“Dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha önemli değildir.”
Immanuel Kant
Giriş Yerine
Günümüz dünyasında yeniden başını kaldırmış ve tartışmaların odak noktasına yerleşmiş olan kavramlardan biri “etik” kavramıdır. Etiğin tartışmaların odak noktasına yerleşmesinin asıl sebeplerinden birisi -hiç kuşkusuz- “evrensel ahlak” olarak nitelenmesidir, bir diğeri ise kendisiyle çelişir bir şekilde pratik hayata yansımalarıdır.
Şöyle ki; görünürde, mantık ve ontoloji ile birlikte felsefi tartışmalara hapsedilmiş olduğu halde, “insan hakları” diye bir iddia ve/veya söylemin yanında hatta çoğu zaman önünde başat giden bir araçsallaştırmaya tâbi tutulduğu bilinen bir gerçektir. Onu tartışmaların ilgi odağı haline getiren ilkesi ise iyiye değil, bugünkü işlevine bakıldığında; kötüye işaret etmesiyle yakından ilgilidir.
Etik üzerine yapılmış olan ve hâlâ yapılıyor olan bu tartışmalarda genel olarak iki tutumdan söz etmek mümkündür: Birisi evrensel bir ahlakın mümkün olup olmadığıyla ilgiliyken, diğeri evrensel bir ahlakın mümkün olduğunu ancak pratikteki yansımalarının etik ilkesinin mahiyetini taşıyıp taşımadığı yahut içeriğinin boşaltılıp boşaltılmadığına ilişkin olanlarıdır.
Birincisi daha çok felsefe dâhilinde tartışılmaya devam etmektedir. Diğeri ise, bazı insan hakları ihlallerinin meşruiyet aracı olarak işlev gören etiğin yeniden ele alındığı, anlamlandırılmaya ve açıklanmaya çalışıldığı tartışmaları içerisinde barındırmaktadır.
Makale, öncelikle Etik’in tanımıyla, etik tartışmaların anlaşılabilmesi bakımından, bir perspektif sağlamaya çalışmaktadır. Daha sonra, oldukça yüzeysel bir tarihsel seyir izlenerek, etiğin post- modern gelenekteki tartışmalarına değinilecek ve son olarak Alain Badiou’nın, mevcut etik anlayışına itirazları ele alınacaktır.
Çağın büyük filozoflarından birisi olarak kabul gören düşünür, -dünkü etik tartışmalarından çok farklı olarak- Hakikat’in üretildiği üç alana (bilim, sanat ve siyaset) bir dördüncüsünü ekliyor: “Aşk”. Makalenin kavramsal çerçevesi de böylelikle kendisini belli ediyor: Dünden bugüne etik tartışmalarına tarihsel bir perspektifle yaklaşmak ve bugünün algılarından etiği yeniden anlamaya ve açıklamaya çalışmak.
Etik’in Tanımı
Ethos sözcüğü, Antik Yunan düşüncesinde, bir kişinin karakteri ve alışkanlıklarını, davranış tarzını ifade eder. Buradan hareketle ve teşmil yoluyla, modern düşüncede, bir kültürün, cemaatin ya da grubun karakteri veya ruhu, tini manasına gelir. Etik ise; ahlak ve ahlaklılığın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olduğu, tek tek her bireyin şu ya da bu ölçüde şekillendiği, somut bir ahlaki hayatı olduğu, bu hayat içinde cisimleşen ahlaki değerler peşinden koşulan ideallerin söz konusu olduğu tarihsel olguya yönelen felsefe disiplini; ahlakın eylemin pratiği olduğu yerde eylemin teorisini oluşturan felsefe türüdür (Cevizci, 2002: 382–383).
Bu tanımdan sonra, “etik” ve “moral” arasındaki farka değinmek yerinde olacaktır. Aslında ‘etik’, Yunanca bir tanım; etimolojik olarak Latince’den gelen ‘moral’ sözcüğü ile içerdiği anlamlar bakımından herhangi bir farklılığa işaret etmiyor: Etik, Yunanca ethos’tan, moral Latince mos’tan geliyor. Her iki sözcük ya da kavram, töresel olan, alışkanlıklar, gelenekler, örf adetler gibi anlamlar içeriyor.
Ancak Batı geleneğinde, Kant’tan bu yana bu iki kavramın birbirinden ayrılması gerektiği konusunda bir mutabakata varıldığı görülür. Batı toplumlarında, ardarda yaşanan devrimler ve gelişmelere bağlı olarak, çok büyük çalkantıların yaşandığı bilinen bir gerçektir. İşte modern toplumun çelişkileri; ahlaki davranışların ölçütlerini olgusal değerlerini de tahrip etmiştir. Böylesi bir durum, rasyonalize edilmeye endekslenen toplumlarda; evrensel ölçekte geçerli olduğu düşünülen ahlaki değerlerin ilke ve normlarının var olduğuna, olması gerektiğine dair inançları pekiştirmiş ve ‘etik’ ile ‘moral’ arasında bir anlam farklılığına götürmüştür.
Moral daha çeşitli, karmaşık, çelişkili, durmadan değişen, öznel pratik- töresel ilişkilerken; etik, tek, değişmez, bütün (soyut) insan bakımından geçerli töresel- ahlaki yasanın peşine düşen (felsefi) alanı oluşturur (Atayman, 2005; 7). Yani idealize eden, gereklilik öğretisidir etik. Var olan ile olması gereken arasında yapılacak karşılaştırmalar için bir ölçüt değerdir.
Ahlak tarihçileri, hepsi birden ahlaki pratiklerin ve ahlaki yargıların içeriğinin toplumdan topluma ve kişiden kişiye değişebileceğini kabul etmeye yatkındırlar, ama aynı zamanda bu tarihçiler farklı ahlak kavramlarını ince bir şekilde özümsemişlerdir. Bu yüzden de onlar, doğru ve iyi olduğuna inanılan şey her zaman aynı olmasa da, kabaca aynı doğru ve iyi kavramlarının evrensel olduklarını telkin ederek bir neticeye varırlar (MacIntyre, 2001; 7).
Bir kavramı anlamak demek, onun toplumsal hayat içerisindeki pratiklerinden yola çıkarak -kimi zaman toplumdan topluma değişen- anlamlarına bakmakla mümkündür. Gerek yatay düzlemde -yani aynı dönemde farklı toplumlar arası karşılaştırmalarda- gerekse dikey düzlemde, yani farklı zamanlarda toplumlar arası karşılaştırma yaparken tarihsel özne ve nesne arasındaki şüphesiz birbirinden bağımsız değerlendirilmelidir.
Pozitif bilim denilen bilimler içerisindeki kavramlar ve bütün dillerde aynı anlamlara gelen nitelemeler bunun dışında tutulmalıdır. Ancak söz konusu ahlak kavramları olduğu vakit, daha sofistike kabul edilen bir alanda araştırma yapmak üzere filozofların aynı kavram üzerinde çok farklı şeyler söyledikleri anlamına da gelmez. Nitekim geçmişten bu güne gelen etik anlayışlar içerisinde, toplumsal değişim ve dönüşümlere göre düzenlenen etikten bahsedilemez. Zira, tam da o değişim ve dönüşüm sürecinin içerisindeki dinamiklerden birisidir etik.
Tarihsel Süreç
İlksel kolektif yaşamın, çalışmanın ve ikametin belli bir tarz ve biçimi, zorunlu olarak bir yükümlülük ve bu yükümlülükleri bağlayıcı kurallar ve normlar üretmiştir. Belli davranış biçimleri, alışkanlıklar, töre, adet, gelenek ve görenekler gibi anlayışlar; özgün ve türemiş bir düzlemi temsil eder ve insanların ilişkilerini düzenleyip, bu ilişkilerin seyrine aktif müdahalede bulunmaya olanak sağlar. Töresel- ahlaksal olan, insanın kişiliğine, karakterine bütün davranış ve tutumuna etki eder (Atayman, 2005; 17).
Özel mülkiyetle birlikte, kafa ve kol emeği ayrılmaya doğru bir süreç izlerken, sosyal farklılaşmalar da birey ve toplum arasındaki birlikteliği koparmıştır (Atayman, 2005; 16). Köleci toplum diye nitelendirilebilecek bu dönemlerde, toplumsal hayatın sorunları baş göstermeye başladığında, ethos bilinç yönünden, tekrar gündeme gelip, tartışılmaya başlamıştır. Toplumlar karmaşıklaştıkça ve felsefe kendini göstermeye başladığında, artık ahlakın genel ilkelerini belirlemeye ve bunları ilke haline dönüştürme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Antik Yunan felsefesinde, sofistik gelenekle birlikte, ister köle olsun ister mülk sahibi, herkesin erdemleri öğrenme konusunda bir yeteneğe sahip olduğu anlayışı hâkimdir. Bu göreceliğe karşı çıkış Sokrates’le başlar. Sokrates’in karşı çıkışı, kutsal gelenek dönemine son noktayı koyarak, değerler anarşisinin ortaya çıkmasına neden olur.
Sokrates’e göre hakiki ahlak, insanın ve doğanın içindeki manevi- ruhsal bir ilkenin farkına varılmasıyla gerçekleşecektir. Bu ilke ruh’tur., insanın maddi olmayan ben’idir, felsefe nesnesi (konusu) da bu ben’idir. Böylece bilginin biricik kaynağı da insanın kendisi oluyor: Kendini tanı! Bilgi de gerçek erdemdir. Bu ikisi özdeştir. Günümüz birikimiyle söyleyecek olursak Sokrates bize bir tür içe bakış yöntemi önererek buradan bilginin, doğrunun ve erdemin sarsılmaz kaynağını türetmeye çalışıyor (Atayman, 2005; 18).
Platon, Sokrates’in öğrencisi olarak, onun bu öğretilerini sistemleştirdi. Ancak bunu yaparken, halk kitleleri olan demos’u yererek –onların ancak boyun eğmelerinden dolayı- gerçek erdem sahibi olanların aristokrat kimselerin olduğunu ve erdemlerin ancak devlet çatısı altında çıkabileceğini savundu.
Aristotales ise Platon etiğine karşı çıkmış, kendi etiğini yaşadığı dönemin pratik sorunları ile ilişkilendirmiştir. Ona göre, en başta dönemin polis (site) topluluğunun, öteki değişiyle özgür yurttaşlarının[1] birlikte yaşamaları ahlaksal düşüncelerin çıkış noktasını oluşturur.
Aristotales, felsefe etiğinin kurucusudur. O, dönemin çok yönlü ve çeşitli sorunlarını felsefi bir düzlemde ele alıp işlemiş, ahlaki davranış ve çabaların biçim ve şartlarını analiz etmeye, aynı zamanda da töresel- ahlaksal olanın özünü, bu özü belirleyen etmenleri, ahlaksal olanın amaç ve hedeflerini tespit edip bütün bunları sistematik bir biçimde ifade etmeye çalışmıştır. “Ethik” adı, onun felsefi yazılarıyla birlikte ve bu yazıları disiplinlere göre bölme çabasıyla birlikte felsefeye girmiştir. O gün bugünkü etik, ahlaka yönelik felsefi incelemelerin tanımlayıcısı olarak kullanılagelmiştir (Atayman, 2005; 19). Şunu da hatırlatmak gerekir ki, Aristo da bütün bu erdemlerin yaşanabilmesi için örgütlü bir toplumsal hayata gereksinim vardır: Devlet.
Felsefenin ortaya çıktığı iddia edilen Antik Yunan geleneğinde etik tartışmalarının genel çerçevesini vermek, bugünü anlamlandırmak bakımından önemli bulunmaktadır. Tartışmayı bugünlere taşımadan evvel, Hıristiyanlık öğretisinin etik üzerine etkilerinden de kısaca bahsetmek gerekmektedir.
Hristiyanlık dininin, doğuştan belirlenmişlik anlayışını benimsemesiyle birlikte, etik tartışmalar farklı bir mecraya girmiştir. Bu anlamda, Hristiyanlık düşüncesinde tinsel determinasyonun özgürlük çelişkisi, aslında bilinçten yoksunluğa işaret ederek, insan davranışlarının ahlaki sorumluluğunu ortadan kaldırır. Dogmatik ve statik ortaçağın Aristocu kilise felsefesinin önceden belirlenmişlik durumundan Aydınlanmanın başat söylemleri olan özgürlük ve hümanizm fikirleriyle insanın “kendinde olma” tartışmalarına geçilmiştir. Böylece, etik tartışmaları tekrar gündeme gelmiştir.
Modernite ve Etik
Gerek Platon’un gerekse Aristo’nun üzerinde yoğunlaştığı mesele sadece toplumsal örgütlenmenin idealinin ne olması gerektiği değil, fakat toplum bireylerinin toplum içinde nasıl davranmak zorunda oldukları idi (Sarıbay, 2004; 56). Aydınlanma ile birlikte, dini öğretiler tekrar rafa kaldırılıp, yerine insanı ve insan aklını kutsayan öğretiler zinciri getirildi.
Buna göre, insan aklı, tanrının insanlığı alıp getirdiği noktadan sonrasına götürmeye muktedirdi ve artık tanrı emekliye ayrılabilirdi. Din(ler)in gökyüzüne hapsedilmesiyle birlikte bambaşka bir döneme geçilmişti. Bu dönemde insanlarla insanlar, insanlarla toplum ilişkisini tayin edecek kurallar devletler tarafından belirlenecekti. Kapitalizmin gelişmesine eşlik eden liberal siyaset anlayışı sahnedeki rolü için hazırdı. O güne değin, toplumlar değiştikçe gelişen etik anlayış, bu dönemden sonra toplumlar değiştiği için geliştirilecekti[2].
Politikanın amaç olması gerektiği yerde araçsallaştırılması, aynı zamanda etik tartışmalarının da hararetlenmesine sebep oldu. Bu tartışmaların kaynağını kartezyen filozoflar dediğimiz Rousseaue, Hobbes ve Locke’da görebiliriz. İnsanın mahiyeti ve devlet ilişkileri bağlamında yeni açılımlar sağlamışlardır.
Liberal devletin merkezi sorunları olan adalet, eşitlik, özgürlük, politik gibi konuları; topluluğun doğası ve kendisi dışındaki topluluklara karşı yükümlülükleri ve sorumlulukları çerçevesinde yeni bir teoriyi gündeme getirdi: politik teori. Bu teoriye göre, yeni politik teorinin “etik” zemin üzerinde meydana geldiği iddia edilmekteydi (Sarıbay, 2004; 57). Böylesi bir iddia, elbet beraberinde yeni tartışmaları getirecekti: “Ortak iyi”yi tesis etmede veya ideal politik düzeni yaratmada politik ve etik değerlerin belirlenmesinde birey mi yoksa toplum mu esas alınacaktı?
Diğer bir sorun ise, etik değerler temelinde; adalet, eşitlik, hak, topluluk gibi kavramların tekrar tanımlanması gerekliliğiydi. “Ben kimim?”, “Ne yapmam gerekir?” ve “Ben kim olmalıyım?” sorularının cevabına dair yepyeni bir politik süreç gelişmişti. Ve bu soruların cevabına ilişkin yeni yapılandırmalar. Bilindiği üzere, aydınlanmayla birlikte ulus- devlet anlayışı gündeme gelmiş ve toplumların sınırlarını tayin etmişti. Ulusalcılık söylemleriyle ortaya çıkan böylesi bir anlayış, elbet vatandaş hakları çerçevesinde tüm bu kavramları, tepeden düzenleyecek ve sunacaktı.
Çıkış noktasında, etiğin merkeze alınan bir sürecin, ulusalcılık gibi bir misyon yüklenmesiyle birlikte, liberal söylemler ancak sözde kalmıştı. Böylesi toplumlarda politik, etik olanı değil; etik, politik olanı önceler. Bu nedenle modernitenin temel sorusu, öznenin nasıl olması gerektiğine ilişkin, etik sorunları doğurmuştur. Cevabı ise gayet nettir: Ötekine karşı sorumluluk duymak. Sarıbay’a göre, modernite, toplumsal (politik) düzenin yasalarının akıl yoluyla keşfedilebilir olduğuna dair bir iddiayı yansıtmaktaydı. Modernitenin en önce çıkan kavramı da zaten rasyonalizm değil midir?
Akla tanınan bu araçsallık, son tahlilde özneyi dışlayıcı bir yönde çalıştı ve neredeyse sosyo- politik fenomenleri insansızlaştırdı. Bu açıdan sadece, politik ile etik olanın birleşmesi, sadece söz konusu insansızlaştırmayı geriye döndürmeyecek, aklı da araçsallıktan kurtarıp, asli fonksiyonuna kavuşturacaktır (2004; 60). Bu noktada post- modernizmin, moderniteye getirdiği eleştirileri almakta fayda var. Ancak ondan sonra etiğin temel sorunlarına da değindikten sonra, Badiou’nun günümüzde yankı uyandıran liberal politikalara karşı yaptığı eleştirilere geçebiliriz.
Post- Modernizm’de Etik Tartışmalar
Postmodernizm’de etik tartışmalara geçmeden evvel postmodernizmin ne demek olduğunun cevabını vermekte fayda var. Postmodernizm’in ortak özelliklerinin neler olduğu konusunda henüz pek yanıtlanmış bir konu olmadığı için genel kabul görür bir tanıma ulaşılamamıştır.
Kavramı keşfeden kendisi olmadığı halde sosyal bilimler literatüründe yankı bulmasını sağlayan Lyotard’ın Postmodern Durum adlı eserinde; ileri kapitalist toplumlarda yaşayan insanların, en azından 1960’ların başından itibaren postmodern bir dünyada yaşadığını iddia etmiş olmasıdır.
Lyotard’ın diğerlerinden farklı olarak yaptığı postmodernizmin yalnızca yeni bir yaratıcı kuram tarzı ya da bütünü olmadığı, aynı zamanda genel bir toplumsal durum olduğunu ilan etmesiydi. Yahudi soykırımı ve Sovyetlerin Gulaglar ve ayrım gözetmeyen kitlesel yok etme silahlarının yalıtılması dahil olmak üzere 20. yüzyılın suçlarında tüm bilimlerin suç ortaklığı yapmış olması dolayısıyla “Özgürleşme Miti” artık inandırıcılığını kaybetmiş, diğer yandan “Doğruluk Miti”ne duyulan inanç pek tabi etik tartışmaların da tekrar sahneye çıkmasını sağlamıştır.
Örgütsel kapitalizmin, örgütsüzleşmemesi ve modernliğin başat söylemleri olan özne, topluluk, devlet, kullanım değeri, toplumsal sınıf gibi kavramlarının muğlaklaşmasıyla; “çeşitlilik, olumsallık ve muğlaklık”, “kültürlerin, komünal geleneklerin, ideolojilerin ‘yaşam biçimleri’nin ya da ‘dil oyunları’nın sürekli ve indirgenemez çoğulculuğudur”[3] (Marshall, 1999; 592)
Postmodernizm eleştirilirken özellikle; evrensel değerleri yok sayması, akıldan uzaklaşması, bilimi reddetmesi, insanların doğruya ulaşması için gerekli olan bilimsel kuşkuculuk yerine, “hiçbir şey kesin değildir, her şey belirsizdir” argümanları kullanılır. Modernizm’in ‘katılığı’nı eleştirirken, kendi ‘aşırıcılığı’ tarihte yerini almıştır kimi postmodernizm eleştiricilerine göre. Bu aşırılıklar içerisinde etik değerlerin ne olmasına dair tartışmaların da yükselişe geçmemesine şaşmamalı.
Postmodernizm’in insani olan, farklılıkları, coşkuyu, hoşgörüyü, dile getirmesi bakımından olumlu yönlerine değinmelerine rağmen, eleştiriler genellikle “kuralsız taşkınlık” yönünedir. Bu olumsuzluklar; akıl, bilim, görecelik, kuşkuculuk, dil, beden gibi kavramlar üzerinden tartışılır (Dedeoğlu[4], 2004; 77-78).
Son kertede postmodernistlerin, hoşgörü tanımını çarpıtarak ve etiğin büyük ölçüde değerlerle ilgili olduğunu savundukları halde, etik ve postmodernizmin yan yana dahi getirilemeyeceği konusunda yaygın bir karşı duruş vardır.
Postmodernizme karşı yapılan tartışmaların genel konsepti bu çerçevede kendini gösterir. Yüzeysel olarak ele alınan etiğin tarihsel gelişimi ve dönemselleştirilerek verilen etik tartışmaların ardından diyebiliriz ki: Etik, 1. Akla dayanan ahlaki sistem, 2. İnsan doğasına dayanan ahlak sistemi, 3. aşkın bir varlığa dayanan ahlak sistemi, olmak üzere üç kategoride tartışılır.
Peki etik tartışmalarıyla 20. yüzyıla damgasını bulan Post Marksist filozoflardan biri olan Badiou’nun bu konudaki değerlendirmeleri nelerdir.
Badiou ve O’nun Etik Reçetesi
Bugünkü etiğe dönüşünü bariz olarak Hegel’den (karar etiğinden) çok Kant’a (yargılama etiği) yakın olduğu iddiasıyla tartışmasını ortaya atan Badiou, “olup bitenler”le nasıl bir ilişki kurduğumuzu temellendirmeye çalışıyor. Ona göre bugünkü anlamıyla etik terimi her şeyden önce insan hakları ile ilgilidir.
Evrensel olarak kabul edilen insan öznenin evrensel haklarından; yaşama, kötü muamele görmeme, ‘temel’ özgürlüklerinden yararlanma hakkı üzerinde geniş bir mutabakat sağlanmış haklarına işaret ediyor. Böylece, ona göre, etik, bu hakları ‘sorun eder’ gösteriyor. Postmarksist olan Badiou’nun, o eski, insanın doğal hakları öğretisinin bu şekilde geri dönmesine, devrimci Marksizm öğretisine bağlaması, şaşılacak bir durum değildir.
Oysa “aciz” birçok entelektüel ve kamuoyunun önemli bir kesimi, yeni bir kolektif kuruluş siyasetinin terimlerini aramak yerine, yerleşik “Batılı” düzenin ilkelerini benimsemişlerdir. Batı öğretisinin temelini oluşturan, genelde insanları, onların ihtiyaçlarını, hayatlarını ve ölümlerini ilgilendiren mutabakata dayalı yasalar oluşturmak ve bunun uzantısı olarak, kötülüğe, insan özüyle bağdaşmayan şeylere apaçık, evrensel bir sınır çizmektir. Ancak görünürdekinin aksine insan hakları temasının, zengin Batı’nın halinden memnun bencilliğiyle, reklâmcılıkta ve mevcut iktidarlara hizmet etmekle bağdaştığını gösteren kanıtlar bulmak hiç de zor değildir. Gerçekler bunlardır.
Badiou, böylesi bir yönelimin temellerini incelemek adına klasik felsefe geleneği içerisindeki Kant’ı “başvuru odağı” olarak görür ve günümüzün uğrağını muazzam bir “Kant’a Dönüş”le tanımlar. O halde etik burada hem önsel bir Kötü’yü ayırt etme yeteneği hem de nihai yargı, özellikle de siyasi yargı ilkesi olarak tasarlanır: İyi, önsel olarak saptanabilen Kötü’ye karşı kendiliğinden müdahil olan şeydir. Hukuk/yasa, her şeyden önce Kötü’ye “karşı” hukuktur/yasadır. “Hukuk Devleti” ilkesinin zorunlu olma nedeni, bir tek onun Kötü’nün saptanacağı alana olanak tanıması ve mesele açık olmadığı zaman bir hakemlik aracı sunmasıdır (Badiou, 2004; 24-25.)
İnsani öznenin başına gelen her Kötülük, böylece etik insanı bir kurban olarak tanımlar. Nihayet “İnsan Hakları”, esas itibariyle, Kötülük görmeme hakları demektir. Böylesi bir anlayışın temellerini kilise deneyiminden aldığını savunan Bodiou, “ne yapılması gerektiğini göstermeye çalışmaktansa neyin yasak olduğuna işaret etme”nin her zaman daha kolay olduğunu söyler (2004; 26).
“Batı”nın kendisinden duyduğu alçakça memnuniyetle, Üçüncü Dünya’nın sefaleti, kendi yetersizliğinin, kendi anlamsızlığının, kısacası kendi alt-insanlığının bir dışavurumunu; medeniyet adına yapılan her türlü müdahaleyi, kurbanları dâhil olmak üzere bir bütünü aşağılamayı gerektirir, olarak yorumlar. Böylesi bir anlayış Etik insan anlayışının imkânlarını topyekûn yasaklamaktır. Diğer yandan övülen ise, yani etiğin meşrulaştırdığı şey aslında mahut “Batı’nın mülklerini muhafaza etmesidir (Badiou, 2004; 29). Son tahlilde, bu durum insanın yaratıcılığını köreltmekle kalmaz, mevcut durumu kanıksamaya sürükler. Badiou bütün bu gerçeklikleri anlamlandırarak, bir anlamda Batı’nın maskesini düşürmektedir.
Evvela, ideolojik “etik” çerçevesini reddetmeli ve olumsuz kurban-insan tanımına hiçbir şekilde taviz verilmemelidir. Bununla birlikte Badiou üç tezle, kendi etik reçetesini sunar: 1. Tez: İnsan, ölümsüzlükle tarif edilmelidir. 2. Tez: Kötü’yü tanımlarken, İyi’ye ulaşma yönündeki pozitif yeteneğimizden ve dolayısıyla imkanlar karşısındaki sınır tanımayan tavrımızdan, varlığın muhafazası da dahil olmak üzere, muhafazakarlığı reddedişimizden yola çıkmalıyız-tersi doğru değildir. 3. Tez: Bütün insanlığın kökü, tekil durumların düşünce içinde saptanmasına dayanır. Genel olarak etik diye bir şey yoktur. Sadece –son kertede- bir durumun imkânlarını sorguladığımız süreçlerin etiği vardır.
Badiou, bugünkü Etki’i bir nihilist figür olarak niteler (Badiou, 2004;42). Çünkü bugünkü etik İyi’i adlandırmakta ve ona ulaşmada yeteneksiz kalmıştır. Bugünkü etiğin hükümranlığı, zorunluluk karşısındaki bir teslimiyettir. Nietzsche’nin “insanlığın hiçbir şey istememektense, hiçliği istemeyi tercih etmesi” tespiti, bunu gayet net bir şekilde göstermiştir.
Badio, işte tam da bundan dolayı, bugünkü etik anlayışını, zorunluluğun karşısındaki dublör olarak hiçlik istemini, nihilizm olarak niteler. Bu zorunluluğun adı ise ‘iktisat’tır. Parlamenter rejimler, üzerinde zorunlu görünen her şeyi peşinen onaylamaya mahkûmdurlar. Buna, “sermayenin mantığı” adını koyarken, bu zorunluluğun hava kadar değişken olmasına karşın, çok daha belirsizdir ve bir “aşağılık” mutabakatın parçası olarak görür.
İdeolojilerin sonunun ilan edilmesiyle birlikte etik, sahneye bir proje olarak çıkmıştır ve İyi’yi tanımlamaktan aciz olan rutin siyaset anlayış, insan haklarından dem vururken aslında Kötülük yaftası yapıştırmakla bir kolaycılığa kaçmaktadır. Mevcut Etik anlayış öylesine nihilisttir ki, bir insanın başına gelebilecek yegâne gerçeklik ölümdür. Bundan dolayı kötülük ve öteki el ele, kol koladır ve bu ikilikten beslenir adeta. Böyle olmakla, etiğin evrensel sunabileceği bir gelecek öngörüsü de yoktur. Bir “Batı” vardır bir de kötülükle özdeş olan öteki… Bu muhafazakârlık; sığdır, bulanıktır ve ancak bir figürandır. Oysa imkânsız ilan edilen şeyleri istediğimizi ilan etmedikçe ve hiçlik arzusuna karşı hakikatleri olumlamadıkça, kendimizi nihilizmden kurtaramayız ona göre. “aşkı doğuran her karşılaşmanın, her bilimsel yeniden- kurmanın, her sanatsal icadın ve özgürleştirici siyasetin her anının açığa çıkardığı imkânsız imkânı bir hakikatler etiğinin ilkesidir.” (Badio; 49).
Hakikate ulaşmada, hiçbir gelişmeyi özneye indirgemez Badiou. O özne, bir “aşk karşılaşması” sürecinin aktörüdür ancak. Böylesi bir karşılaşma –“içkin” bir durumdan- kopuştur. Hakikat sürecinin özneleri, tikeldirler ve kıyaslanmaz tümevarımlardırlar (Badio, 2004; 53).
Badio’nun “biri” (özne) için perspektifi –felsefik de olsa- gayet açıktır: Her “biri” bütünlüğün (hakikatin) içerisindeki ahengin bir parçasıdır aslında. Bu anlamda hakikat denilen şey nedir Badiou’ya göre? Ona göre, hakikatin üretildiği alan olarak gördüğü: bilim, sanat ve siyaset’tir. Ancak Badiou, buna bir de AŞK’ı katar.
Dün, nasıl ki bugünün tarihi ise; bugün de yarının tarihidir. Badio da, tam da bugünden yarının tarihini yazar bir anlamda. O, bugünün post-modern geleneğinin, mevcut düşünsel eğilimlerinin, Etik çözümlemesini yaparken, diğer yandan da bu geleneğe karşı çıkar. Mevcut ve hâkim etik anlayış içerisinde, Etiğin araçsallaştırılmış olmasına dikkat çeken Badiou, “any thing goes”[5] anlayışını da reddeder bir anlamda. Ona göre, insanların sayısınca hakikat yoktur; tam tersi, hakikatler sayısınca insan vardır ve insanlar ancak “aşkla” hakikate ulaşırlar. Aşkla ulaşılan hakikatler ise İyi’yi tanımlanır kılar ve kötülük üzerinden tanımlanan Etik’in hükümranlığına son verir.
Badiou’ya göre evrensel bir Etik anlayışına ancak ve ancak tutarlı bir İyi ile ulaşılır, ulaşılmalıdır. İnsan, kurban psikolojisinden çıkıp, aşkla karşılaşmasıyla ancak taklitten, ihanetten ve felaketten kurtulur. Böylelikle de feraset, cesaret ve itidal araçlarını birleştirmeye muktedir olur. “Dünyayı bir Yasa’nın soyut hâkimiyetine tabi tutmak, dışsal ve radikal bir Kötü’ye karşı mücadele etme”yi amaç edinmekten kaçınarak, Hakikatler Etik’ine ulaşır. Ancak bu sayede etik araçsallaştırılmaktan kurtarılarak amaç haline gelir. Hakikatlere sadakat yoluyla ve Kötü’yü savuşturarak… (Badiou, 2004; 92)
Bodiou’yu çalışmamızın içine katmak istememizdeki en büyük etken onun kitabının arka kapağında, kendisi hakkında yapılan yorumdur. Bu yorumu aktarırken; mevcut çalışmanın postmodernizm tartışmalarının etik boyutuyla yeni tanışan arkadaşımıza, yalın ve yüzeysel bir tarihsel bir seyir sunmak niyetindeyiz. Zira ayrıntılı bir Etik tarihi yazmak hem bizim mevcut birikimlerimizin çok ötesinde bir birikime ihtiyaç duyar, diğer yandan bir makalenin sınırlılıkları içerisinde mümkün değildir. Bu anlamda, bu çalışma ancak ve ancak bir giriş niteliği taşımakta ve bundan öte bir iddiası bulunmamaktadır.
Badiou, bu kitabında son yıllarda post modern düşünce iklimi içinde gittikçe öne çıkan anlayışın, bütün o ötekine/farklılığa saygı retoriğiyle ile sahici bir Etik’in gelişmesini nasıl engellediğini, mevcut neo-liberal iktidar yapıları ile nasıl bir suç ortaklığı içine girdiğini gösteriyor. Düşüncenin farklılığa kayıtsız olduğunu, oysa asıl herkes için Aynı olanın, yani evrensel hakikatin önemli olduğunu söylemeye cüret ediyor! İnsanı aciz bir kurban olarak görerek, onun maruz kalabileceği Kötülüklere karşı korumaya dayalı bir insan hakları perspektifine temelden karşı çıkarak, “önce ortaya pozitif bir İyi anlayışı koymak gerekir”, diyor. Bu anlayışı ise kendine özgü içerikler kazandırdığı olay, hakikat, sadakat, çokluk, durum gibi kavramlar etrafında geliştiriyor.
(ETİK, Kötülüklerin Kavrayışı Üzerine Bir Deneme’nin Arka Kapağından)
Birsen Şöhret, 31.12.2015, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler
KAYNAKÇA
- ATAYMAN, V. (2005), Etik, İstanbul, Donkişot Yayınları.
- BADİOU, A. (2004) ETİK, Kötülüklerin Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, metis yayınları
- CEVİZCİ, A. (2002), Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları.
- DEDEOĞLU, G. ( ), ‘Etik’ Düşünce ve Postmodernizm, Telos Yayınları
- MACINTYRE, A. (2001), Ethik’in Kısa Tarihi, çev. H. Hünler& S. Z. Hünler, İstanbul, Paradiga Yayınları.
- MARSHALL, G. (1999), Sosyoloji Sözlüğü, (Çev. O. Akınhay & D. Kömürcü, Ankara, Bilim ve Sanat
- PİEPER, A. (1999), Etiğe Giriş, çev: V. Atayman& G. Sezer, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
- SARIBAY, A. Y. (2004) Politik Teori ve Etik, Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi, Ankara, Doğu Batı Yayınları.
Dipnotlar
[1] Aristotales, köleleri sadece konuşan aletler olarak görüp, tıpkı hocası Platon gibi, köleciliği doğal görür.
[2] Bu anlayışı MacIntyre şiddetle eleştirir. Boudio’nun eleştirileri de, ileride değineceğimiz gibi, bu noktadan hareketle gelişir.
[3] Bauman’dan aktarılmıştır. Intimations of Postmodernity, 1992
[4] Dedeoğlu’nun kendisi de sıkı bir postmodernizm karşıtıdır.
[5] Feyerabend’in pozitivist geleneğin ardından hüküm süren anlayışı betimlemek üzere, kurduğu söylem.