2 Ocak 2016 Cumartesi

SA2283/KY26-CA35: Aktif Unutma İhtiyacı

"Başka hiçbir alternatifimizin olmadığına inandırıldığımız bir mecra içinde yeteneklerimize güvenimizi yitirmeye başladık. Müslümanlar Batı stratejileri için bir araya geliyor, kendi ortak değerleri için değil. Kesimler arasında metaforik ve somut duvarlar yükseliyor."


Kitap fuarlarına gitmek, benim için kitaplarımın okurlarıyla hasbihal etme fırsatı olduğu kadar, bir şehrin insanlarını tanıma imkânı da. Son zamanlarda Siirt’te tanıdığım o genç kadını hatırlıyorum hep. Nisan ayı başlarında katıldığım Siirt Kitap Fuarı’nda yanıma gelmiş, bir kitabımı imzalattıktan sonra bana üst üste birkaç kez, “Barış gerçekleşecek değil mi, inanıyor musunuz sahiden, bu kez mümkün olacak mı?” diye sormuştu. 

Çok gençti, fakat konuşurken bakışlarındaki çöküntüyü fark etmiş, kaç neslin ağır tecrübelerinin yükünü üzerine aldığını düşünmüştüm. Sürekli gerginleşmeye sevk eden gündemden yorulmuştu, yeni göçlere takati yoktu, durup soluklanmak ve düşünmek istiyordu.

Aradan aylar geçti ve barış umudu katliamlarla yeniden zora koşuldu. Toplumsal kutuplaşmanın sebep olduğu gerginlikte geçmişin ağır acı yüküne yenileri eklenirken hesabı ödemenin yine yoksullara düşmesi anlaşılmaz değil.


Behmen Gabadi’nin sanırım on yıl kadar önce şöyle dediğini okumuştum bir haberde: “Bu bölgede süren mülteci görüntüleri hep Kürtlere ait. Kürtler sürekli göçe, ilticaya zorlanıyor.”  

Tabii Afgan halkı vardı ve elbette Boşnaklar. Sonra Araplar bölgeyi sarsacak şekilde göçe başladı. Bölgemizi sürekli sarsan bir deprem var. BOP işte böyle bir planmış, bugün daha iyi anlıyoruz. Bir şeyler sürekli indirgeniyor, bir şeyler sürekli parçalanıyor. Daha ırkçı, kabileci, mezhepçi ve fırsatçı olmaya sevk ediliyoruz. Tevhid sebeplerine değil çatışma gerekçelerine yoğunlaşıyor zihnimiz.

Kimsenin yerleşik bir hayatı kalmasın, bütün topraklar emlâklar hatta tarihler bir büyük yeniden düzenleme planı için terk edilsin, boşaltılsın, bu arada kitleler katliamlarla erisin, yol perişanlığında tükensin…Geçmiş diye bir şey kalmasın, böylelikle hayat sadece şimdiki zamanın bir anında, belirsiz bir adrese doğru sürecek göçlerle yaşansın bölgemizde, canlar ucuzlasın, ömürler heba olsun Batı merkezlerinde geliştirilen büyük projeler hatırına; istenen sanki böyle bir sürekli kıyamet.

Başka hiçbir alternatifimizin olmadığına inandırıldığımız bir mecra içinde yeteneklerimize güvenimizi yitirmeye başladık. Müslümanlar Batı stratejileri için bir araya geliyor, kendi ortak değerleri için değil. Kesimler arasında metaforik ve somut duvarlar yükseliyor. Ümmet sanki tornadan çıkma, birbirine tıpatıp benzeyen Müslümanlardan oluşmalıymış gibi tariflere sahip bir zihniyet tarafından esir ediliyor gündemimiz. Günde en az kırkbir kez "Allah'ım bizi doğru yola ilet" diye yakarırken aynı zamanda "Doğru yol kesin benim gittiğim" diye kesip atmak nasıl mümkün olabilir?

Sırtına göçünü yüklemiş halde meçhul bir adrese doğru yürüyen Sur semtinin ihtiyarları, siyasetteki aczimizin metaforu olduğu kadar tanıkları da. “Sur”da yaşananları kalbi sızlamadan kim izleyebilir? Kürt Kürt'e acımayınca kimse de acımıyor. Devlet mi? O zaten toplumsal halimizin tecessümü. Bağış mı? Derrida’yı okuduğunuzda işin içinden çıkamıyorsunuz. Suç o kadar ağır ki bağış imkansız görünüyor bütün taraflara.

Bağışlama kolay gerçekleşemiyor da olsa herkesin bütün acısına ve öfkesine karşılık durup düşünme noktasına çekildiği bir zaman er-geç geliyor. Adaleti kavrayışımız yeryüzü zulümlerini hakkıyla değerlendirmenin yanına yaklaşamıyor çünkü. Aynı sebeple isyan ve öfke daima dolaşımda, daima borçlu ve alacaklı.  

Dinin, siyasetin, sanatın, ihtilaf konularını azaltarak barışı mutlak amaç, uğruna fedakarlık yapılması gereken zorunluluk olarak gündemde tutması ciddi bir sorumluluk bu durumda. Suçun göz ardı edilişi değil bu, daha fazla ölümler yaşanmamasının çare arayışı. Ancak en yoksulların yaşadığı semt kış soğuklarına bakılmadan ideolojik provanın sahnesi olabilirdi. 

Çocuk ölümünden daha önemli, yaşlı perişanlığından daha zorunlu bir oturup konuşma sebebi olabilir mi? El arabaları, pikaplar, çekçekler, yataklar yorganlar, beyaz eşyalar ve meçhul adresler…  

Devletin icraatları adına söz alan Müslüman aktörler elbette Kürt meselesine yaklaşımlarında her zaman on yıllarca devlet adına üzerlerine gelen baskıları unutmadan konuşmakla mükellef.

Biz göç savrulmaları ve çarpmalarıyla yaşamaya alışmış, göç/seferberlik  tecrübelerinin etkileriyle sürekli yeniden biçimlenmeyi de öğrenmiş bir toplumuz. Kendi kendini iyileştirmeye terk edilen bir yaranın ufunet içermemesi nadiren mümkün olabilir. İnsanlarımız yaşananları ibret olarak görüp şimdiki halde barışı ayakta tutacak bir muaşerete sıkı sıkı yapışmışlardı. Hayır, yaşanan acılar unutulmuş olamazdı, bağışlamak da bazen elde olmaktan çıkardı, ancak bir arada yaşamak için de insanların barışa ihtiyacı vardı. 

Aida Begiç’in son filmi “Çocuklar”ın teması zaten işte böyle zor bir barış arayışı noktasına gelmenin açıklaması olarak da seyredilebilir. Bosnalı yönetmenin kadın kahramanı için  “Rahima” adını seçmesi hiç rastlantı değil. “Rahim”, Allah’ın 99 adından biri; Bağışlayıcı, insanlara ve müminlere merhamet eden, onları koruyan, onlara acıyan demek. Unutulması kolay olmayan katliamların, büyük acıların ardından ister istemez biriken kin ve nefrete karşılık, geçmişin tekrar etmemesi ve yeni kuşakların yaşanmış acıların kiniyle kavrulmaması için de sana düşmanlık etmiş kişinin komşuluğuna tahammül edebilmelisin.  Büyük irade gerektiren bu çabayı göstermek kişi olarak, toplum olarak sana düşüyor, çünkü hakkın yerli yerine konulduğu bir adaleti önemsemeyi sürdürüyorsun. 

Gerçek bir bağışlama elbette çok zor, bazen imkânsız, ama barış arayışı zorunlu; çünkü şimdi ve yakında yaşanan acıların sorumlusu tutulamayacak insanlar hâlâ bedel ödemeye devam ediyor. Bu yüzden, bizlerin tecrübelerinin çok daha ağırlarını yaşamış olan Bosnalılar bile imkânsız görüneni üstlenmeye mecbur kaldılar. Kaldı ki bizim için barış parçalanmaya zorlanan bütünün arayışı adına da zorunluluğunu duyuruyor. Belki de kendini kanıtlamış bütünlüğün imkân ve ihtimalleri yüzünden daha ırkçı,  fırsatçı ve patavatsız olmaya sevk edildiğimiz halde aklımız ve gönlümüz parçalanmaya direniyor.

Zaten daha nereye kadar parçalanabiliriz?  Bağışlama bu anlamda bağış değil, öncelikli olanın icabı. Siirt Kitap Fuarı’nda sohbet ettiğim genç kadının tutunmak istediği her şeye rağmen özlenen barış için gerekli unutma tercihi sözünü ettiğim; bir tür aktif unutma. 

Helalleşme de aktif unutmadır sonuçta, daha yüce bir amaç için sarfınazar etmiş olmak, büsbütün unutmak anlamına gelmiyor. Buna karşılık böyle bir unutmanın olgunlaştırıcı bir yanı olduğu söylenebilir.

“93 harbinde üç şeyin hududu yoktu: Hastalığın, açlığın ve vatan toprağının. 93 muhacirinin Edirne’de gömleği, Ayastefanos’ta eti, İstanbul’da derisi yoktu” diye anlatıyor Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul’un hemen ilk sayfalarında. Barış üzerine düşünmeye çağıran sözleri küçümseyen kaç insan bu cümleleri okudu, üzerinde düşündü acaba?  

Sıfır noktasına kadar gidip tükenmek gerekmiyor, o noktadaymış gibi çözümler üretmek siyasetin sorumluluğu. Olanlar oldu, ihtiyarlar dünyalarını bir kez daha değiştirdiler, ancak çocuklara borçlu, bu borç nedeniyle de çözüm siyasetine mecburuz. Barış süreci ezberler bozularak gerçekleşebilmişti, zamanla yeni ezberler birikti. Bir kez daha ezberleri bozacak bir uzlaşım çabası gerekiyor.


Cihan Aktaş, 02.01.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 


Sonsuz Ark'ın Notu: 
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20487/aktif-unutma-ihtiyaci

Seçkin Deniz Twitter Akışı