19 Aralık 2015 Cumartesi

SA2216/KY26-CA33: Mülteci'nin İkrâmı

"Mültecinin ikrâmı, hepimiz için patatesleşmeye izin vermeyen sorgulamalar."


Orada zorlu bir hayata tutunma mücadele sürüyor ve geleceğin Türkiye’si biçimleniyor. Çeşitli aralıklarla yeni yüzlerini keşfettiğim tecrübeli semt, bir yanıyla değişmezliğini koruyor. Fatih’in dördüncü tepesinin üzerinde ve eteklerinde yol alıyoruz.  

Arabayla gelirken Samiha Ayverdi’nin 1970’lerin başlarında diktirdiği ağaçlarla ilgili bir tabelaya rastlamıştım Fevzi Paşa Caddesi’nde. Zeyrek’in, içeri dünyalarda neler yaşandığını bildirmeyen ketum yüzlü ancak sevimli evleri var. Arnavut kaldırımlı dik sokaklarda ilerlerken birden karşıma bir hamam kalıntısı çıkıyor. Orada Haydar Paşa Medresesi, az ötede Zembilli Ali Efendi Sıbyan Mektebi’nin gölgesi… Eski evler birbirine dayanarak ayakta kaldığı izlenimi veriyor. 

Vicdan Hareketi Kurucusu Gökçe, sokakları ezbere biliyor, bebek giysisi dolu kocaman siyah poşetleri peşimizde sürükleyerek, haftalık pazar kalabalığına takılmadan ulaşacağız, onun belirlediği evlere. Cumbalar, denizliklere yerleştirilmiş saksılar, aralık perdelerin kıpırtıları, otuz sene önce de aynı değil miydi?

Baktığım yere göre yeni bir biçim kazanan bir cami silueti yıllar öncesine sürüklüyor düşüncelerimi.  

İstanbul’dan ayrı kaldığım yıllarda bazen rüyalarımda işte bu sokaklarda dolaşır ve bir şeyler arardım. Neyi bulmayı umuyordum? Bir sürü şey değişse bile değişmeyen konukseverlikle açılan kapı, kapılar. Semt bu yeteneğini özveri fırsatlarına açılarak muhafaza ediyor sanki. 

Nasıl bir nüfus yoğunluğu var, sokaklarda gezinirken tahmin edemezsiniz. Evlerin içinde merdivenleri ve odaları titreten adımlarla koşarak oyunlar kuran çocukların sesini duyurmayan bir filtresi var duvarların. Birer anıt misali korunan bu evlerin bazıları oda oda pansiyon gibi kullanılıyor şimdilerde, bazı dairelerde ola ki üç dört aile yaşıyor. Suriyeli muhacirlerin en yoğun olarak yaşadığı semtlerden biri olması manidar geliyor bana. Kadim olan, en yeni ve tedirginlik uyandıranı cesaret ve nezaketle kucaklayıp bünyesine yerleştiriyor. 

Hasan Paşa Sokağı’nda bir eve girdik. Fatma Hanım kocasından dört yıldır haber alamıyormuş. Oğlu Rıza su satıcılığı işinin başında. Dört aile bir arada yaşıyor, aslında akrabalar. “Ortalık çocuk kaynıyordu” denir ya; öyleydi. Mültecilik hayatının zorluklarına rağmen temiz paktı her biri, güler yüzlüydü. 

Yeni mezun doktorumuz Betül çocukları tek tek muayene etti. İçlerinden biri, üç dört yaşlarında bir oğlan çocuğu kızıla yakalanıp iyileşmiş, bunun diğer çocukları da etkilemiş olacağını düşünüyordu, uyarılarda bulundu. Fatma Hanım’ın oğlu Yasir, Suriye televizyonunda çizgi film izliyordu, muayeneye güçlükle razı oldu. Onun geleceği burada, ancak henüz arada bir zeminde öğreniyor İstanbul’u, Zeyrek’i. Kahve ikrâmı faslına kalamayacağımızı en başından söylemiştik. Arka arkaya uğrayacağımız evler var. Daha önemlisi, doğum yapmak üzere olan bir mülteci…  Başka bir zamanın sözünü verdik. Tabii, yine geleceğiz, inşallah.

“Bu sokak sokakların en yaslısı”, diyordu ya Frost, “Bir dost kişi gecede “şiirinde… Zeyrek sokakları bağrına bastığı mülteciler konusunda hassas, aslında ketum. Gökçe mihmandarlık yapmasaydı bilemezdim şimdi kapısını çaldığımız evde dört ailenin bir arada yaşadığını. Sevimli, sıcak, güzel, dostane, buna karşılık,  mahremiyeti korumaya ayarlı mimarisiyle bir mesafe bildirmiyor da değil. 

Unesco Kültürel Mirası şartlarına bağlı olarak evlere nadiren değebilir çekiç, önüne gelen apartman yapma izni bulamaz bu semtte. Evlerin içinde neler yaşandığını öngöremezsiniz de, şehrin standart aile hayatlarından taşan ömürlere açılıyor kapıları. Misafirperver, eli yüzü de düzgün, ancak yaşlılık maluliyetini belli ediyor, derinlerinde. 

Ziyaret ettiğimiz ikinci evde görmeyi tasarladığımız hamile hanım karakola gitmişti eşiyle. Akşam sabah doğum yapacak, ne var ki kimliği olmadığından hastaneler almıyor. Doğumdan hemen önce bir kadının emniyette kimlik almak için uğraşması çok dokundu hepimize, suskunlaşıp birbirimize baktık, aklımıza gelen soruları unutmuştuk sanki. 

Biz evdeki yetişkinlerle sohbet ederken, Betül çocukları muayene etti. Down sendromlu bir çocuk vardı, Nesrin, 10 yaşında; geniş aile üzerine titriyordu gördüğüm kadarıyla. Abdullah’ı önceden tanıyordu Gökçe, zaten önceden tanımadığı kimse yok neredeyse; bize de tanıştırdı. Sekiz yaşında Abdullah, ama çalışıp ev geçindiriyor, işi bakkalda çıraklık. Galiba aileler iş bulmakta zorlanmayan çocuklar kanalıyla da alışıyorlar mahalleye. Halil de Sultanahmet’te bir yerde çırak, nargile tütünü sarıyor turistlere. Terbiyeli, lafı sözü yerinde çocuklar. 

***

Ev halkı o kalabalığa, sıkışık ortama rağmen bizleri ağırlamak için elinden geleni yapıyor. Çocuklar da kendi sınırları içinde oynuyorlar. Normal şartlar altında medeni görünürüz, ama asıl kimiz, neyiz, kendimizin bile fark etmediği şekilde yakalandığımız olağanüstü şartlarda öğreniriz bunu. Dengede durmak, iyi ve kibar insan olmak için ne çok şeye ihtiyacımız var, değil mi? 

Medeni olmak, aslında çürüme sınırında durmak; çok fazla şeye ihtiyaç duymaya alışmışızdır, yalın olmamıza izin vermeyecek kadar karmaşıklaşmıştır hayatlarımız çünkü. Oraya buraya koştururken, çeşitli faaliyetler içinde yüzerken pratik olma mecburiyeti bir taraftan da araç ve tekniklere bağımlı kılıyor bizi. 

Dengede durmak, faydalı olmak, formumuzu korumak için kılı kırk yarmaya başlar hale gelmişizdir; yaşlanmak biraz da bu. Uyuduğumuz saatler, ziyarete ayırdığımız, çalıştığımız saatler belirginleşir. Her ekmek türünü, her peynir markasını beğenmez, her çayı her bardakta içemez hale geliriz, rastgele bir şampuan elbette zarar verebilir cildimize, tenimizin özelliklerine uygun, yaşımıza başımıza uygun bir krem kullanmayı tercih ederiz. Uyuduğumuz yatak seneler akıp giderken bize özgü özelliklerle şekillenir. Muhakkak ki kalabalık bir odada uyumayı tercih etmez, hatta yattığımız odada herhangi bir kablonun bulunmaması gibi ayrıntılara takılırız, rahat bir uyku uyuyabilelim diye. Yaşlanmak, takıntı biriktirmek olunca nasıl da ağır bir yük. 

Yerleşik olmak da işte böyle bir şey; Nancy, “patatesleşmek” diyordu. Kök saldıkça bir taraftan da etrafa yayılırken tembelleşir ve bir yere kıpırdamamak için bahaneye bakarız.   

İnsanın patatesin sahip olduğu şekilde kökleri yok, ama güvenlik adına bu olsun istiyor Nancy’ye göre. Bütün bir ömür neredeyse toprakla katışık bir patatese dönüşmek için çabalayarak geçiyor. Kök sahibi olmayı arzulamak, kökleşmeye ömrünü vermek (adeta toprak altında, klorofobilsiz) asgari bir bilinçle yaşamaya mahkûm ediyor. 

Toprağa sabitlenmiş bitkiden, mesela patatesten farklı bir şey olma riskini göze aldırtan, insan olmanın sebeplerinden herhangi biri, mesela öğrenme tutkusu. Bazen zorunlu haller: Ekmek kavgası, can ve ırz endişesi. Bazen de bağlılıklarını sorgulayarak gelişmeye açan manevi seyri sefer; bir bakıma hicret. Her durumda belki geri dönmemek üzere yollara düşmek kolay olmasa da, kalmanın güçlükleriyle baş etmenin ötesine geçen imkân ve ihtimallerle tercihe şayan hale geliyor.

Kibar ve nazik oluşumuzun gerçekliğinin, derinleşen alışkanlıklarımızın korunmasıyla ne denli iç içe geçtiğini fark etmek için birdenbire, can havliyle yola düşmek yeter.  

***

Can havliyle yola düşüyor, yanına pek az şey alabilmiş, belki bu nedenle de daha çok tutunuyor hayat tecrübesinden süzülen inceliklere. Mümine yakışan nezaketi hem Zeyrek’teki mülteci evlerinde gördüm, hem de Maraş’taki Mülteci Kampı’nda. Maraş’taki kampa ikinci gidişimdi, Belediye Kütüphaneler Şube Müdürü Serdar Yakar ve AFAD İl Müdürü Mustafa Gültekin'le birlikte, bir önceki gelişimde de bizi kabul eden  Muvavvak Ailesi’ni ziyaret ettik. Geçen bir yıl içinde biraz daha yerleşmişler. Fatih’in çeşitli semtlerinde tanıdığım mülteci kadınlar genellikle dul ve çok çocuklu. 

Zeyrek’teki evlerde geniş aileler yaşıyordu, merdivenleri çökmeye yüz tutmuş izbe dairelerde. Yetişkinler, her an yeniden yola düşebilirmiş gibi kuruyordu cümlelerini, yaşlıların sayısı zaten sınırlıydı, çocuklar ise Zeyrek’in sunduğu kucağı benimsemişlerdi. Maraş’taki çadırda anne ve yedi çocuktan oluşan Muvavvaklar, üç yıl içinde görece istikrarlı bir hayat kurmayı başarmışlar. Maraş’a özgü “kıvrım tatlı” işinde ustalaşan oğulları evlendi, bir bebekleri var şimdi. 



Bu çadıra geçen sene geldiğimizde aile henüz yerleşmenin tedirginliği içindeydi, yine de elden geldiğince ağırlamışlardı bizleri. Gülmekte zorlanıyordu Rebab Hanım, çeşitli hastalıkları vardı, aklı Halep’te, İdlib’te bıraktığı her şeyde ve Esed güçleri tarafından katledilen kocasındaydı. Hâlâ zaman zaman gözleri dalıp gidiyor, ancak daha sakin ve güler yüzlü. Pazar sabahı gelebildik evlerine, yine de pırıl pırıl görünüyor iki küçük kız ve oğlan. Büyük kız Eye kahvelerimizi getirdi; Suriyeli evine gelen kahve içmeden çıkmamalı. Zeyrek’teki evde Betül muayeneleri  bitirir bitirmez diğer eve geçmenin telaşı içinde kalkmaya davrandığımızda,  dumanları tüten kahve tepsisi belirmişti önümüzde.

On sekiz bin mültecinin barındığı on bin çadırlı Maraş kampı, bir yıl öncekine göre daha bir kasaba havasında göründü bana. Okulu, pazarı, süpermarketi, sağlık merkezi, çocuk parkları, spor merkezleri var. Çocuklar koşuşuyor sokaklarında. Yitirilen şehir ve kasabalar ilişkilerle var ediliyor burada. Nazik, cömert, kanaatkâr ve ölçülü olmaya, hatta yas tutmaya bile izin vermeyen güç şartlar altında gelindi bu kampa, ancak geride bırakılan sevgililere ait en acı sahnelere rağmen saksılarda gülümseyen çiçeklere zorunlu bu –kasaba denilemeyecek kadar büyük- yerleşimin ahalisi. Maraş ise zaten “kahraman” bir şehir.

Gittiğim bütün mülteci evlerinde ve çadırlarda da kahve hemen hep kuralına uygun olarak geldi; suyu, peçetesiyle. Oysa yorgun, hasta, yoksunlardı. Ancak bir adım daha atabilecek gücü bulmak için ihtiyaçları vardı o ikrâma.  Bizim de kendi muaşeretimizi gözden geçirmek için ihtiyaç duyduğumuz ikrâm bu. 

“Olumlama ahlakı, karşılık beklemeden aydınlatan ve verenin ahlakı” diyor, Tunuslu yazar Abdelwahab Meddeb. Hiç karşılığı da olmuyor değil elbet,  o beklentisizliğin. Mültecinin ikrâmı, “bize ait olan” üzerine düşündürüyor.  

Zeyrek, sevimli, şirin ve hâlâ zinde bir yaşlı muamelesini sineye çekmiyor, kabulü en ağır gelecek kesimlerle yeniliyor bünyesini. “Masalsı, cennet gibi bir köşe”; böyle anılıyor semt, çeşitli yazılarda. Bana kalırsa da bu niteliklerin ötesine geçiyor ve hemen her zaman “tarihi” güzellikleriyle  hatırlanmasına, zor bir ev sahibi sorumluluğunu üstüne alarak itiraz ediyor. Başka türlü yenilenemeyeceği için zemininde derinleşirken bağrını mültecilere açıyor. 

Mültecinin ikrâmı, hepimiz için patatesleşmeye izin vermeyen sorgulamalar.


Cihan Aktaş, 19.12.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 


Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20466/multecinin-ikrmi

Seçkin Deniz Twitter Akışı