9 Ocak 2016 Cumartesi

SA2320/KY40-HF11: İdamlık Bir Şia Eleştirisi-Hüsameddin Ferzîzâde: İslâm’dan İslâm’a-Uydurulan İslâm’dan İndirilen İslâm’a Yolculuk 11

Sonsuz Ark'ın Notu:
22 yaşında Azerî kökenli İran vatandaşı bir Üniversite öğrencisi olan Hüsameddin Ferzîzâde Şiâ'ya yönelik sistematik eleştirisi yüzünden İran İslam Cumhuriyeti adı ile anılan Faşist Velayet- Ruhbanlık Sistemi tarafından idama mahkum edilmiştir. Aşağıda bu tertemiz delikanlının aziz hâtırâsına ve eserine dair tercümeyi bulacaksınız. Ona destek olmak için bu çalışmayı yayınlıyoruz. (Güncel Not: Hüsameddin Ferzîzâde kardeşimiz, 14.09.2020 günü yayınladığımız aşağıdaki çalışmasını paylaştığım Twitter hesabıma şu mesajı bırakmıştır: "Selam, Hayatımın zor günlerinde beni desteklediğiniz için teşekkür ederim. Husamuddin farzizade" Çalışmasını yayınladığımız zamandan bu yana 5 yıl geçmiş, bu zaman içinde, 1993 doğumlu olan bu genç kardeşimiz İdam'dan kurtulmuş, ancak üniversiteden atılmış, hayatı cehenneme çevrilmiş bir durumda. Umuyorum dost ellerimiz ona uzanabilir  Türkiye olarak. Seçkin Deniz) 
Seçkin Deniz, 09.01.2019

Bismillahirrahmanirrahim
Şia Fırkaları

Farslıların neden Hz. Ömer’i sevmediklerini anlattık. Ömer onların yüzyıllar süren imparatorluklarını devirmiştir. Ömer’in yerine bu imparatorluğa son veren Ali olsaydı bu defa “Ömer yerine Ali’ye lanet” edeceklerdi. Bu yüzden Fars ulusal İslâm anlayışı yani Şia, Ali’yi Ömer’in amansız bir düşmanı olarak resm etmeye çalışmıştır.

Ömer’in kötülenip lanetlenmesi daha çok Fars Şialığında yaygındır. Bazı Zeydî ve Bektaşî Şia grupları Ömeri saygı ile anarlar. “Ömer’i öldürme merasimi” (Ömerkoşi) adı verilen tiyatrolar de Fars, Hintli, bazı Zeydî fırkalar ile İsmâilîler arasında yaygındır. Diğer ülkelerin Şiaları Ömer hakkında bu kadar kin ve nefret beslemezler.

İlginç olan ise Ali’nin Nehcu’l Belaga’da yer alan 228. Hutbesi’nde Ömer’den saygı ve övgü ile bahsetmiş olmasıdır.(33) Ancak Şiiler bu hutbeyi açıklayabilmek için Ali’nin bu hoş ve iyi sözleri Ömer için değil Selman için söylediğini iddia ederler. Sahabilerin pek çok konuda farklı düşündükleri olmuştur ve bundan daha doğal bir şey de olamaz. Ancak sahabiler bu düşünce farklılığını düşmanlık sebebi kılmamış veya Hz. Âişe’yi zina etmekle suçlamamışlardır. “Âişe’yi zina etmekle itham eden aşırı Şii fırkaları”(34) Hz. Muhammed’i de bu suçun ortağı olarak görmüş olduklarından açıkça dile getirmiş olmasalar da Peygamber’e hâşâ “Deyyus” demiş olmaktadırlar. 

Deyyus kimdir? Deyyus eşinin zina ettiğini bildiği halde buna göz yuman ve zinâkâr eşini boşamayan kişiye denmektedir. Şia’nın anlayışına göre Hz. Muhammed eşinin zina ettiğini bildiği halde ondan vazgeçmemiştir. Kur’ân’da Hz. Âişe’nin temiz olduğunu bizzat Allah açıklamış olsa da Şia kin ve nefretinden dolayı bu çirkin iftiradan vazgeçmemiştir.

Bu yüzden aşırı Şii gruplar Ali’yi Muhammed’den daha üstün görürler. Bir yandan Hz. Muhammed’i ayyaş ve kadın düşkünü olarak gösterirken diğer yandan da Cebrail’in hatası yüzünden Muhammed’in Peygamber olduğunu iddia ederler. Bu bağlamda “tathir” yani Ehl-i Beyt’in temizliği ayetini de aşırı görüşleri doğrultusunda tevil ederler. Ancak Arap dilini birazcık bilen kişi “tathir” ayetinin imamlarla ilgili olmadığını, ayetin Peygamber’in eşlerine hitap ettiğini rahatlıkla anlayabilir. Üstelik “tathir” ayeti şartlı bir ayettir. 

Bu konuda Şiiler hadis bulamamaktan dolayı bayağı sıkıntı çekmişlerdir. Çünkü Şia kafir olarak gördüğü sahabilerin rivayet ettiği hadisleri tamamen bırakmak istemezler. Bu yüzden Şia alimlerinin fetvaları pek çok durumda birbiriyle çelişmektedir. 

Ancak Zeydiler ve bazı İsmaililer, sünnilerin çoğunluğu ve hariciler bu tür zıtlık ve çelişkilerle karşı karşıya kalmazlar. Allah’ın Kitabı’na en yakın fıkıh kitapları Hariciler’e ait olanlardır. Hatta Zeydîler bu açıdan İsnaaşeriye’den daha da ileridedirler. Zeydîler açısından 6. İmam Cafer-i Sadık’tan nakledilen hadislerin pek de ehemmiyeti yoktur.

Onlar daha çok İmam Zeynelabidin’den nakledilen hadislere önem vermişlerdir. İsmâilîlerin de hadisleri az değildir. Yanlız bütün İsmâilî hadisleri yalan ve hurafelerle iç içedirler.(35)

Caferî Şiası’nın problemlerinden birisi de ezan meselesidir. Mesela Şia ezanlarında geçen “Eşhedu enne Aliyyen Veliyullah” cümlesini ünlü Şii alimi Şeyh Saduk bile kabul etmez. “Şeyh Saduk bu cümleyi ezanda kullananları lanetlemiştir.”(36)

Caferi Engizisyonu

Caferi Şiası çok daha fazla tezat ve çelişkilerle iç içedir. İslam’a karşı en fazla hadis Caferi Şiası tarafından uydurulmuştur. Çünkü Caferi Şiası Yahudilik ile Zerdüştlüğün bir uzantısıdır. Caferi Şiası ayrıca en çok akıl düşmanı olan fırkalar arasında yer almaktadır. Sırf bu yüzden olsa gerek felsefi düşünceler Caferi Şiası tarafından öfke ve nefterle karşılanmıştır. 

Safevilerle birlikte Şia da İran’da iktidarı ele geçirdi. O günden bugüne bir tek düşünce adamı, alim ve filozof çıkmamıştır. İran coğrafyasında Birunu, İbn Sina, Behmenyar, Mevlana, Nizami, Hakani, Attar, Hafız ve benzeri pek çok alim, bilge ve arif ortaya çıkmıştır. 

Ve bunların hepsi Safevi öncesi döneme aittirler. Çünkü Safevi sonrası siyasi, iktisadi ve askeri gücü ele geçiren Şia’nın molla-feodal sınıfı her türlü düşünce kıvılcımını daha parlamadan söndürmüştür. Zaten onların her türlü düşünceyi bastırma ve yok etmede gösterdikleri bu başarı olmasaydı İran günümüzde böyle bir cehalet karanlığında bulunuyor olmazdı. 

Ülke insanı sırf bu tür uygulamalar yüzünden Allah’a ibadet etmeyi bırakıp, Peygambere, imamlara, imamzâdelere, seyyidlere ve mollara tapmaya başlamış ve böylece İslâm’dan önceki cahiliye döneminden daha kötü bir purperestlik ve şirke sürüklenmiştir. 

Safevilerden bu yana korku kılıcı insan aklı üzerinde dolaşmaya devam etmektedir. Çağımızın düşünce adamları bile bu korku yüzünden görüş ve düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinmektedirler. Bunlar ancak yurt dışına kaçtıktan sonra bu karanlık bataklık hakkındaki fikirlerini o da korku içinde ifade edebilmektedirler.

İslâm fırkaları içerisinde sadece Caferi fırkası daha da ileri giderek kendisinden ayrılanları mürted olarak ilan etmiş ve haklarında ölüm hükmü çıkarmıştır. Çünkü Şii fırkalarının alimleri nakl ettiklerini akıl yoluyla ispatlayamamışlardır. 

Bu yüzden Caferilik akla karşı bir fırka olarak şekillendi. Düşünceye karşı akıl yerine tekfir hadisinden yararlandılar. Yanlız öldürme, korku ve tehdit yoluyla kendi gelenek ve inançlarını korumaya çalıştılar. Merhum Ayetullahuzma Seyyid Ebû ’l Fazl İbn-i Rıza Burkai el-Kummî (37), bu konuda “Şia rivayetlerinde bir tek doğru sünnet bulabilmek mümkün değildir”(38) demektedir. 

Safevî sonrasi İran Şialığı “Aşura gibi etkinlikler” adı altında İslâm medeniyetini yok etmeye çalışmış ve Müslümanlara karşı daima Hıristiyanlarla işbirliği içerisinde olmuştur. Özellikle Safevi sonrası Şiilik, İslâm düşmanlarına yardım ve yataklık etmekle komşuları olan İslâm ülkelerinin mahfedilmesinde sürekli katalizör rolü oynamıştır.(39)





Çeviren: Mustafa İkbâl
Tahkik ve Notlandıran: Bülent Şahin Erdeğer

Hüsameddin Ferzîzâde, 09.01.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar



Metin adresi:




32- Meclisi, Biharu’l Envâr, c. 64, s. 176. (F)

33- Nehcu’l Belaga’daki ifadeler şöyledir: “"Allah falana iyilik versin; Eğrileri doğrulttu, hastalıkları tedavi etti, Sünnet’i ikame etti, fitneyi arkasına attı. Kendisi temiz, az ayıplı bir elbiseyle gitti. İyi işler yaptı, kötü işlerden kaçındı. Allah'a karşı itaatini yerine getirdi ve O'ndan hakkıyla sakındı. Ama insanları; sapanın hidayet bulamayacağı ve hidayet bulanın yakine eremeyeceği çeşitli yollar üzerine bırakarak dünyayı terk etti." 228. Hutbe, ed-Deavat, Kutbuddin Ravendi; et-Tarih, s.48, Taberi; Şerh-u Nehc'ül-Belağa, c.2, s.92, Ebû Hadid İbn-i Meysem, c.4, s.97, Türkçesi: Nehc'ül Belağa İmam Ali (a.s)'ın Hutbeleri, Mektupları Ve Hikmetli Sözleri Seyyid Râzi, Çeviri: Kadri Çelik, Ferec Yay. İstanbul (B)

34- Kuleyni, Ebû cafer Muhammed ibn Yakub ibn İshak, el-Usul min el-Kafi, c. 2, s. 402, İslâmiyye neşriyatı, Tahran, 1362. (F)

35- Ferzizâde, Kitap boyunca “Şia” olarak tü Şii fırkaların genelini kast etmektedir. Elbette söz konusu alt gruplar arasında farklılıklar mevcuttur. Ancak Şiiliğin temel zihniyeti açısından ortaya çıkışı ve tezlerini anlaak için bu bütüncül bakış açısını yakalamak şarttır. Çünkü ılılı ve mutedil Şii fırkalarda bile zaman zaman bahsi geçen hurafeler genel Şia’nın bilinçaltından açığa çıkabilmektedir. Şii fırkalar hakkında bkz. “Şii Fırkalar: Kitabu'l-Makalat ve'l-Fırak Fıraku'ş-Şia,” Ankara Okulu Yay. Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Sönmez Kutlu ve Ramazan Şimşek, Hasan Onat 2004, Ankara (B)

36- Şeyh Saduk, Men la Yhuzerul Fakih, c. 1, s. 290-291. (F)

37- Ayetullahuzma Seyyid Ebû ’l Fazl İbn-i Rıza Burkai el-Kummî (1908-1992), Şii hiyerarşisindeki en üst mercideydi. Şiiliğin tezlerini Kur’an’a arzeden ilmi araştırmalar yaptı. Bu çalışmaları sonucu bağlılarıyla birlikte Şia’yı köklü bir eleştiriye tabi tuttu. Bağlılarından topladığı Humus mallarını geri dağıttı. Düşünsel tutumu sebebiyle Şii din adamları tarafından itibarsızlaştırılmaya çalışılsa da hitap ettiği tabanını kaybetmemesi üzerine Şah yönetimine şikayet edildi. 

İran Devrimi sonrası fiziksel saldırılara da uğrayan Burkaî’nin mescidinin de tahrip edilmesi üzerine zor şartlar altında faaliyetlerini 80’li yıllarda evinde sürdürmeye başladı. 1986 yılında Devrim Muhafızları tarafından evinde silahlı saldırıya uğrayan Burkai, yüzünden yaralandı. 1992 yılında ise zehirlenerek öldürüldü.

Ayetullah el-Burkaî’nin kitap, risale ve makale olmak üzere yaklaşık 500 eseri bulunmaktadır. Eserleri arasında Kuleynî’nin Usulü’l-Kâfî’sini Kuran ve akl-ı selim ölçeğinde kritik ettiği Kesru’s-Sanem isimli kitabı apayrı bir yere sahiptir. Eserleri genellikle Caferî-İmamî şiîliğine yönelik Kur’an ve akl-ı selim ölçülerinde güçlü eleştirilerden ibarettir. (B)

38- Ayetullah Burkai, Bütün eserleri, c. 2, s. 25, Mekke neşri. (F)

39- Ali Şeriati Ali Şiası Safevi Şiası adlı eserinde şöyle der: “Safeviye, sürekli olarak yer altında savaşmış olan Şiilik hareketini iş başına getirdi. Onu toplumun açık sahnesinde balkona çıkardı. Ama, İranlı Şia azınlığı, hiçbir zaman, tarih boyunca müstakil bir toplum oluşturamadığı, Al-i Buveyh yönetiminin kısa dönemi ve Serbedâriye gibi geçici yönetimler dışında hiçbir zaman bağımsız olamadığı ve toplumsal görünüm kazanamayarak takiyye altında yaşadığı için henüz nasıl ve ne gibi toplu formlarda ve genel görünümlerde görüneceğini bilemez. Toplumsal sembolü, alametleri ve törenleri yoktur. 

Safevi rejiminin bunlara ihtiyacı olduğu sırada bir şeyler yapmalıdır. Bu iş çok basitçe gerçekleşti. Resmi bir bakanlık makamı oluştu. "Ravza Okuma İşleri Bakanı" adıyla bu işleri düzenlemek için bir kişi görevlendirildi.

Bu, Ravza Okuma İşleri Bakanı, ilk Batı armağanlarını 16. ve 17. yüzyıllarda İran'a getirdi. Bu ise İran'ın Batı'yla ilk kültürel temasıdır. Kimilerinin söylediği gibi, on dokuzuncu yüzyılda ve matbaanın, elektriğin, gazetenin ve darülfünunun İran'a girişi ve Hâce Eminu'd-Darb ve Emir Kebir ile başlamamıştır.,

Bu temas! Ravza Okuma ve Taziye İşleri Bakanı, Batı Avrupa'ya gitti (ki o sıralarda Safeviye'nin onlarla çok yakın ve gizemli ilişkileri vardı) ve oranın dini törenleri ve teşrifatlarıyla ilgili olarak inceleme ve araştırmalarda bulundu. 

Hristiyanlığın gelenekler, toplu dini törenler, gösteriler, programlar, Mesih'in, havarilerin ve Hristiyan tarihinin şehitlerinin musibetlerim dile getirme gibi unsurlardan birçoğunu, ayrıca bu dini mahfillere ve kiliseye özgü dekorları, bu törenlere özgü araçları iktibas ederek hepsini İran'a getirdi.

Burada, Safevi rejimine bağlı ruhanilerin yardımıyla, bu formları ve gelenekleri Şiiliğe, Şiilik tarihine ve İran'ın dini ve ulusal maslahatlarına uyguladılar. O Avrupa Hristiyan kalıplarına İranlı Şii içeriği kazandırdılar. Öyle ki ansızın İran'da, hiçbir zaman ne İran milletinde, ne İslam dininde ne de Şia mezhebinde geçmişi bulunan tam anlamıyla yeni semboller, törenler ve gösteriler oluştu. Taziye, dini kahramanların canlandırılması, sancak, kubbe, tahtırevan, perdedarlık, kilit kapama, zincir vurma, kılıç salma, müzik, zil çalma, taziye okuma, özel ve yeni form, "musibet okuma" ve "toplu ağlaşma” gibi törenlerin hepsi şekil olarak Hristiyanlıktan alınmıştır. Ona aşina olan herkes, bunun taklit olduğunu rahatlıkla teşhis edebilir.

Hristiyanların yas tutma törenlerinin temeli, ilk Hristiyanlık hareketinin şehitlerinin hayatlarının canlandırılmasına, şirk ve küfür yönetimleri ve Sezarlarının vahşi imparatorluğu ve onların komutanları döneminde bu kimselerin mazlumluğu ve şehadetinin temsiline dayanmaktadır. Ayrıca havarilerin hal şerhine, özellikle de Meryem trajedisinin, faziletlerinin, kerametlerinin, çilelerinin ve masumluğunun anlatılmasına, hepsinden önemlisi İsa Mesih'in kanlı anısının ihyasına ve kendi kavmi (Yahudiler)den ve zalimlerden (acımasız Bizanslılardan) gördüğü işkence, zulüm ve güçlüklere katlanışı Passions, yani "musibetler" adı altında dile getirilmesine dayanır. 

Bu törenler, program şekilleri, gösterim ve anlatımlar, Safeviler aracılığıyla taklit edilip alıntılanarak Şia'nın özel tarihinin hizmetinde, Ehl-i Beyt'in, Fatımatü'z-Zehra'nın, özellikle de İmam Hüseyin'in, onun ailesinin ve arkadaşlarının şehadetini anlatmada kullanılmıştır.

Kilit vurma, dövünme ve zincir vurma, şimdi bile aynı şekilde, büyük Mesih'in şehadetinin yıl dönümünde yapılan Lourdes'da gerçekleştirilir. Bu yüzden, İslami bakımdan bu ameller mahkum edilmesine, gerçek İslam alimlerinin onu yalnız onaylamamakla kalmayıp ona cidden karşı olmalarına ve onu şeriatın bilimsel iç güdülerine aykırı bulmalarına karşın, bu iki-üç yüz yılda sürekli olarak gerçekleştirilmektedir. Bu ise, şaşırtıcı olmasının yanında benim, bu törenlerin gerçek ruhaniliğin değil, siyasetin ürünü olduğu yolundaki görüşümü aydınlatmaktadır.

Şii Alimlerinin Şii Topluma Karşı Takiyyesi

Bu, şunu da göstermektedir ki bu coşkulu, kurumlaşmış ve çok güçlü gösteriler, yüzde yüz dini ve Şii olmasına, imam, Peygamber soyu, Ali'nin velayeti ve dini aşk adına gerçekleşmesine karşın Şii alimlerince benimsenmemiştir. Hatta alimler, çoğunlukla onun karşısında takiyye etmişler, açık ve ciddi bir karşı koymadan çekinmişlerdir. Bu ise hükümet gücünün ve siyasal maslahatlarının, böylesi törenleri, amaçları ve amelleri alimlere zorla yüklediğini açığa çıkarmaktadır.

Bu işi çevirenler de, gerçek Şii alim ve fakihinin onları onaylamadığının az çok bilincindedirler. Fakat, "Bu aşk işidir, şeriat işi değil." sözü altında kendilerini alimin fetvasının bağından kurtarmışlardır. Bu baş halkalardan birine, bir alimin, "Bu işler şeriat ölçülerine uymaz." demesine karşılık, o baş halka, şöyle cevap vermişti: "Beyim, yılın on bir ayında biz sizin sözünüzü dinliyoruz. Bir ay da siz bize kulak verin. Bu iş, müstehap, mekruh, helal ya da haram değil. Ali sevgisinin ve Hüseyin aşkının sarhoşluğudur.

Aşure, bizi deli ediyor, kanımızı coşturuyor. Gönlümüz, kendimizi ateşe atmamızı arzuluyor. İmam Hüseyin'in yeri, Allah'ın yerinden ayrıdır. Eğer Allah bizi, Hüseyin'in aşkının günahıyla cehenneme götürecekse şevk ve şükürle kendimizi ateşe atarız; bırak bizi yaksın...." (1) Bu tür akıl yürütme ve duyguların, İslam'ın akli mantığı ve bilimsel Şia ile bir ilgisinin olmadığı açıktır. Bütünüyle, tasavvuf dili, aşırı duygular ve doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak tümü Safevi hareketinden beslenen, dönemin ajanslığını, çığırtkanlığını ve radyoluğunu yapan ve bilimsel havzalardan çok Safevi sarayına bağlı bulunan avamdan dervişlerin, şairlerin, ravzahanların, hatiplerin ve tebliğcilerin geliştirdiği şeyler
olduğu ortadadır.

Ben bugün, büyük bir Şia müçtehit, fıkıh ve aliminin, minbere çıkmayı, tebliğ etmeyi, mahfillerde, tekkelerde ve mescitlerde konuşmayı kendi makamı için bir eksiklik saydığını ve basitlik olarak algıladığını düşünüyorum. 

Minberlerin, hükümet odaklarının tebligat tribünleri olması ve minberde konuşanların ilim ve ruhaniyetin değil, siyasetin sözcüleri olmaları, bu dönemin yadigarıdır. Bu törenler, çoğunlukla, geleneğe ve hatta şer'i hükümlere açıkça ters düşmektedir. Müslüman ve Şia'nın, imamlara, Peygamber'in soyuna ve özellikle Peygamber ve İmam'ın haremine gösterdiği saygı açıktır.

Bunun yanında "şebih" [dram]lerde tıraş olmamış bir erkek, Sekine ya da Zeyneb olup sahnede görünüverir. Ya da ilmi bakımdan onca kerih ve haram sayılmasına karşın müzik, şebih ve taziyede korunmuştur; Hıristiyanlıktan geldiği ortadadır. 

Şebih, taziye ve na'ş, "Yedi Misterler" [7 Mysteres] ve "Miracles" törenlerinden, İsa'nın haç üzerindeki na'şının temsili, onun oradan indirilip defnedilmesi, göğe yükselmesi vs. gösterilerinden körü körüne taklit edilmiştir. Toplu ağlayışlar, tam anlamıyla kilise korolarını anımsatır.

Toplu ağlayışlar, tam anlamıyla kilise korolarını anımsatır. Özel bir şekille tekkelerin kaidelerin ve kitabelerin başına asılan ve çoğunlukla üzerinde güzel ve görkemli şiirlerin vs. yazılı bulunduğu siyah perdeler, aşağı yukarı kilise törenlerindeki perdelerden taklit edilmiştir. Dini temsiller, imamların suretlerinin yapılışı, düşmanların ve halk arasında canlandırılan Kerbela olaylarının resimlendirilmesi, Hristiyanlıktaki portre yapımından esinlenilerek ortaya konulan şeylerdir. Hatta, ressamların üslubu da aynıdır. Oysa, suret yapımı, bizim dinimizde sakınılması gereken bir şeydir. Hatta bir ayla biçiminde imamların ve Ehl-i Beyt'in başı çevresinde görülen nur, tam olarak taklittir.

Belki de bu, eski İran'daki tanrısal nur [ferre-i izedi] ve tanrısal parlaklık [furuğ-ı yezdani] ile açıklanmıştır.

Safeviler, Haçı bile takliden taşımışlar Bu resmi tefrişat ve törenlerin, toplumsal ve resmi yaslara musibet-hanilerinden ve temsillerinden taklit edilmiştir. Hatta kimi zaman, bu taklidi o denli acemice yapmışlardır ki Hıristiyanların dini törenlerde taşıdıkları haçı da Safeviler, onun Hıristiyanlıktaki remzi ve dini şekline bakmaksızın taşımaktadırlar. 

Herkes, dövünen grupların görünen alametlerinin bu haç, yani "ceride" olduğunu görür. Aynı durumda, bunun nedenini kimse düşünmez. Onu yapıp taşıyanlardan hiçbir şey bulunmamasına, bu ceride hiçbir işe yaramamasına karşın bir grubun bütün şahsiyeti, büyüklüğü ve övüncü bu cerideye bağlıdır. Davalar ceride üzerinedir. Bir grubun değeri, itibarı, görkemi, fedakarlığı, iman ölçüsü ve dini coşkusu, ceridesinin büyüklüğüne, ağırlığına, güzelliğine bağlıdır.

Ceride, yalnızca şekil olarak haç değil, aynı zamanda anlam olarak da haçtır. Haç [ceride], adıyla birlikte Doğu Avrupa'dan ve Latince'den Farsça'ya girmiştir. Çünkü ceride kelimesi, ne Farsça'da, ne de Arapça'da bu şekliyle hiçbir anlam taşımaz. Doğu Avrupa'da, İtalya'da ve Katolik kiliselerinin çoğunda bulunan ve herkesin gördüğü dekorlar, örtüler ve perdeler aynı şekliyle İran'a girmiştir. Mescidin, bu yeni törenleri ve döşemeleri kabul etme olanağı bulunmadığından ve bu işler için yapılmış olmadığından, "tekke" adıyla, bu işlere özel yapılar kuruldu. (Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası , Ekin Yayınları, s.152-156) (B)

Seçkin Deniz Twitter Akışı