartıotuzüçeşittiryetmişbir’ yaşın anlatamadığı birikim ondan sonra onu kullanmak isteyenler tarafından içine doldurulduğu gölcüğün sınırlarına bile uğramamış sanki... Meriç Adam bağrından tutup getirdiği ‘Bir Dünyanın Eşiğinde’ kalakalmış. Ne bize ne de kapımıza bakıyor... Gözleri ellerinde kalan  dünyada...

Otuzsekizinden sonraki otuzüçün tekmilinde birden kapanan gözlerinin yerine beynini oyup oradan bakmış herşeye... Nasıl bir tecessüs ve nasıl bir inattır bu?!..

Susmasına, küsüp gitmesine, küfretmesine, çıldırmasına ve ölümüne sebep onca yıkıma rağmen okumuş, düşünmüş ve yaza yaza yaratmış yaşadığı, yaşamak istediği ve yaşamak istemediği dünyayla beraber kendini de...

Kökünden yapraklarına kadar bir medd-ü cezr üzerinde yeşermiş, hayatı da, iş’i ve iş’leri de aydınlıktan karanlığa ve baştan sona kadar bu medd-ü cezrin çalkantılarında şekillenmiş... 

Ne içine itildiği toplumda bir yer bulabilmiş kendine ne de bütün iteklemelere rağmen yerinden oynatılabilmiş... Sadece gözlerinin ve kafasının şehadet ettiği bir alçalma sürecinde ucundan tutup sayfa sayfa yükseldiği bir kitaba tutunarak yükselmiş, yükselmiş...

Fransız İdaresindeki bağımlı Hatay’ın bağımsız çocuğu... Bağımsız Hatay’ın mahpusu... Bir başka kaynaktan doğup bir başka kaynağa akmaya yazgılı ayrıksı, aykırı bir yerliyabancı... 

Okuduğu, oturduğu yerden çıktığı zorlu ve meşakkatli yolculuktan ‘Bir Dünya’yı keşfederek çıkmış zamanın karşısına ve anlatmaya başlamış... Hediyelerine adres düşecek kadar konuşmak ve bir muhatap bulmak derdiyle beklemiş, beklemiş... Kimse çalmamış kapısını,yada kimse yükselememiş harf harf yığarak üzerine çıktığı fildişinden kulesine...

Sonuç körlükten daha vahim; bir dünyanın.bir dilin, bir şiirin ve topyekün devasa bir anlamın keşfine çıkan adam çeke sürükleye eşiğimizin önüne kadar getirip bıraktığı o büyük dünyayı buldukları adalarda saltanat derdine düşen tek bir korsana bile anlatamamış...

Daha baştan bütün bağımlılıklarla kronik bir çarpışma ve çatışma halinde kurmuş ilişkisini; idrakine giydirmeye çalıştığı deli gömleklerinin hiçbirini layıkı veçhile giyinip kuşanamamış... Ne dili, zevki ve heyecanlarıyla akraba olduğunu sandığı ekollerle ne de fikir ve düşünce atmosferinde kanat açmaya yeltendiği çevrelerle uyuşamamış bir türlü...

Yüzeye dönük bütün çağrılara kapattığı kapılarının arkasında El Biruni’den aldığı anahtarla yeni bir dünyayı bulmak için derinleştikçe derinleşmiş .Önce Veda’lar ve Upanişad’larla zorlamış yüzeyi, Buda’yı, Mahavira’yı zihnimizin toz kaplamış konuk odasına çağırmış... Bir Şark özet sunmak istemiş Meriç Adam anlayanlara ve anlamasını istediklerine,yetinmeyip Garp’a çevirmiş beynini, önce sanat, edebiyat holünden girmiş Batı’ya... Kırkını da tıka basa doldurduğu birer ambar misali Cervantes’ten Goethe’ye kadar uzandıktan sonra adeta gölgeden asıla geçercesine Batı Romanı'nın bir varyantı gibi gelişen anlatı sanatımıza da  dikişleri felsefe ile tutturulan sarsıcı bir bakış yönlendirmiş.

Okuyanı çarpan ve çarptığı yerde darmadağın edip yeniden toparlayan bir duruşu var Meriç Adam’ın; hayatının bütün yoruculuğuna rağmen hiç yorulmamış sanki, baktığı yerde uçurum kenarlarını gösterircesine bir ayna tutmuş okuruna...

Ne bir Oblomov gibi boşvermiş hayata, ne de bir avcı gibi peşine düşmüş hayatın... Tıpkı kendisine bakan yüzey insanlarının indinde fırlatıldığı yükseklikte omuzlarına kondurulan nişanla mağrur ol(a)mayışı gibi; dünya ile de fazlaca hemhal ol(a)mamış... Bütün vücuduyla dönüp arkasına aldığı dünyayı ve zamanını, sadece lüzumunu hissettikçe hatırlayıp kah alnından öpmek kah suratına tükürmek için yerli yerinde bırakmış...

Bu yüzden de genel kabul görmemiş maalesef ama her nasılsa,yaşadığı zamanda sadece bu kabule mazhar olmuş  ustalar dan çok daha aşkın bir konum kazanmış,sadece onaylanmamış... Bir hoca, bir öğretici olarak görmüş kendini; ‘Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını insanından ayıran tüm duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi muhteşem bir istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü...’ diye anlatmış rüyasını.

Konuşmak, anlatmak ve eleştirmek zorunda kalışı gibi yaşamayı da giderek bir mecburiyet olarak algılamış ve doyuramadığı arzularını bulduğu yada bulmayı umarak beklediklerini besleyen büyük bir sabırla doyurmuş...

Usanıp bıktığı da olmuş bazen: ‘Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir yabani gibi yaşadım, bir başkası gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok. Önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar,yerine getirilmeyen projeler...’ diye dışavurmuş bu sıkıntısını da...

 Doğrusunu da kendisi söylemiş zaten ‘Kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladı’ olmayı seçen ‘her büyük adam’ gibi  ‘Dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin değil, kendi cemiyetinin üvey evladı’ olmuş sürekli... Ama heyhat ki bütün çabasına ve nazına rağmen ne ebeveynleri ne de o sevebilmişler birbirlerini...

Lüzumundan fazla olan her şeye bağrını açan bu toprağın insanları da  ne acıdır ki, haklı çıkarmışlar Meriç Adam'ı... Bütün lüzumsuzlukları fazlasıyla kabul etmiş, ancak böylesine lüzumundan fazla bir tecessüsü anlamak istememişlerdir hiçbir zaman, zaten ortalama bir tecessüsün bile çirkin domuzlar gibi kovulduğu bir yerde lüzumundan fazla bir tecessüsün nasıl bir anlamı olabilir ki?...

Evet sevilmek için pek bir çaba sarf ettiği söylenemez; ama kıskandığı çabasından büyük bir sevgisizlikle karşılaşmıştır Meriç Adam, sevil(e)memiştir...

Jurnal’den aforize edilmiş bilintilerle moda edilen Üstad Cemil Meriç’le; ‘Bu Ülke’den ‘Bir Dünyanın Eşiği’ne çıkıp ‘Umrandan Uygarlığa ulaşmaya çalışan ‘Fildişinden Akraba’ların Meriç Adam'ı da bu yakınlıkla belirlemişlerdir saflarını...

Solda birilerinin Tez-Antitez-Sentez ucuzluğuyla Marks’a yamalamaya çalıştığı Meriç Adam, bazı bazı da sağdaki birilerinin ısmarlanmış yorumlarıyla Türk-İslam Sentezinin ete kemiğe bürünmüş prototip arayışına malzeme edilmiş...

Acı da olsa yaman bir gerçek: 'Ne sağdan ne de soldan yamalanmaya çalışılan bu et ve kemik sentezinin ötesindeki Meriç Adam'ın kelimenin ve sözün namusundan haber veren bir dev olduğu sürekli unutulmuş...

Kelimenin künhüne varmadan sentezlemek... Neyin hangi şeye ‘Tez’ ya da hangi şeyin neye ‘Antitez’ olabileceği bilinmeden yapılan bu yamalamalar ne kadar kullanılışlı olsa da nehrin akışıyla kaybolup gitmiş...

Tez’le Antitez’in buluşturulup bölüştürüldüğü ve elde edilen sonuçla yamalanıp sentezlendiği adam eşit değildir Meriç Adam... Zira o bir yanıyla hem Türk’ü hem de İslam’ı bilen bir ‘Tez’ bir yanıyla da hem Türk’ün hem de İslam’ın Agonistik eksenlerde sahnelenen türlerinin tümüne karşı bir ‘Antitez’ olarak hiçbir çuvala sığmayan parlak bir mızrak gibi çıktı zamanın karşısına ... Ve  hiçbir zamanda hiçbir çuvala sığıp ‘Sentez’len(e)medi...

 Sözün özünü söylemiş Meriç Adam, ama sözü özünden uzakta sadece söz olarak tüketilegelmiş...

Onu sadece bir dil eyleyip, tarz ve üslup aşıranlarla,konuşurken dudaklarından ve dillerinden yağ damlayan üslup fukaraları onu hangi anlamda, ne kadar ve niçin sevmişlerse Meriç Adam’da onları o kadar sevmiştir...


Adı üstünde Meriç ve Adam... Her ne kadar üzerine dökülen kalın ve kirli yağ tabakasını beraberinde taşıyorsa da, akıp giden ve bitmeyen ve bitirilemeyen ve bilinemeyen ve gerçekten bilinmek istenmeyen bir nehir...


Şahin Torun, 19.12.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı