"Devletlerin dostlukları da, düşmanlıkları da kalıcı değildir. Olaylara böyle yaklaşmalı ve ebedi düşmanlığa sahip çıkmak yerine, adil ve hakkaniyetli bir sistem için anlaşma zemini aramak öncelikli tercih olmalıdır..."
Paralel Yapı, devlet içinde çöreklenerek, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını, sosyal ve ticari hayatı kontrolüne alan ve de bütün yapılanmasını Siyonizm'in/İsrail'in hizmetine sokan bir yapıydı. Bu yapının varlığına rağmen iktidar İsrail'le ilişkilerini normalleştirmiş olsaydı paralel yapının önünü açmış olacaktı.. Bu ise neredeyse devletin tümüyle İsrail'in uzantısı haline gelmesi demekti..
Eğer bugün İsrail'le iktidarın şartları çerçevesinde bir mutabakat sağlanır ve ilişkiler normalleşirse bu bir devlet kararı olur ve devletin gelecekte bağımsız karar vermesinin önünde hiçbir engel olmaz. Kısaca İsrail'le dün ve bugün anlaşmak arasında hayati bir fark var.
Devletler arası ilişkilerde çıkarlar yerine duygusal tercihleri öncelersek hiçbir devletle ilişki kurmamamız gerekir, asıl olan temel ilkeler ve hedefler doğrultusunda ülke için kar-zarar hesabı yapmaktır.
İşte bu çerçevede İsrail'le yeniden ilişki kurulması ve ilişkilerin normalleştirilmesi için uzlaşıya varılması konusuna değinmek istiyorum..
Konuyu anlamak için öncelikle Osmanlı'nın parçalanmasını sağlayan Batı Kulübü'nün 20. yüzyıl şekillenmesine göz atmak gerek;
1.Dünya Savaşı'yla Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, haritalar yeniden çizilmişti. Çizilen yeni haritaya bakıldığında 1. Paylaşım Savaşı sonrasındaki Batı yapılanmasının tamamen Siyonizm çıkarlarına uygun şekilde dizayn edildiği görülür.
Batı dendiğinde bundan birçok farklı ulus devleti anlarız. Görünüşte böyle olsa da Batı'nın sosyal, siyasal yapılanması tamamen belirli sermayenin otokontrolüne dayalı, benzer yapıları anlamalıyız..
Çağdaşlığın adresi kabul edilen Batı, Siyonizm'in büyük devleti ABD'nin hegomonyası altındadır ve Osmanlı'nın parçalanmasının ardından ortaya çıkan TC. de bu dünyada yer almayı hedef edinmiştir..
Batı'nın düşman bellediği Osmanlı büyük bir coğrafyaya hükmeden bir devlet iken, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı'yı parçalayan Batı'nın yörüngesine oturmuştur..
Türkiye'yi Osmanlı'dan ayıran ana vasıf Batılı bir model olma hedefidir. Yani; Türkiye yönünü Doğu'dan, Batı'ya çevirerek varlık bulmuş bir ülkedir. Ana İlkesi ise varlığını bu blok içerisinde devam ettirmek ve geliştirmektir.
Bu bir yerde Çanakkale'de savaştığı uygarlığın içinde yer almak istemesi demektir. Aslında Batılılaşma isteği TC öncesinde de belirginleşmiş bir olguydu. 3.Selim'den bu yana Batılılaşmaya duyulan özlem TC ile vücut kazanmıştır..
Türkiye'nin örnek alıp, içinde yer almak istediği Avrupa Ailesi'ni oluşturan ulus devletler Batı uygarlığının bir uzantısıdırlar. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet içinde ve zaman zaman da çatışma içinde olsalar da aynı ailenin fertleri olarak sorunlarına 'Aile Çatısı' altında çözüm ararlar.
O nedenle; Avrupa 1.Paylaşım Savaşı'nın ardından İngiliz imparatorluğunun gücünü de arkasına almış olan ABD'nin hegomonik dayatmalarıyla karşılaştığında da çözümü yine aile içi kararlarda aradı hep. Batı ulus devletleri yaşadıkları ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar karşısında zaman zaman birbirleriyle çatışır durumlarda dahi bir dayanışma hattı sürekli açık kalmıştır. Böylece her durumda varlıklarını bu yapı içerisinde geliştirebilecek yeni dengeler oluşturdular ve birçok sömürge kayıplarına rağmen gelişebilme imkanına sahip oldular.
AB projesi bu konuda ortak akıl üretmeye yönelikti ve Avrupa ulus devletlerinin gelişmesi için oldukça yararlı oldu.. AB Avrupa'yı büyüttüğü gibi ilginçtir ki ABD ve İsrail'in gücüne de güç kattı. Onların arka bahçesi oldu. Sadece AB projesi değil, 1.Paylaşım Savaşı sonrasında Siyonizm'in çıkarlarını önceleyen tüm ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal yapılanmalar ABD'yi büyütmüş ve ona güç vermiştir.
ABD'nin öncülüğünde veya desteğiyle kurulan bütün uluslararası örgütler, birlikler, paktlar, ekonomik teşkilatlar vs. ABD hegemonyasındaki dünya düzenine kan pompalamaktadırlar.
BM, NATO, OECD gibi ABD merkezli kuruluşların yanı sıra AB de ABD'nin güdümünde bir birliktir. Bu yapılardan ABD ve onun yönlendirici gücü İsrail aleyhine hiç bir karar çıkmaz ve dünyanın gidişatı hakkında alınan ana kararlar ABD'nin inisiyatifine, İsrail'in çıkarlarına göre şekillenir.
O nedenle Avrupa ülkelerinin tümü (Rusya'yı da bu anlamda bir Batı ülkesi saymalıyız) aldıkları kararları bu süzgeçten geçirmenin zorunluluğuna dikkat ederler. ABD gibi Avrupa ailesi içerisindeki devletler de verdikleri kararlarda İsrail'in çıkarlarını gözetmek zorundadır..
2.Paylaşım Savaşı sonrasında Siyonizm'in Batı üzerindeki gücünü kırma girişimleri hüsrana uğramış ve siyonizmin çıkarları iyice pekişir hale gelmiştir. Bugün sadece Batılı ülkeler değil bu ülkelerle ilişkileri olan tüm dünya devletleri de bu güç dengesine dikkat etmek durumdadır..
İşte bir Doğu/ İslam devleti olan Osmanlı'nın uzantısı Türkiye de Batının önceliklerini önemsemektedir. Türkiye Batı ailesiyle bütünleşme hedefi nedeniyle bu yapının olaylara yaklaşım biçimini benimsemek ve genel gidişatını bu yapıya uygun hale getirme baskısıyla karşı karşıyadır.
Çağdaş Batı ailesinden olmaya aday olmak demek, ABD ve onun yörüngesinde olan Avrupa'yla yani siyonizmin çıkarlarını önceleyen bir blokla dans etmeye hazır olmak demektir. Türkiye, kuruluşundan beri bu düzeneğe ayak uydurmaya çalıştı ve Batı'lı olma konusunda önemli mesafeler katetti. Zaman zaman yoldan çıkmaya yeltendiğinde ise Batı tarafından kotarılan muhtıra ve darbelerle hizaya getirildi. Batı destekli darbelerle işbaşına getirilenler uyum konusunda kendi başbakanını asacak kadar kararlı olduklarını dünyaya gösterdiler(!).
İsrail ile ilişkiler
Batı ailesinden olmak isteyişin ilk önemli bedeli II.Abdülhamit'in toprak vermeyip kovduğu siyonistlerin çekirdek devleti İsrail'i tanımakla başladı. Bundan bir yıl sonra da, 1950'de temsilcilikler büyükelçilik seviyesine çıkarıldı. Böylece Türkiye, İsrail'le ilişkilerinde Osmanlı'dan farklı olduğunu ispatlamış oldu!
İsrail'le ilişkilerimiz Batılılaşmayı hedefleyen yöneticiler nedeniyle hep Batı'nın beklenti ve arzuları istikametinde şekillendi, onun üzerinden yürüdü. Ancak, Türkiye'nin her şeye rağmen bir 'İslâm Ülkesi' olması onu Arap dünyasıyla karşı karşıya bıraktı ve zamanla "Batı içinde bir İslâm Devleti" gibi davranma zorunluluğu doğdu.
Zira İsrail Devleti'nin ortaya çıkışından sonra Türkiye'de iş başına gelen iktidarların muhafazakar seçmen tabanına sahip olması İslâm ülkeleriyle bağı koparmaya ciddi bir engeldi. O nedenle Batıcı, sağcı iktidarlar İslam ülkelerini de tümüyle karşılarına almaktan çekindiler. Süreç içerisinde onları da dikkate alan bir politik çizgi izlemeyi benimsediler.
İslâm Dünyası'na sırt çevirmenin ilk ciddi uyarısını Kıbrıs'ta aldık. 1963-1964 Kıbrıs sorununun büyümesinden 1973 petrol krizine kadar olan dönemde İslam ülkeleri Türkiye'ye sahip çıkmayınca, Türkiye Orta Doğuya ve Arap ülkelerine yaklaşma politikasına ağırlık verdi. Ancak İsrail'le ilişkilerini de sürdürmeye devam etti.
1967 İsrail- Arap savaşında İsrail'e tepki gösteren Türkiye, savaş sonrasında toplanan BM'de ise hem İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini hem de İsrail'in devlet olarak varlığının güvence altına alınmasını birlikte savundu. İsrail'in İslâm Dünyası'nın karşısında kaldığı anlarda ona yardımcı oldu. O nedenledir ki; Türkiye, Fas'ta toplanan İslam Konferansı Örgütü'nde alınan İsrail ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi kararını veto etti...
Türkiye sıkıştığı anda Arap Dünyası'na pas atacak bir imkana sahip olduğu gibi aynı zamanda Batı ile Arap dünyası arasında arabuluculuk yapacak pozisyondadır. Bu durum kimi iktidarlar tarafından iç siyasette manevra alanı sağlamış bazı sağ iktidarlar iktidarda kalmanın bir yolunu da İslâm Dünyası'na önem verme görüntüsünde bulmuşlardı.
O kadar ki; Bir ABD darbesi olan 80 ihtilalini gerçekleştiren Kenan Evren bile halkın sempatisini kazanmak ve darbedeki İsrail izlerini silmek için görünürde İsrail'e karşı çıkıp Araplara yanaşmış, İsrail'le ilişkileri germe numarasına yatmıştı.. Amacı Arap sermayesinin desteğini almak, Batı darbesinin içerideki olumsuz etkisini kırmaktı.
Bu doğrultuda, 12 Eylül harekatından iki buçuk ay sonra Türkiye, 26 Kasım 1980'de, İsrail ile diplomatik münasebetlerimizi ikinci katip seviyesine indirme kararı aldı.1956 Arap-İsrail savaşından beri, yani 24 yıl Türk-İsrail ilişkileri maslahatgüzar seviyesinde yürütülmekteydi. Türkiye 1956'da, İsrailin Mısır'a saldırısı üzerine büyükelçisini geri çekmiş ve diplomatik temsilini maslahatgüzar seviyesine indirmişti..
Türk dış politikası, bir yanda 'Batı İttifakı'na dayanırken, öte yandan da, Batı ile olan ilişkilerinde İslâm Dünyası'yla iyi ilişki dengelerini korumaya dayandığı için sürekli Batı ile İslâm Dünyası arasındaki çatışmaların orta yerinde kalmıştır.. Bir 'İslâm Ülkesi' olma özelliğinden istifade etmeye kalkıp İslâm Dünyası'na yönelik bağımsız politika arayışına girildiğinde çeşitli sorunlar yaşanmıştır..
Batı'dan yediğimiz her darbe sonrası İslâm Dünyası'na yanaşmak isteyip, İsrail politikalarına karşı çıktığımızda karşımızda hep AB(D) yi bulduk. İsrail'i karşıya almak demek, sadece İsrail'le çatışmak demek değildi, aynı zamanda Batı'yı da karşıya almak demekti. Batı'yı yani Rusya ve İslâm Dünyası'na da hükmeden Batı'yı...
Türkiye, arada kalma baskısından Batı'nın İslâm Dünyası'nı tamamen boyunduruğu altına alıp, İsrail'in çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladığı andan itibaren kurtuldu ve rahat bir dönem geçirmeye başladı.
Batı , İslâm ülkelerini İsrail'in çıkarlarına uygun şekilde dizayn edince Türkiye İslâm Dünyası'nın baskısından da kurtulmuş oldu ve böylece İsrail'le dost politikaların yürürlüğe sokulması kolaylaştı. Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinin en çok geliştiği dönemler bu dönemlerdir..
Şunu vurgulamak gerekir; Dünya sistemi içerisinde önemli sorunlarla karşı karşıya kalmamak için sadece İsrail'in çıkarlarını dikkate almak yeterli değildir. Bu çıkarların korunması için onu korumaya alan AB(D) ye de bağımlılık gereklidir. Batı'ya bağımlılık İsrail için yani siyonizmin geleceğinin güvence altına alınabilmesi için bir zorunluluktur.
Batı'ya bağımlılık ise onun yapıp, ettiklerine rıza göstermek ve destek vermekten geçer. Bu blok dilediği yerde savaş, çatışma, açlık, kıtlık, hastalık ürettiğinde buna asgaride seyirci kalmak, dokunmamak gerektiği onların gizli ilkeleri arasındadır.
Zaman gelir kısmi ya da büyük savaşlarla dünyayı şekillendirmeye kalktıklarında onların gösterdiği yolda pozisyon almadığınızda başınıza her tür çorap örmeye kalkarlar. Bugün Ortadoğu'da yaşananlar bu durumun bir yansımasıdır.
Batı bloku Ortadoğu'ya daha önce besledikleri eliyle savaşı getirmiş ve bölge halklarını birbirine boğazlatarak çıkarlarını genişletmek, yeni enerji kaynaklarını uhdesine almak istemektedir.
Ak Parti Dönemi
Ak Parti, Batı'nın çıkarlarının Türkiye'nin çıkarlarıyla paralel olduğu bir konjonktürde iktidar oldu. Zehirli gazla binlerce Kürdü öldüren, Kuveyt'i ilhaka kalkan ve Türkiye dahil tüm komşularını tehdit eden Saddam bölge için ciddi bir sorun, hayati bir tehlike haline gelmişti. Onun iktidarının devrilmesi Türkiye'nin de hayrına gözüküyordu ve üstelik ABD'nin Saddam sonrasında bu ülkeye, bölgeye demokrasi vaadi vardı. Saddam devrildikten sonra yönetim kısa bir sürede demokratik güçlere devredilecekti!..
Batı, Saddam'ı devirmek için bölgede destek arıyor, Türkiye'de bölgenin demokratikleşmesine katkı sağlayacak güçlü bir iktidarın varlığına ihtiyaç duyuyordu. Türkiye'de ise o tarihlerde siyasi istikrarsızlıklar zirve yapmış ve halk bu durumdan bıkar hale gelmişti.
Çoğunluk ülkenin gidişatından endişe duyuyor, Türkiye'nin bir sıçrama yapması ve Batı ülkeleri arasında önemli, bir yer edinebilecek atılımlar içerisine girmesi özleniyordu. O nedenle AB ile Batı dünyasıyla ilişkilerin gelişmesi bir umut olmuştu. Batı Ak parti iktidarıyla Türkiye ile ilişkilerini geliştirdiği gibi Türkiye'yi İslâm Ülkeleri'ne bir model olarak sunuyor, bu ülkelerle de işbirliğini geliştirmesine yardımcı oluyordu.
Batı, bir yandan Ak Parti iktidarıyla ilişkileri geliştirip ona dostluk eli uzatırken diğer yandan avucunun içine aldığı, derin ilişkiler içerisinde olduğu paralel yapıyı da iktidarin kalbine sokuyordu. Zira içeride bu yapının köklenip, büyümesini kendileri için bir güvence görüyor, bu yapının gücü nedeniyle iktidarın Batı'nın her isteğine kayıtsız destek vereceğini, haksız talepler ve dünya politikasına tersine bir etki yapmaya kalkmaları halinde bu güçle işbirliği sayesinde dilediklerinde iktidarı gönderebileceklerini düşünüyorlardı..
ABD, Ak Parti'den ilk darbeyi Irak Tezkeresi'yle yedi. Saddam'ın düşürülmesi için olumlu görüş belirten iktidar yetkilileri Irak'a operasyonu kolaylaştıracak olan tezkereye 'Hayır' diyerek Batı'yı hayal kırıklığına uğrattı. ABD Türkiye dışı alternatifleri kullanarak Irak'a girmek zorunda kaldı. Ve iktidar bu durum nedeniyle AB(D)' den ilk büyük çiziği yedi. Muhtemeldir ki Batı ile sonraki ilişkilerin olumsuz seyrinde bu durum önemli bir etken oldu.
Obama'nın iş başına gelişi Türkiye için bir fırsat doğurdu. Ne de olsa o müslüman kökenli bir Afrika'lıydı ve Bush'un şiddet politikalarını eleştirerek iş başına gelmişti..Türkiye Obama'nın seçilmesiyle üzerindeki baskıların azaltılabileceğini hesap etti.
Obama'nın gelişiyle birlikte Türkiye İsrail'in şiddete dayalı politikalarının geriletilip İslam Ülkeleri, Filistin lehine adımlar atılabileceğine inanmaya başladı. Başlangıçta Obama'nın da Türkiye'nin İsrail'i dizginlemeye ve Filistin'de bir barışa zorlama politikalarına destek vermesiyle Türkiye bölgede ve eski Osmanlı coğrafyasında kendi politikalarını hayata geçirme imkanı aramaya, o bölgelere yakın ilgi göstermeye başladı.
Diğer yandan da İsrail'in yayılmacı şiddet politikalarına tepki sesini yükseltti. Gazze kuşatmasına sert tepkiler veren Erdoğan İsrail'in siyonist politikalarını her platformda eleştirdi.
Davos'ta Başbakan Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in de katıldığı Gazze konulu panelde yaşananlar İsrail'le ipleri iyice gerdi. Başbakan Erdoğan burada İsrail'i ağır bir dille eleştirince Peres sert yanıt verdi. Erdoğan, daha sonra eleştirileri yanıtlarken Peres'e "Siz öldürmeyi, çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz" diyerek ağır suçlamalarda bulundu. Konuşurken sözlerini kesen moderatöre de kızarak salonu terk etti..
Ardından Mavi Marmara yardım gemisine İsrail'in uluslararası sularda saldırması ve 9 (sonradan 10) vatandaşımızı katletmesi bardağa iyice taşırdı. İsrail'le ilişkiler kesildi. İki ülke dünya üzerinde bir güç savaşına girdi.
Arap Baharı ve Suriye iç savaşına kadar her şey Türkiye'nin lehine gidiyor görünüyordu. İsrail, Türkiye'ye çok yönlü çelmeler takıyor ancak sonuç alamıyordu.
İsrail Obama'yı markaja alarak Türkiye'nin durdurulmasını istedi. Sonuçta Siyonist/Yahudi Lobisi'nin sıkıştırmaları sonucu Beyaz Saray İsrail politikalarına teslim oldu ve İsrail böylece bütün gelişmeleri Türkiye aleyhine dönüştürmeye çalıştı. Amacı Erdoğan'ı ve Ak Parti iktidarını yok etmekti. İçeride ve dışarıda Erdoğan'ı yok edebilecek hangi güç varsa onlarla ittifak ettiler,onları devreye soktular.
Arap Baharı'yla birlikte Suriye'de ayaklanan halka Esed'in şiddetle karşılık vermesi üzerine muhalefete destek veren ve bu konuda Türkiye'yi yanına alan Batı, daha sonra iktidara karşı savaşanlara destek sözünü yerine getirmedi ve Türkiye yaratılan bataklıkta yalnız bırakıldı. Böylece Erdoğan'ı sıkıştırarak iktidardan uzaklaştırılmasına çalışıldı. Ancak umutları sandığa takıldı, her tür muhalefet işbirliğine rağmen yapılan seçimlerden sonuç alınamadı.
Bu kez sisteme yerleşmiş olan dostlarıyla yani Paralel Yapı ile işbirliği içinde Erdoğan'ın ipini çekmek istediler ,ancak ne yaptılarsa bunu başaramadılar. Erdoğan'ın başbakanlığını engelleyemedikleri gibi, cumhurbaşkanlığını da engelleyemediler.
İslam ülkelerindeki müttefiklerini iktidardan uzaklaştırmakla Türkiye'yi yalnızlaştırma stratejisi Mısır'da devreye sokuldu. İhvan'ın güçlü liderlerinden Mursi ABD darbesiyle devrildi. Bu darbeyle sadece Mısır'ı değil Türkiye'yi de etkiledi .Bu darbeyle Türkiye kıskaca alındı,ardından ABD-İran yakınlaşmasıyla İran'ın önü açılarak Türkiye bölgede adeta ablukaya alındı.
Başlangıçta Suriye'de Esed'in gitmesi için ön ayak olan Batı, daha sonra Esed'in gitmesine ayak diredi. Oluşturduğu ortam ve çeşitli desteklerle IŞİD'i ürettiler, PKK'yı hareketlendirip Kanton sevdasına soktular, Kobani'yi tezgahlayıp buradan Türkiye'ye derin yaralar açtılar. Yetmedi..
Sıcak ilişkiler içerisinde olduğumuz Putin'le Suriye pazarlığında anlaştıktan sonra Rusya'yı Türkmenlerin üzerine saldılar. Türkiye'yi her yönden tahrik edip, hava sahamızı kullanma sonucu meydana gelen uçak düşürme olayından sonra Rusya da açıkça Türkiye'nin karşısına dikildi..
Sonuçta, Türkiye bugün her tarafından kuşatılmış durumda. Bu kuşatılmayla birlikte de İsrail'le ilişkilerin normalleştirilebileceği konuşulmaya, bu konuda anlaşmaya yaklaşıldığı ifade edilmeye başlandı.. Kimilerine göre bu konuda ön mutabakat sağlanmış durumda. Resmi makamlar ise bu iddiayla ilgili açıkça "yok " demiyorlar.
Anlaşma neden gündeme geldi?
İsrail, kendisinin yanı sıra küresel ağ üzerindeki destekçilerinin de çıkarlarını koruyarak güçlenen bir ülke. O nedenle enerji geçiş hatlarını, petrol, gaz kaynaklarının kendi kontrolünde olması ve kendi denetiminde Batı'ya aktarılması için yapmayacağı bir şey yok.
İsrail bu pozisyonunu kaybetmeye başladığı yerlerde iç karışıklıklar çıkararak çıkar çatışması içerisinde olduğu ülkeyi dize getirmeye çalışır, sonuç alamazsa savaş çıkarmaktan çekinmez. Bu gücü elden kaçırmamak uğruna gerekirse düşmanlarıyla da anlaşır, diğer hesaplarını daha sonraya bırakır.
İşte bir süredir Türkiye ile çatışan İsrail bugün onunla anlaşmayı gerekli görmekte, bunun için zemin aramakta. Zira Doğu Akdeniz'de keşfettiği ve çıkarılmayı bekleyen gazın Batı'ya aktarılması için İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacı var.
Erdoğan'ı deviremeyen ve Ak Parti iktidarını engelleyemeyen İsrail, elde edeceği Doğu Akdeniz gazını Türkiye'den geçirme zorunluluğu nedeniyle ve Türkiye'nin bölgesel hakları nedeniyle iktidarla anlaşmak istiyor.
Ayrıca Türkiye ile çatışır olması İsrail'in bölgede hareket kabiliyetini azaltıyor. İsrail, gerekli gördüğünde görünür çatışmalardan kaçınmayan bir ülke olmakla birlikte çıkarlarını daha çok iyi ilişki görüntüsünde saklayan bir ülke.
Türkiye'nin PKK ile çatışmakta olması ve bölgede çeşitli devletlerle sorunlar yaşamasını fırsat olarak değerlendiren İsrail, anlaşma için en uygun zamanın bu zaman olduğu hesabını güdüyor.
İsrail'in Türkiye ile anlaşma isteğinin çıkara dayalı zorunlu bir adım olduğunu düşünürsek, Türkiye'nin bu konuda geçmişten daha dikkatli olacağını tahmin ediyorum.
İsrail geçmişte Türkiye'nin iyi niyetini hep istismar etmiş bir ülke olarak hafızalara yerleşmiştir. İlişkilerinde sürekli daha kazançlı olacağı bir yola girmeyi tercih eder ve anında sözlerini, kendine yapılan jestleri unutur. Türkiye bu örneği son olarak OECD konusunda yaşamıştır.
Hatırlanacağı gibi Türkiye, Filistin'in karşı çıkmasına rağmen İsrail'in OECD' ye girişine şerh koyarak izin vermiş, bu yönde veto hakkını kullanmadığı için İsrail OECD üyeliğine kabul edilmiştir.
Türkiye OECD Daimi Temsiliciliği yaptığı açıklamada, “Bu vesileyle, İsrail'in OECD üyeliğinin hiçbir şekilde işgalin zımnen onaylanması veya meşrulaştırılması olarak görülemeyeceğini ilgili BM kararları uyarınca, sadece 4 Haziran 1967'den önce İsrail'in kontrolünde olan toprakların tarafımızca İsrail olarak anlaşıldığını kayda geçirmek istiyoruz” dedi. Ancak, Türkiye İsrail'in üye olmasına onay verdikten sonra bir daha veto hakkını kullanamıyor ve şerh kararının İsrail karşısında bir yaptırımı bulunmuyor.
Davos'ta yaşananlardan bir yıl sonra ABD'nin de baskıları sonucunda İsrail'in OECD'ye girişini şerh koyarak kabul eden Türkiye bu iyi niyetinin karşılığında İsrail'den hep düşmanlık görmüş, söz verdiği halde Filistin üzerindeki zulmünü devam ettirmiştir.
Ayrıca, Türkiye'nin bu büyük jestine karşılık İsrail'in iki hafta sonra açık sularda Mavi Marmara yardım gemisine saldırarak 10 vatandaşımızı katletmesi ne derece güvenilmez bir korsan ülke olduğunu gözler önüne sermiştir.
İsrail ile yeniden anlaşma
İsrail enerji planları nedeniyle kendisini yeniden Türkiye'yle anlaşma zorunluluğunda görse de Türkiye bu konuda geçmişte yaşananları dikkate almamazlık edemez. İsrail'le ilişkilerinin iyi olduğu dönemde dahi sürekli İsrail'in Filistin'de yaptığı insanlık dışı uygulamalarını eleştiren Türkiye, Mavi Marmara saldırısından sonra eğer Gazze'ye ablukanın kaldırılmasını sağlayamayacak bir anlaşmaya imza atarsa itibarını kaybetmekle karşı karşıya kalabileceği gibi Filistin davasına da büyük zarar vermiş olur.
Kısaca, anlaşmada mihenk taşı Gazze ablukasının kaldırılması konusudur. Anlaşmanın en önemli konusu Gazze'ye ablukanın kaldırılması konusudur.
Türkiye'nin İslâm Dünyası ve Osmanlı coğrafyasında etkisini ve iddiasını sürdürmesi Filistin konusundaki tavrına bağlıdır. Erdoğan ve Ak parti iktidarının hedefleri düşünüldüğünde bölge sıkışmışlığını, Batıyla yeniden bağ kurmayı hesap edinerek Filistin'in çıkarlarını terketmesi gelecekte yaşayabilecekleri karşısında tamamen desteksiz kalmasına yol açar.
Yine ayrıca Mavi Marmara'da şehit edilenlerin İsrail aleyhine açtığı davalardan vazgeçme konusunda devlet karar verici olmamalı, bu konuda bağlayıcı düzenlemelere gitmemelidir.
Gazze ablukasının kalkması halinde şehitlerin amacı gerçekleşmiş, gözleri arkada kalmamış olsa da yine de son karar merciii onların gerideki aileleridir. Devlet şehitlerin ailelerini davalarını geri çekmeye, tazminatla yetinmeye ikna için uğraşabilir ama davları geri çekme ve tazminat miktarını belirleme veya tazminatı kabul gibi kararları onlar yerine verme hakkını kendinde görmemelidir. Bu konuda son kararı verecek olan devlet değil aileler olmalıdır.
İsrail Cephesi
Daha önce Mavi Marmara özrünü yerine getiren İsrail Türkiye'nin özre ilaveten şart koştuğu ablukanın kalkması ve tazminat konularını da kabul ederse iyice yerlerde sürünmüş olacaktır. Zira netenyahu güvenliğini ileri sürerek Gazze'ye ablukayı kesinlikle kaldırmayacağını belirtmişti.
Bu durumda Netenyahu'nun tükürdüğünü yaladığını görmek sadece İslam ülkelerine, müslümanlara değil, mazlum Filistin halkının yanında olan tüm insanlara eminim ki sonsuz mutluluk verecektir..
Dilerim yeni bir yılda İsrail'le bu doğrultuda anlaşılır ve hem Filistin Halkı, İslâm Dünyası ve mazlumlara sahip çıkanlar mutlu olur, hem de Türkiye önündeki engelleri aşabilecek bir pozisyonu elde eder...
Yine başa dönersek; Devletlerin dostlukları da, düşmanlıkları da kalıcı değildir. Olaylara böyle yaklaşmalı ve ebedi düşmanlığa sahip çıkmak yerine, adil ve hakkaniyetli bir sistem için anlaşma zemini aramak öncelikli tercih olmalıdır...
Adnan ONAY, 01.01.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar