“Ruhumuzun odaları”nı kendi istediğimiz gibi döşemek ise çok daha zor. Ne istediğimizi bize çoğunlukla başkaları söylüyor, telkin ediyor, hatta buyuruyor."
Nesneler ve dünya nimetleriyle kandırılamayan insanların hayat tarzı, belirlenemezliğiyle endişe duyurur. Dünya hayatının süsü püsü konusunda kandırılmaya açık cins ise kadınlardır, öyle bilinir. Oysa söz konusu olan gönüllü veya dayatmayla süren bir iş bölümünün ihtiyacı veya tesellileridir.
Sade olan nasıl tanımlanabilir? Asıl amaca dönük yaşamayı mümkün kılan, fazlalıklardan arınmış, insanın eline ayağına dolanan ihtiyaç fazlasının uzağında…Hep aynı yerde, aynı adreste, herkes için ideal olarak görünen standartlara ulaşma çabası için didinerek taksitli alışverişlerle yönetilen bir ağa katılmanın, böylece akan bir mekanizmanın bir dişlisi haline gelecek şekilde yaşamanın nasıl da korkutucu geldiği yıllarımı hatırlıyorum.
Üniversitenin son sınıfında Kuşeyri Risalesi’ni okurken bir dönem hep aynı elbiseyi giymiştim. Tabii bazen yıkadığımda başka bir giysiyle idare edip sonra ona dönüyordum. Başımı vapurda açıp-örttüğüm yıldı; tamamen örtmenin hazırlığı içindeydim. Bir tür sosyal baskıya direniş, kendini sınama, kendi sınırlarını oluşturma…
Mekânların yaydığı kuralların zamanımı daraltarak planlarımı tehdit ettiğini fark eder ve buna karşı neler yapabileceğimi düşünürdüm. Çekirdek aile/apartman dairesi ikilisinin oluşturduğu kalıbın duyurttuğu monotonlukla, içe kapanışla ilgili olarak endişelerim farklı bir mekân tasarımı üzerine düşünmeye sevk ediyordu. Sonraları insan bir mekânı döşeme yoluyla da ıslah edebileceğini öğreniyor. “ Ruhumuzun odaları”nı kendi istediğimiz gibi döşemek ise çok daha zor. Ne istediğimizi bize çoğunlukla başkaları söylüyor, telkin ediyor, hatta buyuruyor.
Reklamlar, panolar, kadın dergileri üzerinden dayatılan ideal kadın (ve aile) miti ve bununla bağlı baskılar, başka türlü bir hayat tarzı imkânını ortaya koyan züht, takva, tevazu gibi kavramların yaşanılması konusunda daha titiz ve ilkeli olmayı gerektirmiyor mu? Daha az eşya, daha sade giyim, daha anlaşılır cümleler ve elinde bulunanı paylaşma gayreti, bu titizliğin öne çıkan göstergeleriydi benim başımı örttüğüm yıllarda. Mütedeyyin kadınlar Türkiye’de kendileri üzerinden sürdürülen büyük bir kamusal varlık inkârını tartışmak için hem hafif olmalıydılar hem de arınık.
İnsanın her şeyi en doğru bir şekilde bildiğinden kuşku duymadığı zamanların heyecanıyla malul Sistem İçinde Kadın, aynı zamanda bu düşüncelerin eseriydi. İnsan hem (ister istemez) sistem içindeyken hem de sisteme karşı nasıl olabilir, bu soruya cevap arıyordum.
Gösterişe, israfa, yüzeyselliğe, her türlü yeniliğe, farklı maceralara hevesli toplum, sistemin çeşitli yaptırımlarla varlık alanını kısıtladığı İHL öğrencileri ve başörtülü kadınlardan bekliyordu züht ve takvaya dayalı bir hayatı. Kamusal taleplerde bulunan başörtülü kadın niye beyaz tülbentli anneanneye özgü masumiyet ve şefkatle, sabır ve marifetle ilişkili niteliklere sahip olamıyordu?
Hayat işte burada bütün güçlükleri ve değişmeye zorlayan araçlarıyla akarken başörtülü kadın başka bir platformda sabit değerleri muhafaza edebilmeli, İHL öğrencisi de gençliğe özgü sayılana surat asan çekingen/zahit genç tutumunu koruyabilmeli; bunlar, hakkaniyetli olmayan beklentiler. Beri taraftan artık bu tür temsiller de geçerliliğini yitirdi. Başörtüsü kapitalizme karşı direnişin sembolü sayılamıyor şimdilerde. İHL’leri genişledikçe öğrenci profili sisteme dağılıyor.
Maurizio Lazzarato’nun vurguladığı gibi (Borçlandırılmış İnsan, Açılım) borçlandırılmış toplumun savurganlıklarını yaşadığımız da bir gerçek.http://almadim.blogspot.com.tr da tasvir edilen tecrübe bu açıdan önemli geldi bana. Çağrışımlarla kuşatıldım. Yusuf Kot, arkadaşlarıyla birlikte 2011 yılında kurdukları Sade Hayat Derneği’nin amacını, sadece beslenme tarzı ve yapılan iş/faaliyetler konusunda değil, onlar için zihinlerinde ayırdıkları yeri de tekrar düzene sokmak üzere çok yönlü bir sadeleştirme işlemine gitme zorunluluğuyla açıklamıştı bana. Elbette azla yetinmeyi Gandi’den öğrenmeye çalışanların haklı sebepleri de var. Fakat biz niye Hz. Fatıma modeli konusunda eskisi kadar sadık ve şevkli olamıyoruz? Tamam, görece varsıllaştı mütedeyyin kesim; ancak bu toplumdaki yoksulların varlığını örtme değil açma, daha sorumlu davranma sebebi olmalı.
İsraf kültürü kendini meşrulaştırmanın araçlarıyla yayılıyor. Satın alma konusunda ilkeli hareket eden mütedeyyin aileler bu alanda sahip oldukları sınırlara eskisi kadar dikkat etmeyebiliyor. Kimi burjuvalaşmaya yoruyor bunu, kimi yozlaşmaya. Azla yetinme meziyetini insanlara Hz. Fatıma’nın örnek hayatı üzerinden tarif etmekte zorlanıyor oluşumuz, bu konuda duyduğumuz rahatsızlığın göstergesi.
Eskiden ideal sahibi olmakla ilişkilendirdiğimiz mahrumiyetler sadece sistemin dışında tutulma halinden mi kaynaklanıyormuş? Muhalif ve mazlumduk. Bu bizi haklı kılıyordu. Şimdilerde ise sadelik pahalıya gelen bir hayat tarzı göstergesi olarak gündemde. Kapitalizmin eşya fazlalığı görece ucuzlukla hayatlarımızı işgal ediyor. Katkı maddesiz besin veya mesela formaldehit zehri saçan malzemelerle kaplanmamış eşyalar, pahalıya mal olan sade hayat anlamına geliyor.
Biz şanslı bir kuşaktık, zaman zaman mizah konusu olan Yerli Malı Haftaları bile bilincimizi daha önemli olana doğru geliştiren bir etki uyandırıyordu. Geniş aile terbiyesini içselleştirmeye izin veren ilişkilerin içinde yetiştik büyük ölçüde. Birinin ihtiyaç olarak öne sürdüğünü diğeri anlaşılır bir sebeple gerekli bulmayabilir, aranan şey bir çekmecede bulunabilir, bazen de eksikliği hissedilenin samimi bir cümle olduğu anlaşılabilirdi. Olmasa da olacağa niye sıra verilsin? Nur Zelal Ceylan’ın linkini ilettiği Darüşşafaka için hazırlanmış bir kamu spotu reklamı bu açıdan kayda değer geldi bana: “Olmasa da olur.” “Hayatımızın olmasa da olur”ları neler acaba?
Niye “olmasa da olur” diye fikir verme konusunda birbirimizi, yüreklendiremez olduk? Hele kadınlar olarak iman mücadelesinin zor tecrübelerine karşılık eksik kalan nedir ki hâlâ bu denli zayıfız? Biricikliğe özlemimizin engeli sadece biricik hayatımızı kendimize ait kılacak cesareti bize çok gören sistem midir sadece?
Ali Şeriati, öğrencileri için tuttuğu bir defterde bir kız öğrencisi için, ‘Geleceği çok aydınlık, eğer kadınlığının kurbanı olmaz, elbiseyi kitaba tercih etmezse’ şeklinde bir not düşmüş. Kuşkusuz bu bir kadının giyim kuşamına özenmesinin önemsizliğine dair bir görüş olarak okunamaz. Ruhumuzun odalarında hissettiğimiz, bizi düşünüp taşımaktan alıkoyan nasıl bir kalabalık?
Kız öğrencilerine şöyle bir soru sorduğu kaydediliyor Şeriati’nin: “Evin odalarını hatta kömürlüğünü derleyip toparladığınız, ev eşyalarını itinayla toplayıp düzenlediğiniz kadar kendi ruhunuzun odalarıyla ilgileniyor musunuz?” (Puran Şeriati, sf. 109 )
Görkem, şatafat arayışı, aşırı süsleme, bir adrese/unvana sahip olamama korkusunun da eseri. Bir parça bile olsa umut yayabilmeyi ise bizi sahici kılan sadeliğimize borçluyuz. Şimdiki yalancı bolluk ortamında yaşanan tüketim çılgınlığı bazen –ve yaygın olarak- kıtlık dönemlerinin mahrumiyetinin bazen sistemin çirkinleştirme işlemlerinin bir ödünlemesi olarak okunabilir. Fakat bu ödünlemenin vaat ettiği de sahici bir yer-yurt olamaz. Bize direnme gücü veren olumlu tutkularımızla aramıza yalancı bolluklardan oluşan dağlar giriyor.
Barış gibi savaşlar üzerine de bu yüksek dağ engelleri yüzünden layıkıyla konuşamıyoruz. Haksızlık etmeme gayretiyle barış için konuşma sorumluluğundan başka sahici bir yerimiz, adresimiz olabilir mi bu durumda?
Cihan Aktaş, 09.01.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu:
Kaynak belirtilmek kaydıyla Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20499/ruhumuzun-kalabalik-odalari
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20499/ruhumuzun-kalabalik-odalari