14 Ocak 2016 Perşembe

SA2344/KY43-BRŞ9: Postmodernizm ve Dindarlığa Açılım Projesi

"Ne Tanrı öldürülmüş idi, ne de bugün Tanrı intikam alıyor. İnsan, aklına güvenerek çıktığı yolda, bugün artık kendisini Tanrı tarafından terk edilmiş olduğunun acısını, hedonist tavırlarla görmezden gelmekte ve bir şekilde nihilist bir yaşama doğru sürüklenmektedir."


Özet

Nesnellik, bütünleme, evrensellik, mutlakçılık, tekbiçimcilik, açıklık, aklın kutsanması ve özellikle hakikat tasavvuru aydınlanma felsefesiyle beslenen modernitenin temel ilkelerini oluşturur. Bir anlamda geleneksel olarak ifade edilen metafizik ve büyüsel anlatıları terk edip, onun yerine kendi meta anlatılarını ikame eden modernitenin (olumlu/ olumsuz) eleştirilerini ise postmodernizmde buluruz. 

Postmodernitenin ne olduğuna dair yapılan tartışmalara girilmeksizin, bu dönem içerisinde “dinin yükselişi” olarak ifade edilen dinin tekrar sahneye çıkışını, postmodernin 4 temel özelliği çerçevesinde değerlendirip anlamaya ve anlamlandırmaya çalışılmaktadır. Çalışma, yer yer özgün yaklaşımların da ifade edildiği eleştirel bir yaklaşımla ele alınmıştır. Özellikle postmodernizmin en yaygın söylemi olarak kabul edilen “any thing goes”[1] ilkesi, özgünlüğü destekleyici bir gerekçe olarak sunulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Postmodernizm, din, küreselleşme, ulusalcı politikalar.

Giriş

Günümüzde postmodernizm ve din arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu sormayı gerektiren kuşkusuz birçok neden vardır. Bu alanda gerek akademik literatürde gerekse medyada sayısız tartışmalar mevcuttur. Bu tartışmalar, yoğunlukla modernitenin yok saydığı dinin, postmodernizmle birlikte tekrar kamusal alanda görünürlülüğünü anlama ve anlamlandırma çalışmaları şeklinde tezahür etmektedir. Dinlerin dönüşü daha çok globalizm, postmodernizm ve oryantalizm çerçevesinde ele alınmakta ve perspektif oluşturulurken hadisenin bu  –izm’lerle olan ilişkisi masaya yatırılmaktadır.

Bu çalışmada, -yaygın bir şekilde tartışılan- dinlerin dönüşü olgusu, iki açıdan ele alınacaktır: 1. Modernitenin din tasavvuru ve ardından yaşanan krizle bağlantılı olarak, 2. Postmodern ilkeler çerçevesinde dinin bugünkü durumunu çözümlemeye ve anlamlandırmak.

Nietzsche, 20. yüzyılın eşiğinde Tanrı’nın öldüğünü ve onu öldürenin insanın kendisi olduğunu söylediği zamanlar modernizm özellikle Kıta Avrupası’nda zaferini kutluyordu. İnsan aklını kutsayan ve bu akıl sayesinde kendi toplumsal, kültürel, ekonomik ve bilimsel gelişmelerini sağlamak suretiyle dünyayı yönetebileceğini ve bu sayede insanlığı ideal olan nihai durağına taşıyabileceğini iddia eden aydınlanma felsefesi; dini, dolayısıyla aşkın olan Tanrı’yı terk etmiş ve insanı merkeze almış idi. 

Fakat ne yazık ki, daha 20. yüzyılın başlarından itibaren, ideal olan değil, kaotik bir sona doğru sürüklenildiğine işaret edilmeye başlandı. İki büyük dünya savaşı başta olmak üzere, dünya üzerinde milyonlarca cana mal olan savaşlar, soykırımlar, açlık, sefalet, adaletsizlikler, totaliter siyasal hareketler vs. insanlığın güvensizliğe ve şüpheye düşmesine gebelik ettiler. Bu karmaşık ve kaotik ortam, insanlık tarihi boyunca, insanlığın geleceğe dair umutlarını hiçbir zaman bu zamanki kadar belirsizlikle yüzleştirmemiştir.

“Peki şimdi ne olacak?” sorusuna yanıt arayan ve daha çok mevcut olumsuz tabloyu değerlendirip insanlığa huzur getirecek arayışlar başladı zamanla. Nietzsche’nin öldürülen Tanrı’sına atıfta bulunan Heidegger’e göre dünyayı ancak bir Tanrı kurtarabilirdi. 

Bütün bu arayışlara tekabül eden postmodern dönemden evvel, modernitenin temel paradigmalarını hatırlamakta fayda var. Daha sonra postmodern bağlamda dinlerin dönüşünü değerlendirmek daha anlamlı olacaktır.

Modernizm ve Din

Modernizm dendiğinde zihinlerde ilk belirecek olan kuşkusuz insanın özne konumuna yerleştirilmesine bağlı olarak aklın kutsanması unsurudur. Buna bağlı olarak, geleneksel olarak ifade edilen ve ontolojik bir mana ile insanı dünya üzerinde konumlandıran anlayış terkedilmiş; insan, merkeze alınmış ve bir şekilde ilerlemeci bir zihniyetle nihai evrimini gerçekleştirmiştir.

“Düşünüyorum, o halde varım”… Descartes’ın bu ünlü söylemi, düşünen insanın dünya üzerindeki konumuna işaret ederken doğruları ve gerçeği ancak akılın sınırları dahilinde kavrayabileceğini ifade eder. Aklın tasavvurunu ondan öteye taşıyan Kant’a göre ise, akıl insanı özgür ve irade sahibi kılar. Böylesi bir algı, insanı aynı zamanda Tanrı bağım(lı)lığından kurtarır. Dolayısıyla dünya düzenini işleyişi konusundaki bilgiye ulaşma, akıl sayesinde mümkündür. Başka bir rehber(liğ)e ihtiyaç kalmamıştır. Zira insanlığı bu noktaya getiren Tanrı, görevini tamamlamış ve emekliye ayrılmıştır. 

Böylesi bir tarihi dönemeç, geleneksel olanla modern toplumlar arasında kes(k)in bir ayrıma dayandırılır. “Aydınlanma ile birlikte aşkın iradenin yerini alan akıl, herkesin er ya da geç erişeceği bir ideal, tarih ise bu ideale erişme sürecinde yaşanacak ilerlemenin kaydı olacaktır” (Yılmaz, 2006: 13).

Aklın, aynı zamanda işaret ettiği, dünyayı anlamlandırmaktan ziyade, onun üzerinde egemenlik kurma iddiasıyla ortaya çıkan bilimsel anlayıştır. Doğa bilimlerinin yasaları, bütün diğer bilimler için de söz konusu olmakta ve artık metafizik ve büyüsel bütün inançlar terk edilmelidir. O güne değin, dinin toplumsal hayattaki yerine itafen yapılan değerlendirmeler manidardır. 

Örneğin, manevi iktidarın siyasal iktidardan ayılması gerektiğini savunan Comte’a göre “İnsanlık artık ebediyen Tanrı’nın yerini almış bulunuyorken, onun geçmişteki hizmetlerini de unutmuyordu.

Genellikle anlaşılamayan veya yanlış anlaşılan bir yorumu da Marx’ta görürüz: ona göre “Din, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhudur. Din Halkın afyonudur.” Buradaki afyonun anlamı, uyutucu uyuşturucu bir etki olarak değil, toplumsal bir aldanma halini ifade eder (Yılmaz, 2006: 14- 15).  

Bilince sık sık vurgu yapan Marx, toplumların dinin bu “aldatıcı” işlevini fark etmesiyle birlikte esaretten kurtulacağını savunur[2]. Toplum ve din arasındaki ilişkiyi ve anlamlandırmayı en sağlıklı yapan isim olarak Durkheim kabul edilir. Onun yapısalcı -işlevselci çözümlemeleri ışığında dinin fonksiyonel yönüne işaret ettiği görülür. 

Dolayısıyla Durkheim dendiğinde, doğrudan dinin toplumsal bir olgu olduğu düşüncesine varılır ki; ona göre din, kişisel değil, toplumsal bir süreçtir. Din, toplumsallığın açıklanmasında başvurulacak değersel niteliklerinin yanında aynı zamanda birleştirici bir kültürel olgudur da. 

Çağın gereklerine uygun bir biçimde dinde reformların yapılması gerektiğini savunan Weber’e göre ise, kapitalizmin doğması ve yaygınlaşması, Hristiyanlığın yeniden yorumlandığı Protestanlık sayesinde olmuştur. Zira kapitalizmin çözümlenmesini yaptığı ünlü eserinde, Protestanlık aynı zamanda bir yaşam biçimi sunar ki bu aynı zamanda gündelik hayatın da rasyonelleşmesini ifade eden bir dünyevileşmeye işaret eder.

Modernizm, dini bilimden kopartmakla kalmayıp, işlevsel yönünü ihmal etmemekle birlikte, onu toplumdan da kopartmaya çalışmıştır. Dinin yerine, dinin yerine geçecek bir bilimi yerleştirerek, dünya üzerinde olup biten her şeyi açıklamaya muktedir gördüğü doğa bilimlerinin yasalarını öne çıkartıp ideolojileştirmiştir. İnsanlığı mutluluğa götüreceğini ifade eden akılcılık, rasyonalizm, hümanizm ve özgürlük gibi idealler; bu ideolojinin reçetesinde yer alarak birer meta anlatı mahiyeti kazanmıştır. Modernitenin ironisi, ikame edilen bu anlatıların, eskisinden daha totaliter temellere tesis etmiş (Klavuz, 2002: 200) olmasıdır.

Modernitenin din tasavvuruna yönelik eleştirileri bir sonraki başlıkta, postmodern ilkeler etrafında değerlendirmek daha anlamlı olacağından, bu başlık altında modernitenin beslendiği ve felsefik alt yapısını oluşturduğu aydınlanma felsefesine dair söylenebilecek son söz, yeni bir toplumsal inşa süreci olduğudur. Bu süreç, esasen orta çağ karanlığının tek sorumlusu olarak kabul edilen despotik kilise hükümranlığına bir tepki olarak doğmuş olduğu göz önüne alınacak olursa, böylesi bir perspektif aynı zamanda moderniteyi anlamlandırmaya bir imkân sağlayacaktır. Ve hatta, kilisenin de modern dönemde dinselliği sekülerlikten ayırmaya dönük bir ihtiyaç olduğuna kanaat geliştirdiği ve dinin ağırlığını tekil inananın haleti ruhiye ile motivasyonuna kaydırdığına işaret eden Asad, bu dönemde (zihinsel ve sosyal) disiplinin, dinsel alanı adım adım terk ederek, yerini “inanç”, “vicdan” ve “duyarlılık”a bıraktığını ifade eder (Asad, 2007: 309).

Postmodernizm, Küreselleşme ve Din

Bilimsel çalışmalarda esas olarak kullanılan kavramların hangi anlamda kullanıldığına dair, tanımlamalara sık sık başvurulur. Ancak söz konusu yakın tarihsel süreçleri anlamlandırma olduğunda, çok çeşitli tanımlar söz konusu olmaktadır. Bu anlamda, metodolojik bir gerekliliği yerine getirmek adına, yaptığımız sınırlı literatür taraması içerisinden bir tanımı burada vermek durumundayız.

Kendi içerisinde bir bütünlük oluşturduğunu ve bu çalışmada işlenen konunun değerlendirilmesinde bize ışık tutacağını düşündüğümüz bir tanıma Klavuz’un çalışmasında bulmaktayız. Onuna göre, “Postmodernizm, dünya üzerinde inşa edici, toplumsal örgütleyici, siyasal birleştirici ve dizgeleştirici bir iddiadır ve bir takım taleplerde bulunmaktadır. Herhangi bir üst- belirlemeci kimliği, kavramı ve sistemi veya başka bir deyişle ‘meta anlatıyı’ reddeden ve “göreceliği” esas alan ve her din, inanç sistemi veya düşünce akımı gibi bir hayatı anlamlandırma, açıklama ve belli yönleriyle biçimlendirme çabasıdır.” (2002: 200). 

Bununla birlikte, yaşadığımız döneme dair siyasi, kültürel, ekonomik süreçleri anlamlandırma çalışmalarında, küreselleşmenin anahtar bir kavram olduğuna dikkat çekilecek olursa; postmodernizmin esasında küreselleşmenin felsefik arka planını olduğunu hatırlattıktan sonra; küreselleşmeye de kısaca değinilmeli.

Küreselleşmenin tarihi, modernleşmenin öncesine götürülebilse de, kavramsallaştırılıp yaygın bir şekilde tartışılmaya başlaması 1980’li yıllara dayanır. Bu dönemde Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetler Birliği dağılmıştır ve bu bir anlamda kapitalizmin zaferini ilan etmesiyle eş zamanlı olarak yorumlanmaktadır. Kavramsallaştırılmasına karşın tanımı konusunda bir mutabakat sağlandığı söylenemez. Bunun nedeni çok karmaşık süreçler içermesi ve bu karışıklık zihinsel karmaşıklığa neden olması (Nişancı, 2003: 29) gösterilebilir ancak bu olguya karşı yaklaşımların farklılığı da önemli bir neden olarak görülmelidir. 

Küreselleşmeyi küresellikle birlikte ele alan Nişancı’ya göre, “boyutları çok geniş, kapsamlı ve derin ayrıca statik bir durumdan çok dinamik süreci ifade eden küresellik ve küreselleşme gibi iki kavramı bir iki cümleyle ve matematiksel kesinlik içinde tanımlamak pek mümkün değildir. Söz konusu kavramları çok kalın çizgilerle resmetmek gerekirse: küresellik dünyanın bütünleşmesine, küresellik ise bu bütünleşmenin karmaşık süreçlerine işaret etmektedir.” (2003: 29).

Özellikle teknolojik gelişmeler ve 1970’lerde yaşanan petrol krizinden sonra piyasaların dışa açılmasıyla birlikte anılan küreselleşme dalgası, devletlerarasındaki sınırları ortadan kaldırır nitelikte bir küresel entegrasyona zemin hazırlamıştır. Sürecin entegrasyon mu yoksa farklılaşmaya mı daha fazla hizmet ettiği yoğun bir şekilde tartışılmasına rağmen, kitle iletişim araçları sayesinde birey bazında dahi küresel bir etkileşimin varlığı yadsınamaz.

Küreselleşmenin yolunu açan başlıca gelişmeler, kuşkusuz teknolojik gelişmeler, neoliberal ideoloji, kitle iletişim araçlarının ve ulaşım ağlarının gelişmesi olarak gösterilebilir. Ancak bu gelişmelere bağlı olarak bilgi aktarılması da hız kazanmış ve bilgi artık tek ellerde toplanmak yerine, hızla dünya üzerinde yayılmaya başlamıştır. Dünya’da yaşanan 1970’teki petrol krizinden sonra piyasaların dışa açılmasıyla birlikte, sermayenin uluslar arası alanda akışı, küreselleşmenin zeminini oluşturur (Hablemitoğlu, 2005: 186). Ancak gelişmeler ekonomik temelli olsa da, sosyal, kültürel ve siyasal değişim ve dönüşümlere de gebe olmuştur. Nitekim modern dönemde ülke insanlarını vatanlarına hapseden sınırlar ve engeller bir şekilde ortadan kalkmakta ve bütün keskinlikler kırılarak silikleşmektedir (Nişancı, 2003: 29). 

Küreselleşmenin felsefik arka planını oluşturan postmodernizm, modernizmin dayandığı temelleri yerinden sarsmaktadır. Artık meta-anlatılar yerini kuşkuya bırakmak durumunda kalmakta ve bir anlamda bilginin de dönüşümü sayesinde hızla çözülmektedir. Bu çözülmenin ekonomik boyutları tartışılmaz olsa da bu çalışma, dinin dönüşünü anlamlandırmayı amaçladığından; daha çok siyasal, sosyal ve kültürel çözülme üzerinde durmaktadır. Bu anlamda küreselleşmenin “insanı yok sayan bir süreç” (Hablemitoğlu, 2005: 187) olup olmadığı yaygın olarak tartışıldığı unutulmamalıdır.

Geçmiş ve gelecek olan arasında bir duruma işaret eden postmodernizm, modernizmin meta anlatılarından sayılabilecek komünizm, ulusal(laştırıcı) politikalar ve Batı dünyasının inanışı üzerine kurgulanmış mutlak bilim anlayışının meşruluğunu yitirmesiyle birlikte; insan bu dönemin kendisine sunmuş olduğu kimliklerin içinin de boşalmasıyla birlikte bir kimlik bunalımına girecektir. Zira, dindaşlık temel prensibine dayanan ve ulus devletlerin dayandığı ortak değerlerden olan milliyetçi kimlikler de bundan nasip alacaktır. Başta din olmak üzere, ortak bir dil,  ortak bir kültür, ortak bir tarih, vs. gibi birleştirici özellikler, Ulus Devlet çatısı altında insan birlikteliğine imkan vermiştir. Şu halde denebilir ki; “ulus devletler modernleşmenin siyasi- idari- kurumsal düzeydeki yansıması olarak kabul edilmektedir… Temel paradigması, önce devletin vücuda gelmesi ve daha sonra devlete uygun vatandaş var edilmesine dair ulusçuluk politikalarının yürürlüğe konulmasıdır.” (Özensel &Bağlı, 2005: 10). 

Bu haliyle usul devlet anlayışı, modernitenin etkisiyle elbet, bütüncül bir niteliğe sahiptir. Bu bütüncüllük ilkesi, farklılıkları dışarıda tutup, ülke sınırları içindeki farklılıkları görmezden gelmek demek olduğu kadar, ülke sınırları dışındaki bütün farklılıkları temsil eden insanlığı “öteki” olarak başkalaştırmaktadır; tıpkı dinin kaderi gibi, merkeze alınmış olan özneden koparılmaya çalışılmıştır.

Dinin dönüşünü ya da dine dönüşü anlamlandırmaya çalışmadan evvel, postmodernizmin dört temel özelliğinden bahsetmek gerekir. Adams[3], bu özelliklerin 1. Batı’nın çöküşü, 2. Meşruluk çıkmazı, 3. Entelektüel Pazar, 4. Yapısal parçalanma olduğunu söyler (1997: 251). 

Meşruluk çıkmazı olarak ele aldığı, öznenin geçmişten kopartılarak merkeze alınmasına doğan tepkiyle birlikte, onun tarihselliğine yapılan vurguyu ima etmektedir. Ancak bu, onun tek hakikat fikriyle ortaya çıkan dinine kavuşmasını temsil de etmemektedir; zira tarihsel ve toplumsal olan her kültürel olgu da postmodern çeşitliliğin yelpazesinde sürekli değişime uğramaktadır. Dönüş; Mutlak -bir- din algısından daha çok, ahlaki bir değer olan din algısı çerçevesinde bir kabule dayanır. 

Postmodernizmin üçüncü özelliğinde işlenen tema, insan yaşamının pratik ahlaki yönlere dair duyulan endişelerin dile getirildiği uygulama alanıdır ki küreselleşmenin de etkisiyle hızla yayılan bir pazara dönüşmüştür. Modernizm’in beyaz burjuva erkeğinin otoritesi gölgesinde bırakılan tüm ötekilerin –bunlar kadınlar, Doğulu ve Afrikalı toplumlardır-, yani Batılı olmayanların düşünsel değil aynı zamanda yaşamsal haklarını korumaya yöneliktir. İnancın doğruluğunun sorgulanmasının yerine uygulamanın doğruluğu tartışılır nitelik kazanmıştır. Dördüncü ana tema ise, güçlü bir anti- aydınlanmacı tutumdur. Bazı postmodernistler, “Batı’nın kendi değerlerini evrenselleştirme girişimlerini “entelektüel terörizm” olarak isimlendirirler. Postmodern teolojide, aynı zamana rastlayan geleneksel kültürlerin derûnunu yeniden keşfetme teşebbüsü ile birlikte aydınlanmacı gelenekten kararlı bir kaçış söz konudur (Adams, 1997: 260). Böylelikte bütün alanlarda olduğu gibi teolojik yaklaşımlarda da çoğulculuk ilkesine gidilmiş olunur.

Sarıbay, postmodernizmin çoğulculuk anlayışının, bir anlamda Durkheim’ın “anomi” kavramı altında işlemiş olduğu 1. çılgınlık durumu, 2. dipsiz arzuların tatmin edilememesinin doğurduğu acı çekmenin ortaya çıkışına neden olduğuna dikkat çeker; tek bir farkla. Postmodern kültürde dini gösterişçilik konusu yapan faktör, her şeyden önce, onun kapitalist mantığa göre ekonomikleşmenin bir kültürel değer haline gelmesindendir. Zira mukabeleye değil, mübadeleye denk düşmektedir (2004: 24- 28). 

Sarıbay, mahut anomi algısındaki farkın, bugün acı çekmeye değil de, tersine arzudan doğan bir hedonizme dönüşmesi olduğunu ifade eder. Yani, dinin veyahut dini yaşamın eksik/ yanlış yaşamanın vereceği acılardan daha çok, onun yaşanması olarak kabul gören dindarlığın görünürlülüğüne atıfta bulunarak bir nevi zevkin işlenmesi temasına vurgu yapmaktadır. Bu ise kurumsallaşmış bir din tasavvurunu aşan bir nitelik arz eder ki, postmodernitenin hakikat(ler)e dair yapı bozucu yönünü ifade etmektedir.

Günümüzde her şeyin temsili olma yönüne de vurgu yapan Sarıbay, dinin “bireyselleşmiş bir davranış kodu” olduğunu ifade eder. Bu da onun ifadesiyle “Lukasc’ın “şeyleşme”sine tekabül etmektedir (2005: 176). Günümüzde artık temsili fikirlere dönüşmesinin yarattığı sahte değer yargılarının bireye, topluma, kültüre, vs. şekil verdiği bir hakikat(ler) ağına takıldığına işaret ederken, bir anlamda hiper- gerçekliğe atıfta bulunmaktadır (2005: 178).

Tüzer’in, postmodernizmin büyük anlatıların değersizleş(tiril)mesinin tek tek dinler açısından olumsuz bir nitelik arz etmesine dair tespitine karşın (2005: 92); Yılmaz, tezinde dinler arası diyalogu işlemektedir ve “ötekine” saygı çerçevesinde geliştirilen diyalogların bilimsel zeminde “evrensel ahlaka” ve “dünya vatandaşlığına” ulaşma noktasında dinlerin ortak yönleri üzerine kurulan bir İbranî geleneği oluşturmaya çalışıldığını ifade eder (2006: 93). Bu anlamda, bu diyaloglarda, üzerinde daha çok durulan farklılıklardan ziyade benzerliklerdir; özellikle ortak ahlaki ve manevi değerlerdir. Hakim olan hukuk anlayışının tek başına meşruiyetini reddeden bu perspektifle demokrasi ve fakat ideal olan demokrasiye göndermeler yapılır. Bu anlamda Giddens’ın “demokrasinin demokratikleşmesi” kavramsallaştırmasına kısaca değinmekte fayda var.

Giddens’a göre, “ortodoks parlamenter politika” diye nitelediği ulusalcı politikalar, küreselleşmeye bağlı olarak insanların yaşamlarını saran değişim selinden bir hayli uzakta kalmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin derinleşmesine ihtiyaç vardır. Demokrasinin demokratikleşmesi ise, hala güçlü bir biçimde ulusal düzeyde toplanmış olan iktidarın etkili bir biçimde kullanılmasına bağlı olmakla beraber asla ulus devlet düzeyinde kalmamalıdır, kalamaz. Çünkü seçimle gelmeyen kitle iletişim araçları sahiplerinin kitle üzerindeki etkileriyle başa çıkmak ulusal politikalarca mümkün değildir (2000: 90–95). Demokrasinin demokratikleşmesi her şeyden önce dönüştürülecek olan vatandaşlık kültürüne bağlıdır ve bir bilinç düzeyine vurgu yapar.

Aktay’ın tespiti de küreselleşmenin etkileri çerçevesinde, postmodernizmin “dinsel inançlardaki sulanmayı beraberinde getirdiği”dir (2007: 333). Dine dönüşün kati bir şekilde fundamentalizmle eşleştirilemeyeceğini, modernizmin sekülerleşme sürecinin bir devamı olduğunu ifade eden Aktay, malum hiper- gerçekliğe gönderme yapar.

Sonuç ve Değerlendirme

Küreselleşmeyle birlikte, öznenin kendilik algısı değişmiştir. Yaşanan kaotik bir sürecin ardından, geleceğe dair umutları besleyecek gerek düşünsel gerekse akademik faaliyetlere girişilmiş ve bu kaotik durumdan sıyrılmanın yolları araştırılmaya başlanmıştır. Dinin terki, insandan ve toplumdan koparılışının farkına varıldığında, onun güvenli bir sığınak olduğu bilincine varılmakla birlikte, insan dini değerlere tekrar yönelmiştir. Ancak nasıl ki; modernite, gelenekten kendini ayrı kılmışsa; postmodernite de bir anlamda kendini hem geleneksel olandan hem de moderniteden ayrı kılmaya çalışmaktadır. Bu aslında hâkim olan Batılı ilerlemeci zihniyetin devamını ifade etmektedir.

Her ne kadar, meta- anlatılara savaş açmış olsa da postmodernite, kendisinin de ironik bir şekilde meta anlatılar kurguladığını tespit etmek güç değildir. Zira bu çalışmanın konusu olan din hakkındaki tasavvurları, evrensel nitelik arz edecek sonuçlara ulaşma çabası gütmektedir. Dinlerin manevi huzur ve refahı önceleyen ortak değerleri, insan hak ve özgürlüklerini muhafaza etme yönündeki politikalarca, daha çok evrensel ahlak anlayışına yöneliktir. Her türlü hukuki ve siyasal faaliyetin meşruiyet kazanacağı tek zemin, bu ilkeleri öncelemesine bağlıdır. Zira dinler arası diyalogların da küreselleşmenin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür.

Doğu blokunun, dolayısıyla komünizmin yıkılmasıyla birlikte, kapitalizm zaferini ilan etmiş, yayılmasının önündeki en büyük engel olarak Doğu dini olan İslam’ı görmüştür. Bu anlamda İslam’ın terörizmle birlikte anılmasının ardında yatan gizil gerçekler, küresel politikaların tahayyülleridir. En sağlam dayanaklara sahip bir dünyevi hayatı saran İslam dini, kapitalizmin öngördüğü tüketim toplumunun inşası açısından engel teşkil etmektedir. Her şeyin yüzeysel ve görecelik üzerine tezahür etmeye başladığı gündelik hayatı Doğu toplumlarına yerleştirmek, elbet bir evrensel(!) meşruiyet zeminini gerekli kılmaktadır. İdeal olan değil, ancak demokrasinin yaygınlaştırılmasının ardında yatan gizil politikalar da bunu destekler niteliktedir.

Ulus devletlerin tekrar sorgulanmaya alındığı bu dönemde, çokkültürlülük politikaları tüm dünyada yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Çoğulculuğu ifade eden yönüne karşın, dinlerin tek tek kamusal alanlarda siyasallaşmasının önüne geçilmesi çalışmaları, onların radikalleşmesine de engellemeye yöneliktir.

Sonuç itibariyle, dinin dönüşü veya dine dönüş olarak ifade edilen postmodern süreçte, bu yönelişin köktenci olmadığı, mevcut şartlar altında bir yüzeyselliği ifade ettiği, dinsel inanışların yaşanmasından ziyade yaşanıyor görünmesinin öncelendiği bir simgeselliği ifade eden yönü, postmodern dönemde dinin nasıl ve ne şekilde içselleştirildiğini daha açık göstermektedir. Toplumların hızla kitleye dönüştürülmeye çalışılması, kitle iletişim araçlarının bunun hizmetine sunulması sonucunda, dinsel imgeler dahi endüstrileştirilmiş ve bir göstergeye dönüşmüştür. 

İslam’ın tekabül ettiği Müslüman toplumlarda dahi, onun yaşanış biçiminin görünürlülüğünün artması bunu en açık göstergelerindendir. Örneğin tesettür defileleri dahi göstermektedir ki, dinin inanç boyutundan ziyade yaşanmasına dair gösteriş boyutu öne çıkmakta ve bugünü anlamlandırma bakımından sürekli ve yeniden hiper- gerçekliğe işaret emektedir.

Modernizmin kaotik mirasının ardından, modernite ile birlikte terk edilen değerlere dönüş de bu anlamda yüzeysel ve görelidir. Bu anlamda, postmodernitenin, modernizme getirdiği eleştirilere karşın, elle tutulur makul ve mantıklı alternatifler üretmediği kabul edilmektedir. Şu haliyle postmodernite bir eleştiriden ibarettir.

İnsanlık tarihinin bir durağı olarak kabul edilecek olunursa, günümüz, birçok başka soruna gebelik etmektedir. Dinlerde ve onların yaşama biçimlerine dair görünürlülüğünün daha büyük sorunlara yol açmasının önüne geçilecek çözümlere odaklanmak daha anlamlıdır. Zira insanlık tarihi boyunca, insanların kendilerini dünya üzerinde konumlandırdıkları bir dini tasavvur var idi ve bir şekilde bir mana bulmaya dönüktü. 

Bugün artık her şeyin dünyevileştirilmesiyle birlikte, psikolojik birçok rahatsızlıkların kalıtsal miraslar bırakma endişesi güdülmesi anlamsız olarak değerlendirilmemesi gerekmektedir. Kültürel kodlara bu anlamsızlık işlendiği vakit, sorunun çözümü çok daha uzun bir vadeye gerek duyacaktır.

Ne Tanrı öldürülmüş idi, ne de bugün Tanrı intikam alıyor. İnsan, aklına güvenerek çıktığı yolda, bugün artık kendisini Tanrı tarafından terk edilmiş olduğunun acısını, hedonist tavırlarla görmezden gelmekte ve bir şekilde nihilist bir yaşama doğru sürüklenmektedir. Belki de altının çizilmesi gereken en önemli sorun budur. Aşkın olanla bağların yeniden kurulması, gerçekten bu kadar zor mudur?



Birsen Şöhret, 14.01.2016, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler

Dipnotlar:

[1] Feyerabend’in, postmodernizmle örtüşüp, evrensel bir nitelik kazanan ünlü söylemi: “her şey gider!”.
[2] Yılmaz, bu esaretten kurtulma ile bilince yapılan atıfı açıklamak sadedinde Şerif Mardin’in görüşlerine başvurur (Mardin, Ş. , Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayınları, 13. B, 2004, s. 44).
[3] Hanil Teoloji Seminerinde hocalık yapmış Prizbiteryen Klisesi teologudur.


KAYNAKÇA

1- ADAMS, D. J. (1997), Postmodernizmin Teolojik Anlamı, Çev. : T. Yeşilyurt, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, ss: 249- 262.
2- AKTAY, Y. (2007), Postmodern Dünya’da Din: Bir Anlatı mı, Tanrı’nın İntikamı mı? , Din Sosyolojisi, Der: Y. Aktay& M. E. Köktaş, Ankara: Vadi Yayınları.
3- ASAD, T. (2007), Antropolojik Bir Kategori Olarak Dinin İnşası, Din Sosyolojisi, Der: Y. Aktay& M. E. Köktaş, Ankara: Vadi Yayınları.
4- GİDDENS, A. (2000), “Elimizden Kaçıp Giden Dünya”, Çev.: O. Akınhay, İstanbul: Alfa Yayınları.
5- HABLEMİTOĞLU, Ş. (2005), “Küreselleşme Düşlerden Gerçeklere”, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
6- KLAVUZ, U. M. (2002), Küreselleşen Dünya’da Din, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 11, Sayı: 2, ss. 191-212.
7- NİŞANCI, E. (2003), “Küreselleşme, Ulus Devlet ve Etik Rönesans”, Sosyal Bilimler Dergisi, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayını, Cilt:4, Sayı:1, ss.27-40.
8- ÖZENSEL. E. & BAĞLI, M. (2005), Çokkültürlü Vatandaşlık, Konya: Çizgi Kitabevi.
9- SARIBAY, A. Y. (2004), Global Toplumda Din ve Türkiye, İstanbul: Everst Yayınları.
10- SARIBAY, A. Y. (2005), Dinin Postmodernleşmesi, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı: 21, Ankara: Lotus Yayınları, ss. 175- 184.
11- TÜZER, A. (2005), Postmodernizmin Din adına Düşündürdükleri, Din Sosyolojisi, Der: Y. Aktay& M. E. Köktaş, Ankara: Vadi Yayınları.
12- YILMAZ, A. (2006), Tek Tanrılı Dinlerin Ortak Değerleri Üzerinden Uluslar arası İlişkilerde Barış ve Güvenliğin Tesisi Projesi: Hıristiyan –Müslüman Diyalogu, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Doğu Ergil, Ankara.

Seçkin Deniz Twitter Akışı