21 Ocak 2016 Perşembe

SA2376/KY1-CÇ187: Düşlerin İsyanı/Roman-Bölüm 3-II

"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"

“Dünyada senden sonra da yaşayabilecek olan şey sözdür! Sen sözü hor görme!”
Firdevsî

Bölüm Üç
-II-
Beyaz perdede beliren yüz annemin kılığına girerek yanıma kadar gelmişti. Beni sıcak, yumuşak kolları arasına almak için ellerini uzatıverince, yine aynı şakayla karşı karşıya gelmek istemedim, hayalimdeki kasabın yüzüne baktım.. Geri dönmek için çırpınıyordu.

Benim yerime hareket etmek için birilerinden emir almış gibiydi.. "Ben ne yapayım, görüyorsun? Ben de bir emir kuluyum .." diyordu. "Yok daha neler!” dedim, "Bütün bunları nereden çıkarıyorsunuz?"

Kapının girişindeki karanlık holde, konuşması için onu bekliyordum.. sinema salonunda bir o ve ben vardım sanki; seyirciler yumuşak koltuklarında bir kukla gibi, sanki her şey yerli yerinde mesajını vermek için oradaydılar, ilk önce filmin yazıları perde de yansımıştı, çıt bile çıkmıyordu, ama o kadını, “Ben senin annenim” diyen, “Nasıl tanımazsın beni?” diye bana sitem eden kadını daha önce bir yerlerden anımsıyordum, onu nasıl unutabilirdim ki hem; Liz Taylor’du, bir iyilik meleği gibi üzerime geliyor..

"Korkma!" diyordu. "Bütün bunların düzelmesi için ne lazım geliyorsa, ne gerekirse yapacağım, sen yeter ki canı sıkma Cemşidim!" O karanlık sesiyle yine beni üzerine üzerine bastırarak koruyucu kanatları altına aldığını göstermeye çalışıyordu sanki.

"Bakın, durun biraz.." diyecek oldum bir an, "Ben o kasap değilim, anlayın ne olursunuz? Beni öteki kasapla karıştırıyorsunuz... Ben o Cüce kasap değilim, İstanbul’u bile görmedim hayatımda, atları sevdiğim doğru,  köydeyken hep atların rüyalarına daldığım da doğru, ama bakın, bu işte bir terslik var! Sizi de ilk defa görüyorum... Liz misiniz, ne iseniz, sizi de ilk defa görüyorum desem yalan olmaz...." 

Hepsi bir karede nasıl toplanmışlardı, yoksa gerçekten aklımı mı kaçırmıştım? Babaannenin, "Oğlum aynalara fazla bakma! Aynaya fazla bakmak iyi değildir, uğursuzluktur sonu!' sözleri kulaklarımda çınlarken, bu karede kapanıyordu. "Uğursuzluk, bırak!" diyordu biri. "Çekil başımdan!'

"Sakat at geldi mi?” diye soruyordu Dehhak. Gözlerimde esen öfkenin tozları silinip gitmemişken, çocukların onu burada böyle görmelerini istemeyen pozlardaki insan hapşırığından sonra, burnunu silip de ona dönerek,  Liz'i unutmuş, büyük halayı da, o ucube köşkü de bir daha anıp çocukların aklına sokanların düşünmesi gerekiyormuş gibi, burnumu bir sağa bir sola oynatmayı unutmayıp.. 

"Daha gelmedi, efendim!" dedim. Acılı sesim yankılandı bir iki kasaphane‘nin duvarlarında. Dehhak Döngel çekilip giderken, son günlerdeki gerginliğime bir anlam veremeyen bakışlarını da yanında alıp,  götürmüştü. 

Pürmaye‘nin nereye saklandığını bulmaya çalışır gibi tezgâhın altına bakmıştım, vitrinin parlak camları gözlerimi kamaştırmış gibi öfkeyle başımı kaldırdım, elimde bıçak "Zıkkımın beşi...." dedim, "Bu ne rezalet?!"  Kimsenin kimseye baktığı yoktu, pislik başını almış gidiyordu. 

Müjgân kırıntı peynirleri atıştırmakla oyalanıp dururken, ellerimin titrediğini görmemişti, ya da görmüştü de üstünde durulacak bir şey olmadığına hükmederek kendini rahatlatma yoluna gitmişti. Onun için peynir kırıntılarını atıştırmak kadar güzel bir şey olamazdı o anda. Başımı sallayarak öteki tarafa geçtim.

Şehrinaz son günlerde üzerime fazla geliyordu, geçen hafta gittiğimiz film de bunu perçinlediğinden kendime karşı öfke duyuyordum, öfkemin bir yansıması mıydı bütün bunlar yoksa? Kendime hakim olmam gerekirken, kuru hayallerle başını şişirmeye ne hakları vardı?! 

“Ben artık kendimi tanıyamıyorum”, diyecektim.. “Şehrinaz ne yapsak acaba?”, diyecektim.. karım da bana yardımcı olmak istermiş gibi -buna dünden razıymış gibi-.. -FİLMDEKİ GİBİ- Liz Taylor’un ona sokulması gibi sokulup, "Üzme tatlı canını Cemşidim!" der miydi? -Onu iyice zıvanadan çıkarırdı bu laflar- “Hayır, bak,” diyecektim.. “Sen bile beni anlamıyorsun meleğim”, diyecektim.. “Çünkü ben köyde doğdum, büyüdüm”, diyecektim.. “Bizim köyü sana nasıl anlatabilirim ki?”, diyecektim.. “Ben bile bazen kendini unutan adam olduktan sonra”, diyecektim.. “Beni anlamalısın bir tanem”, diyecektim.. “Bütün bunları anlayamıyorum”, diyecektim.. -Kenara çekilip biraz soluklandıktan ve etrafı göz kolaçan ettikten sonra.. Ya da her şeyin uyarında gittiğini görüp de, bu kadar endişelenecek bir şey olmadığının ayırdına varıp yüreğimi rahatlattıktan sonra .. Ya da sevgili karım yanı başımda durmuş, beni, munis bir kuş gibi sevip okşarken .. O da, bütün bunlara artık hiç sabrının kalmadığını gösterip boşaldıktan sonra-

Cemşid'in ona nasıl tutulduğunu, nasıl bir tutkuyla bağlandığını, Film Tutkusu'na bunca yıl rıza gösterişinin alkışlanması gereken gurur verici bir şey olduğunu, ama bunda da yine Dehhak Döngel’in bir hinliğinin olduğunu, ama kısa zamanda atlatacaklarını, baba annesinin köyde hep uğursuz bir kadın olarak anıla geldiğini, annesinin nasıl öldüğünü, ona da uğursuzluk bulaşmasa cüce gibi bir piç doğurmayacağını, bu yüzden ondan nasıl da korktuğunu, dedesinin yarım bıraktığı kitabı samanlıkta otların arasında bulduğunda hiçbir şey anlamadığını, ama o kitapta yazılanların yarım kalmış bir rüya kitabı olduğunu, rüyaların insanları nasıl etkilediğini, bazen kafasına o ağrıların girip de -annesi gibi- onu bir yere bırakmayışını, aslında cüce kasabın o olmadığını, Dehhak’ın uydurduğu bir senaryo kahramanı olduğunu, hepsini, evet, hepsini bir bir anlatıp da yine kendi yerini aldığında -sevine sevine- .."Şimdi beni anlıyor musun?” diyecektim.. "Şimdi beni anlıyor musun bir tanem, benim neler çektiğimi anlayabiliyor musun?”

"Neyi?” diye sormuştu Müjgân.

"Hiç!” diyebilmiştim ancak, "Sen kendi işine bak!"

Müjgân, terslendiğini anlayınca huysuz bir at gibi arkasına bakmadan Kasaphaneyi terk etmiş, reyonlara doğru yürümüştü.

Bendeki bu aksiliği, o da anlayamıyordu, bir terslik, vardı mutlaka, ama ne?

"Ama neyse ne!” demiştim kendi kendime, "Herkes kendi işiyle uğraşsa ya!"

"Herkes kendi işiyle uğraşıyor!' demişti Kiyanus sert bir sesle, "Ama bir sen, kasap efendi.. evet, sadece sen kendi işinle uğraşmıyorsun!" 

Sanki her şeyi biliyordu, her şeyin farkındaydı bu ses. Kiyanus, müdürümüzdü. Alışveriş merkezinin müdürü. Tükürdüğü yerde ot bitmezdi. Bak, bu deyişin de bende nesnesi var. Nesnesi Kiyanustur. Her ne kadar kendini bazı kimselere ‘Feridun’ diye tanıtsa da, ben onun adının ‘Kiyanus’ olduğunu biliyordum. Tükürdüğü yerde ot bitmediğini de biliyordum.

"Bakın, efendim!" dedim, "Aslında ben, bildiğiniz gibi değil!" Kapı açılınca içeri dolacaklar sandım. Karım Şehrinaz’ın SinemaTutkusu'nu ölçüp bir dengeye oturtamıyorum, diyecektim.. Oradakilerle birlikte belleğimin karanlık koridorluğunda asılı kalmışlardı; kimsenin ilişemeyeceği bir yerde olduklarından bu kadar rahattılar.  Karanlık, bir o kadar da ele avuca gelmez yanlarını, her defasında eşeleyip göz önüne sermek, ona kalıyordu.. sonra o ‘Cüce Kasap’ kılığına bürünerek, karşısına geçip bu karanlığı yırtabiliyordu.. sonra da yırtılan karanlığın ortasında bir başlarına kala kalıyorlardı.. hep o konuşsun, diye bekliyorlardı. Sonra ağzındaki laflara göre kendini ayarladığını düşünmesinler, diye bıyık altından gülmüştü de; kendisi olduğunu söylüyordu biri, ama kim? Belli değildi.. “Bu da kim oluyor?”, diye söyleniyordu biri, “Her şey yalan”, diyordu sonra Cüce kasap; “Hepsi bir hayal ürünü”, diyordu, “Yoksa gerçekten böyle bir şey olmaz”, diyordu kendi kılığına bürünmüş o ucube işte.. Ama karım Şehrinaz’a bakarsan, hiç de öyle değildi. 







Cemal Çalık, 21.01.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman 



Seçkin Deniz Twitter Akışı