بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
92. Müslüman şahadetini bozan tasavvuf masalları (S.114–120)
Tarikat-ı Nakşiye'de rabıtanın sağladığı menfaat çok fazladır. Rabıta ile mürid, kalbine giren vesveseleri çıkartır, kalb huzurunu bulur. Şeyhin rabıtası ilahi nuraniyet kazandırır. Böylece zikrin faziletinin bereketi kalbe daha tesirli olur. Tarlayı sürdük, çapaladık, tohumu attık. Hazır tarlaya yağan rahmet nasıl menfaat verirse, evliya-i izamın feyz-i Rabbanisi de müridin kalbine yağmur gibi gelir. Allah'ın feyzi yalnız evliyaya değil bütün Varlıklara yağar. Kainattaki herşey Allah'ın feyzi ve inayeti ile ayaktadır.
Şeyh Muhammed Raşid hazretlerinin sağlığında, kardeşi ve halifesi Abdülbaki hazretlerine soruluyor: "Ya seyidim, bir insanın rabıta zamanında dünya işi olsa, bu rabıtayı sonra kaza mı edecek, ne yapacak?" Şöyle cevap verdi: "Bizi birisi çağırırsa, 25 estağfirullah çekip gözümüzü açarız. Giderken gözler açık olduğu halde rabıta devam eder. Mecbur olmadıkça konuşmayız, elimiz işte olsa da gönlümüz rabıtada olur."
Başka bir sual: "Seyidim, kitaplarda çeşitli rabıtalar tarifedilmiş. Siz nasıl yapıyorsunuz?"
"Rabıta akşam namazından sonra yapılır. 15 dakikadan az olmaz, birbuçuk saate kadar uzayabilir. Rabıta yapacak olan yüzünü kıbleye döner. Otururken sağ ayağını sol ayağının altından çıkarır. Gözlerini yumar. 25 estağfirullah çeker. Kendi sesini duyacak kadar söyler. Estağfirullah'lar ile, günün ağırlıkları ve dünya didişmelerinden kirlenen kalbini silmeye başlar. Daha sonra Sultanımızı azim, nurani ve latif bir makamda düşünür. Mesela bir kürsüde. Durduğu yerin başından arş-ı alaya uzanan nurani bir sütun tasavvur eder. Allah'ın rahmet-i ilahiyesi sultanımızın başına nurani bir sütun ile iner ve birleşir. Mürid, o nurani sütundan nurani bir ziyanın kılıç gibi kendi kalbine aktığını düşünür. Kalpteki günahların, mermere damlayan asit gibi kalpte yara açtığını düşünerek, bu nurun o yaralara melhem olup kalbi cilalandırdığına inanır. Cilalaya cilalaya bir hafta kadar rabıtanın içinde kaybolur; rabıtası yoğunluk kazanır ve o insan istikamet sahibi olur. Huzur-ilahiye yönelerek amel-i salih sahibi olur. Tarikattan çrkmak istese de artık çıkamaz."
Şeyh Abdurrahman Tahi (k.s.) hazretleri hastalığı zamanında yanındaki nurani zatlara şöyle dedi:
"Beni ziyarete gelenlere tenbih edin, edeple otursunlar. Çünkü velilerin ruhları ziyaret maksadıyla devamlı odamda bulundukları için, gelenlerin edep noksanlıkları dolayısıyla, velilerin rahatsız olmalarından korkarım.Yine aynı zat son hastalığında şunları anlattı: Bir gün bile oyuna katılmazdım. Çünkü annem, başka çocuklara günah olmasa da benim için günah olacağını söylerdi. "O çocuklar cahildir, onlara azap yok, oysa sen alim gibi sayılırsın. Bu yüzden senin için azap da, günah da var." derdi. Böylece günahtan kaçmaya başladım. Tıpkı Yahya (a.s.) gibi. Oyun oynayan çocuklar Yahya (a.s.)'a niçin oynamadığını sorduklarında: "Ben dünyaya oyun oynamaya gönderilmedim" cevabını verdi."
"12 yaşıma kadar böylece korku ile yetiştim. Bu yaşta bir gaflet eseri mecazi aşka kalkıştım, ama çabuk kurtuldum. 13 yaşımda Molla Ziyaüdettin Arvasi'ye başvurdum. Bu zat muhabbetin mecazına yer olmadığını, hakikatına gitmemizin vazife olduğunu ferman ederdi. Daha sonra Hacı Emin Şirvan i hazretlerine baş vurarak onun tariki ile Rufai tarikatına girdim. Zikirlere ve nafile ibadelere başladım. Cezbe ve muhabbetle ileri gittim. Daha sonra Şeyh Hamza Telvi hazretlerine vararak ona biat ettim. Bir süre onun müridi olarak kaldım. Bu arada cezbe ve muhabbet halim daha kuvvetlendi."
"Bir süre sonra saf, temiz, gerçeğe yaklaşmış kamil bir şeyh olarak tanıdığım Kadiri şeyhlerinden Seyit Nureddin Birgivi hazretlerine intisab ettim. Yeni şeyhim beni tasarrufu altına aldı. Oruç tutmamı, az yememi, sık sık mezarlıklara gitmemi emretti ve riyazetler verdi. Öyle olurdu ki, geceleyin kalkar, Tahi köyünün mezarlığına varır, üstü açık bir kabrin içine girer sabah namazına kadar zikir çekerdim. Bir defasında şeyhim bana, bir gece ve bir günde yüz yetmiş bin Lailahe illallah çekmemi emretti ve dedi ki: "Lailahe illallah cümlesini ateş taşı kabul et, kalbini de bir demir say. Kalbini bu zikir ile, muhabbet ve cezbe ile döv. Buna, demirden kıvılcımlar çıktığı gibi kalbinden nurani kıvılcımlar çıkana kadar devam et." Ben bu zikri çeke çeke kalbimden kıvılcımlar çıkmaya başladı. O zikrin ateş taşı tüm kalbimi aydınlatıyordu. Arkasından cezbeye dayanan bir huzura varıyordum. Öyle ki, bu kemalden daha üstün bir kemal olmayacağını zannettim. O sıralarda Kadiri halifesi de oldum."
"Bitlis deresinin öbür tarafı olan Hizan vadisinde Gavs-ı Hizani hazretleri yaşıyordu. Oraya yakın Külad'da yaşayan ve Gavs hazretlerinin müridlerinden olan Süleyman Evbasi isimli sofi bana uğradığında ona alaylı bir şekilde: "Külad'daki sofiler nasıldır, ne yapıyorlar?" diye sordum. Sofi Süleyman: "Vallahi Bitlis deresini geçsen böyle demezdin." dedi. Ona, Gavs-ı Hizani'nin müridleri nasıl diye sormam gerekirdi. Sofinin bu sözü kalbimi etkiledi. O sırada halife idim ve birkaç da müridim vardı. Bu sözümün cezasını başımı ve sakalımı tıraş ederek çekmek istedim. Niyetimi söylediğim bir müridim bana: "Kadiri şeyhi sakal kazıtır mı?" dedi.
Allah, Gavs-ı Hizani hazretlerinin nuraniyetini-kalbime tecelli ettirdi. Müridlerime, gidip bu şeyhe bağlanacağımı söyledim. Bana: "Sen hâlifesin, müridlerin de var. Külad'a gidip cahil sofilere mi karışacaksın?" dediler."
"Mü'minler hiçbir zaman kendi şeyhlerinin ululuğunu göstermek için başka bir şeyhi ve müridlerini kötüleyip küçümsememelidirler. Onlar da Resulullah (s.a.v.)' ın ordusundandır. Onlar da ümmet-i Muhammed'in hidayet bekçileridir. Ben, sofilere: "Böyle konuşmayın, bu davadan vaz geçmem" dedim. O gece endişe içinde uyuyamadım. Seher vakti sofi Süleyman Evbasi' nin evine vararak, şeyhi Gavs-ı Hizani hazretlerine götürmesini istedim. Sofi memnun oldu, birlikte yola çıktık. Bitlis deresini geçer geçmez acaip bir hisse kapıldım; Külad' a varınca cennet bahçelerinden bir bahçeye ulaştığımı sandım. Beşinci şeyhim Gavs-ı Hizani hazretleri oldu. Kadirinin halifesi iken Nakşinin sofisi oldum."
"Başkalarının bir yılda sağlamayadığı tasarrufu Cenab-ı Gavs Sıbgatullah (k.s.) hazretleri bende bir günde sağladı. O sırada dillerin Sıbgatullah edemeyeceği, kulakların danayamayacağı acaip haller gördüm,
duydum. Daha önce elde ettiğim hallerin gafletten ve boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadığını anladım."
"Gavsül azam hazretlerine intisab ettiğim ilk günlerde ağır bir hastalığa tutuldum. Hastalığım o kadar ağır seyrediyordu ki aklımı kaçıracağımdan korkuyordum. Bir gece İmam-ı Şafı hazretlerini ayakucumda, şeyhim Gavsülazam hazretlerini başucumda gördüm. İmam-ı Şafi hazretleri Gavsülazam hazretlerinden bana şefaatçi olmasını, hayatta kalmam hususunda himmetini kullanmasını istedi. Cenab-ı Gavs: "Ben ulu Allah'ın muradına karşı koyamam." diye buyurdu. İmam-ı Şafi hazretleri bırakmadı. "O kitap yazıyor, henüz bitirmedi. Himmetini kullan şu zat ölmesin." Ölüm meleği geldi. İmam-ı Şafi hazretleri: "Azrail (a.s.) onun yerine babasının ruhunu alsın." dedi. Gavsül azam hazretleri: "Olmaz, adamın hanımını ve kızını acıya düşürmeye hakkımız yok." deyince İmam-ı Şafi hazretleri: "Öyle ise Azrail (a.s.) onun yerine kızının ruhunu alsın, babası razı olur fakat annesi kızından ayrılmaya razı olmaz." derken her iki imam benim yerime Azrail'in kızımın ruhunu almasında görüş birliğine vardılar. Bu sırada ben gözümü açtım. Hanımın, "kızım öldü" diye ağlıyordu. Hanıma işin iç yüzünü anlatınca, bu defa da sevindi."
"Allah katında evliyanın ne kadar makbul olduğu görülüyor. Evliya-i izam ve şeyhlerimiz bu yüce makamlara tasavvuf ve tarikatın kemalatı ile ayak bastılar."
"Musa (a.s.) buyurdu: "İmana gelecek musibet cesede gelir. Cesede gelecek musibet mala gelir."
"Hz. Musa zamanında, ümmetinden biri: "Ya Musa, bana hayvan dilini öğret." dedi. Musa (a.s.): "Bunu bilsen ne çıkar, gel bundan vazgeç, Allah'a itaatkar ol." karşılığını verdi. Adam çok ısrar edince ona, evine gitmesini ve birkaç hayvanın konuşmasına şahid olabileceğini söyledi."
"Adam evine gitti, yemek yediler. Sofranın örtüsünü çocuklardan biri pencereden bahçeye silkeledi. Evin köpeği ile horozu koşuştular. Lokmayı horoz kaptı. Köpek ona, haksızlık ettiğini, sabahleyin de yem yediğini, dökülenlerin kendi hakkı olduğunu söyleyince horoz, üzülmemesini, o gün sahibinin katırının ayağı kırılacağını, böylece öldürmek zorunda kalacaklarını ve köpeğin de bol bol hissesine yiyecek düşeceğini anlattı. Ev sahibi bunları anlayınca çok sevindi. Katırı hemen sattı."
"Ertesi gün yine sofra artığını silkelediler. Yine yiyecekleri horoz kaptı. Köpek kızdı. Horoz: "Bugün ev sahibinin öküzünün ayağı kırılacak, o da öküzü kesecek, merak etme sana da pay düşer." dedi. Bunu duyan adam öküzü de sattı."
"Üçüncü gün yemekten sonra yine örtü silkelendi. Yine horoz kaptı. Köpek, yalan söylediği için horoza kızdı. Bunun üzerine horoz: "Biz asla yalan söylemeyiz. Allah bize arş-ı alada öten meleğin sesini duyurur. Efendi katırı da, öküzü de sattı. Ama bugün efendi ölecek. Cenaze için çift öküz kesecekler, bol bol yersin." dedi. Efendiyi tasa aldı. Kendini kime satsın! Katırın da öküzün de satıldıkları yerde ayakları kırıldı. Ziyan, sattığı adamaların üzerine kaldı."
"Adam Musa (a.s.)'a koştu. Durumu anlattı. Hz. Musa ona : "İmanın da gidecek. Allah'ın sırrına agah oldun. Allah sana sır olarak hayvanların dilinden kader muktezası, suçlarına karşı ceza olarak hayvan cezası verdi. Mala gelenler her bir cezanın karşılığıdır, sebebi vardır. Allah senin imanına zarar vermeden cesedine verir. Allah'ın adeti budur. Cesede zarar vermeden malına verir. Cesedine zarar verecekti, malına verdi. Sen onları sattın. Zarar o adamlara gitti, bile bile zalim oldun. Şimdi imanın gidecek, kafir öleceksin." Adam çok pişman oldu. "Ya Nebiyallah! tövbe olsun, benim hayvan dili bilmek neyime idi. Beni Allah için bağışla" diye yalvardı. Hz. Musa elini açtı, Rabbim Teala bağışladı. "İmanına dokunmam ama cesedini alırım." dedi. Musa (a.s) adama bu durunu söyledi. Adam, evine gitti ve öldü."
"Mala gelen cana geleceğin kefaretidir. Ya maldan ya candan çıksın. Yeter ki iman gitmesin."
"Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin huzuruna mavi gözlü sarışın bir genç girdi. Selam verdi, konuştular. Ayrıldı, gitti. Cemaat baktı ki bu tanınan bir sofi değil. Delikanlının kim olduğunu sordular. "Sıtma hastalığı idi." cevabını verdi. "Seni üç gün sıtmaya yakalayacağım, rızan var mı?" diye sorduğunu ve kendisinin de: "Mevladan gelen sefa da hoş, cefa da! Buyur efendim." dediğini anlattı, Sofiler cezbeye yakalandılar ve: "Dua et, aynı hastalık bizi de üçer gün sarsın." dediler. Allah'a dua etti. hepsini üçer gün sıtma tuttu."
"Allah'ın nurani ameldeki her bir ahvali ahirette maddi sıfatlara dönüşecek. Yoksa sıtma hastalığı sarışın,mavi gözlü bir adam değildir. Rabbim ona öyle tecelli ettirdi."
"Muhteremler, Hakk'ın emri hoştur. Çekilen cefa boş değildir. İnsanın şükretmesi lazımdır. Said Nursi hazretlerinin "Hastalar Risalesi"ni okuyan hasta olmayı adeta niyaz edecektir. Hastalık aynıyla nimet, aynıyla şifadır. Sonbahar yapraklan nasıl dökülürse, bir musibet, bir dert, bir hastalık da günahları döker. Arifin biri: "Bela, Allah'a yakınlık alametidir." buyuruyor."
"Hz. İbrahim (a.s.) nasıl Halilullah oldu? Allah (c.c.) Halilini bütün melaikeye göstermek için, onu niçin sevdiğini bildirmek için cilve-i Rabbaniye olarak sığırın çiğ derisi içine koydurttu. Hz. İbrahim'i onun içinde diktiler, gülle gibi atmağa kalktılar. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekler hayrette kaldı. Allah'ın meleklerinin yardımını dahi talep etmedi. Melekler yardım teklif ettiler. Hz. İbrahim: "Rabbim benim halimi bilir. Ben Cibril (a.s.)'dan dahi yardım istemeye haya ederim." dedi. Ondan sonra İbrahim (a.s.) Halilullah ismini aldı. Yusuf (a.s.) kırk sene zindanda, Yunus (a.s.) balığın karında kaldı. Eyüp (a.s)’ın dertler vücudunu sardı. Musa (a.s)’ın Firavun’dan ve Beni İsrail’den çekmediği kalmadı. Günahlarımız alemleri dolduracak kadar, bırakalım da dünyada temizlesin. Allah (c.c.) inayetiyle bağışlasın, günahlarımızı dünyada temizletsin, ahirete bırakmasın. Amin."
Puran Tilmiz, 03.01.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü