"Sevgili karîlerimin (okuyucularımın) inanılmaz baskıları karşısında yelkenleri indirip yazmam isteklerine boyun eğdiğimi itirafla:)"
PAZAR YAZILARI -7-
Not 1- Makalenin başlığının kısa olduğunu fark etmediyseniz bir daha bakın
Not 2- Makalemizde can sıkıntısına yönelik önerilerde bulunulmamıştır, bulunmayı da düşünmüyorum.
Not 3- Boy uzunluğunun izafi oluşuna dair bir göndermede de bulunmuş değiliz.
Not 4- Nereye gittiğimizin peşinde değilim, nereye gitmediğimizi sorgulamaktayım
VAR OLUŞU ANLAMLANDIRMADA İNSANAL EDİMLER
- ya da kanıksanmış zannların sıradanlığı-
Bu okuyuşlardan herhangi birinin herhangi birine üstünlüğünden söz etmek bu okuyuşların neliği hakkında bilisiz olmaktan kaynaklanan bir yargı olduğunu peşinen söyleyebiliriz. İnsanlığın geldiği noktada her dört okuyuş denk -eşit değil- öneme sahiptir.
İnsan yaşamının -var oluşun değil- anlamında bu okuyuşların her birinin rolü olmazsa olmaz mesabesindedir. Birinden birine asl olan etiketini yapıştırmak mutlak cehalet değilse nakıs olan etnosantrik yaklaşım içinde olunduğunun göstergesidir. Bu tavra nakıslık denilmesinin nedeni kişiyi bostan kuyusu ile minareyi eş tutmasına götürdüğündendir. Oysa minare göğe yükselirken, bostan kuyusu karanlıklara iner.
Dünden günümüze gelinceye kadar tespit edilen bu dört okuma yetisinde olan bir varlık olan insan, bu okumayı gerçekleştirebilmek için de bu okumaya fırsat verecek bir uzam içre olmalıydı ve öyle de oldu. İnsan kendini böyle bir uzam içinde var ederek hem kendi oluşuna bir anlam hem de kendisi için çıplak olan dünyayı giydirdi. Ne zaman ki okuyuşlarından birini asl olarak aldı o vakit uzama uygun olmayan elbiseler dikmeye, o dikilen elbiseleri giydirmeye çalıştı ve zulüm o zaman başlamış oldu. Zulmü içselleştirdikçe zulmün sürekliliğini sağlamak için yollar aradı. Bu arayışlarda adalet içre kalkışlar doğmasaydı yeryüzünde asl olanın kan nehirleri olduğu yargısı pekişecekti her bir bireyde. Oysa adalet duygusu, güzele olan özlem her dem diri kaldı. Bu dirilikle de zulme karşı isyanı sürekli kılabildi.
İmdi burada durup bir soluklanalım ve daha geniş bir perspektiften bu konuya bakmanın yollarını arayalım. Gerçi kimi saygın okurlarımızdan mezkûr dört okumayı detaylı -yahut tersi- bir biçimde yazmamızı bekleyenlerin çıkması kuvvetle muhtemel olsa da onlardan ricamız "Bilginin Kaynağı ve Toplumsal İşlevi Üzerine Eleştirel Bir Yaklaşım" adlı yapıtımıza müracaat etmeleri olacaktır. Bu müracaatı gerçekleştirdiklerinde istemedikleri -veya tersi- kadar detayla karşılaşacaklardır.
Bizim bu makalede amacımız söylenenleri tekrar etmek değil daha geniş bir perspektifle kanıksadığımız zannlarımıza yönelik bir takım çözümlemelerdir. Parantezi kapatıp konuya dönersek deriz ki yahut demeliyiz ki insan çoğunlukla zanni olanı belit -aksiyom- olanla karıştırır ve bu karışıklıkla bir takım edimlerde bulunmaya kalkışır. Diyelim mesela üstüne vazife olan karıncaların sosyal yaşamına dair bir plan program iken o bunu es geçip hiçte üzerine vazife olmadığı halde örümcekler arasında baş gösteren eş cinsel ilişkilerin ten böceklerinden tevarüs edip etmediğini sorgulamaya kalkışır.
Oysa ten böceklerinde böyle bir sapış olduğuna ilişkin herhangi bir im olmadan kurgulanmış zannı belgit olarak almak her şeyden önce karıncalara karşı bir adaletsizliktir. Belki karıncaların sosyal yaşamı irdelense ten böcekleri hakkında bir efsaneden ibaret sapkınlığı zikretmenin ne denli anlamsız olduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Böylesine basit bir çözümü olan sıradan bir sorun üzerinde durmakla kaybedilen zamana hüt hüt kuşları eşliğinde belki de ağıt yakacaktır. Öyle ise hüt hüt kuşları ile yapılacak bir diyaloğun behemehâl kurulması ve bunun sürdürülmesinin yolları aranmalıdır.
İşte bu halin kendi üzerine vazife olması gerektiğini de apaçık yalın bir biçimde görecektir. Bu tümcede yapılan yalın vurgusu Kant'ın sentetik önermelerine karşı yapılmış bir gönderme değildir ve hele hele bu 'sentetik önerme'lerin ten böceklerindeki gibi sapkınlıklara yol açtığına dair en ufacık bir gönderme hiç değildir. Kaldı ki biz burada Kant’ın ne analitik önermeler hakkındaki yargılarına ilişkin ne de sentetik önermeler hakkındaki yargılarına ilişkin bir göndermeyi asla amaçlamadık.
Değil, Kant’la her hangi bir ilişki aranmasının beyhude olacağını söylemekle yetinsek bu yetinişle yetinenler çıkacağı gibi bu yetinişle yetinmeyenler de çıkacaktır. Ve yine bu yetinişle yetinip yetinmeme dikotomisi arasında kalanlar da olacaktır. Öyle ise ne yapmalı?
Böyle bir soru Çernişevski’ye kadar bizi uzatacağından sorulmamış gibi kabul edip yola devam etmek daha yararlı olacak gibi duruyor. Buradaki ‘duruyor’ kavramının bir noaction skalası doğuracağı ya da böyle bir paradigma yaratılacağını duyumsatsa da sözün gelişi olduğunu anlamayacak kadar kendinden geçmiş birini tasavvur edemeyeceğimizi biliyoruz.
Bu yüzdendir ki böyle bir tasavvurun teressüm ettireceği estetiksel aksiyolojinin daha baştan kadük olduğu yargısını çıkarabiliyoruz. Bu çıkarım elbette yeni bir bilgi olduğu için sentetik önermeler bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini de söylemekten imtina etmeyeceğiz. Ki, söylemekten imtina edecek kişi niçin söze başlasın? Türünden bir soru dahi insan usuna düşer. Bu düşüş zaten noaction bir skalanın ya da paradigmanın oluşmasına mani olduğuna dair en kuvvetli delil olur.
Düşüş bir harekettir. Değilse ‘düştü’ derken ne demiş olabiliriz ki? Öyle ise bir şey söylerken ne söylediğimizin ayrımında olarak söylemeliyiz ki söylediğimiz bize yeni bir bilgi katsın. Yeni bilgiler bizi zandan koruyacaktır kuşkusuz.
Cemal Çalık, 10.01.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Pazar Yazıları