"Öyle ki, Türk modernleşme sürecinin en önemli uğrak yerlerinden biri de kuşkusuz 12 Eylül Darbesi ve 82 Anayasası’dır."
Özet
Günümüz Türkiye’sinde yaşanan değişim ve dönüşümleri anlamlandırmak ve açıklamak üzere yapılan analizlerde –bütün toplumsal analizler için de geçerli olduğu gibi- tarihsel bir seyir elzem görülmektedir. Tarihsel araştırmalar da bugünden geçmişe bir yolculuktur esasında. Dolayısıyla, Türkiye’nin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik süreçlerini takip etmek üzere çıkılan literatürel gezintide, karşımıza “1980 öncesi” ve “1980 sonrası” diye bir dönemleştirme çıkar.
Bu makale, böylesi bir dönemleştirmeye neden ihtiyaç duyulduğunu ve bu dönemleştirmede temel dinamiklerin ne olduğunu ele almaktadır. Yine bu dinamiklerin toplumsal değişim ve dönüşümdeki etki ve bu etkilerin toplumsal yansımalarına değinilmek suretiyle, indirgemecilikten sakınmak kaydıyla, genel bir perspektif sunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Modernleşme, “80 öncesi” ve “80 sonrası” kavramları, liberal politikalar, 12 Eylül Darbesi.
Giriş
Türkiye modernleşmesinin önemli mihenk taşlarından birisi olarak kabul edilen 1980’li yılların başında yaşanan gelişmeleri mercek altına almak; Türkiye’deki aktörler arası ilişkilere bakmakla mümkündür; ancak tek başına yeterli değildir. Dünyada yaygınlaşan bir küreselleşme dalgasının da en az iç dinamikler kadar etkin olduğu görülmektedir.
Bu makalede küreselleşme olgusunun çıkış noktası ve dünyadaki etkinliği ele alınacak, Türkiye’deki yankılarına kulak verip; Kemalizm’den kopuş ve kapitalizme geçişi olarak nitelendirilen 12 Eylül darbesi ardından yaşanan gelişmeleri değerlendirmek üzere, Türkiye’deki ekonomik aktörlerin sadece ekonomik faaliyetlerle uğraşmakla kalmayıp, siyasal arenada etkinliklerini ortaya koydukları o yeni dönem açıklamaya çalışılacaktır.
Türkiye’de, 80’li yıllardan sonra, ana hatlarıyla, “dönüşüm” doğrultusunda bir dinamizmden söz edilebileceğini söyleyen Nişancı (2006: 110), dönüşüm kavramının da ima ettiği üzere, bu dönem, ne geçmişten ‘radikal’ bir kopuşu ne de onun yeniden üretilmesini içerdiğine dikkat çeker.
Dönüşümle kastedilen, toplumsal aktörlerin tutumlarında sergiledikleri farklılıklardır esasında. Şöyle ki; muhafazakârlıklarıyla tanımlanan Türk bürokratik seçkinler, devlet- merkezli ekonomi anlayışının sadece araçsal ve pragmatist değil, özsel rasyonel bir çerçevede, bir bakıma ideolojik içerikli bir devletçilik anlayışını terk etmiş ve değişim yönünde oldukça istekli bir görünüm sergilemeye başlamışlardır (Nişancı, 2006: 111-116).
Böylesi bir dönüşümü anlamlandırmak üzere küreselleşmenin yayılma sürecine değinilecek ve bu sürecin etkileriyle Türkiye’deki sermaye sahibi grupların ekonomik faaliyetlerinin yanı sıra siyaset arenasında da etkinliklerini koydukları dönem alınacaktır. Yeni bir döneme girilmesini anlamak, bu iki değişkeni birlikte ele almakla mümkün görülmektedir.
Küreselleşme Nedir ki, Tüm Dünya’da Etkinliğini Giderek Arttırmaktadır?
Küreselleşme konusuna geçmeden evvel, kısaca ulus- devlet ve onun klasik milli politikalarına değinmek yerinde olacaktır. Ulus- devletlerin bugüne kadar uyguladığı kimlik politikaları, toplumu diğer toplumlardan (ötekilerden) farklı kılan özelliklere, başta eğitim ve kültür teşkilatları aracılığıyla vurgu yaparak büyük toplumun (çekirdek etninin) kültürünü standart kültür haline getirme, resmi ideoloji ekseninde kimlik ve kültürel farklılıkları eriterek toplumun bütün üyelerine ortak bir sosyo- politik kültür kazandırma yönünde olmuştur (Şahin, 2000: 191).
Dolayısıyla ulus- devlet, milli sınırlar içerisinde farklılıklara izin vermeyen ve bu farklılıkları eritme politikaları ile asimile etmeye çalışan yönüyle ideolojik zihniyetin tahakkümüdür. Milli sınırlar dışında bulunan bütün ötekilere karşı, demokrasi şemsiyesi altında ‘bir’lik ve beraberlik gibi tek düzeci, homojenleştirici bir alana oturup, üstelik millilik gibi son derece muğlâk bir kavramla özgürlükler daha da daraltılmaya çalışılmıştır (İnsel, 2003: 223). İnsel, böylesi bir demokrasi algısına, “böyle ‘bir’lik, beraberlik, kader ortaklığı, tek yumruk, tek yürek demokrasileri “bir” iradenin, “bir” zümrenin, toplumun “bir” kesiminin, yani “bir”in despotluğunun modern söyleme uydurulmuş kılıfıdır” diyerek şiddetle karşı çıkar.
Demokrasinin farklı tahakkuklarına işaret eden Chomsky ise ”Media Control” adlı makalesinde özellikle iki farklı uygulamasından bahseder. Haberleşmenin açık ve özgür olduğu bir ortamda, haklın kendi amaçları doğrultusunda, kendi meselelerini anlamlı bir yolla yönetime taşıyabildikleri demokratik toplumların var olduğu bir demokrasi konseptinden farklı olarak bir de; halkın kendi meselelerinin yönetimden uzak tutulması ve haberleşme, bilgilendirme amaçlarının dar ve katı bir biçimde kontrol edilmesi gerektiğini savunan bir demokrasi anlayışı mevcuttur.
Bugünden bakıldığında, demokrasinin bu ikinci konsepti bize tuhaf gelse de, ulus- devlet anlayışının temel zihniyetini oluşturan bir tahakkümü olmakla beraber, evet, son kertede demokrasidir.
Ulus- devlet anlayışına böylesi kısa bir girişin ardından küreselleşmenin ne olduğuna ve onun ulus- devletleri tehdit eden unsurlarının anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşüncesindeyiz.
Küreselleşmeye dair tanımların çokluğundan söz etmek ne kadar yerindeyse, küreselleşmenin etkilerine karşı küreselleşme yanlısı ve karşıtı grupların çeşitliliğinden söz etmek de o kadar yerindedir. Öyle ki, küreselleşme her ne kadar yeni bir olgu[1] olarak kabul edilse de, muazzam bir literatüre sahiptir.
Gün geçmiyor ki, bu muazzam literatüre yeni katkılar olmasın. Böylesi geniş bir yelpazede, küreselleşmeye dair bir tanıma ulaşmak oldukça güçtür. Ayrıca küreselleşme sürecinin hala bütün hızıyla devam ediyor olması, küreselleşmeye dair yapılan olumlu ve olumsuz değerlendirmeler konusunda nihai bir noktaya ulaşmayı da güçleştirmektedir. Ancak, makalemizin kavramsal çerçevesini aşmamak suretiyle, genel hatlarıyla küreselleşme olgusunun tarihsel gelişime ve olumlu ve olumsuz eleştirilerine değinmek gerekli görülmektedir. Ciltler dolusu küreselleşme literatürünü burada etraflıca ele almak, makalenin çerçevesinden taşmak demek olacağından, genel bir açıklama yeterli bulunmaktadır.
Temelde tarım ve sanayi devrimlerinden sonra ortaya çıkan iletişim ve bilişim devriminin bir uzantısı olan küreselleşme, 19. yy.da İngiltere’nin etkisiyle ulus ötesi şirketlerini dünyaya açılması ile gündeme gelmiş, 20. yy.ın son çeyreğinde Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve soğuk savaşın sona ermesiyle Amerika’nın etkin güç olduğu daha yaygın bir küreselleşme hareketine dönüşmüştür (Yılmaz, 2004: 22).
Yani küreselleşmenin yayılması, ikinci dönem bir küreselleşmeye geçişi ifade eder. Böylece ekonomik süreçlerin uluslararasılaşması ile ulusal ekonomiler sarsılırken küreselleşme dalgası ulus içlerine yayılmıştır.
Küreselleşmenin kapitalizmin bir aşaması olduğu konusunda bir çok kimse hemfikirse de; kimileri bu olgunun emperyalizmin kamufle edilmiş bir yüzü olduğunu savunur[2], diğer bir grup da küreselleşmenin şu ya da bu devletin yönlendirdiği değil tamamen bağımsız ve doğal bir dinamik olduğunu savunurlar. Dönüşümcüler[3] adı verilen diğer bir gruba göre ise –kavramın ortaya atılmasından evvel- çoktan küreselleşmiş (entegre olmuş) bir dünyada yaşıyoruz (Kaymakçı, 2007: 8). Kaymakçı’ya göre, ister bu görüşleri kabul edelim ister etmeyelim, küreselleşme diye bir olgu var ve henüz klasik yapıyı ortadan kaldırmamıştır[4].
Küreselleşmenin diğer bir yüzü kuşkusuz liberal politikalardır. Küreselleşme karşıtı olan Başkaya’ya göre; “Liberalleşme, sermayenin önündeki tüm engellerin (gümrük korumaları gibi) ortadan kaldırılması, sermayenin istediği yere gitmesi, hiçbir bürokratik engelle karşılaşmadan en uygun olan yerde üretmesi, en uygun yerde montaja tabii tutması, en pahalı olan yerde satması, deregülasyon da devletin sermaye dışı toplum kesimlerine yönelik düzenlemelerden elini çekmesi, sadece sermayenin ihtiyacı olan düzenlemeleri yapması anlamına gelir” ve işte “devletin küçülmesi” de tam olarak budur ona göre (Başkaya, 2000: 113). Dolayısıyla, devletin eğitimden, sağlıktan, işsizlikten ve istihdamdan elini eteğini çekmesi demektir. Böylelikle, geriye devletin işlevi olarak yargı, güvenlik ve savunma kalıyor.
Neo- liberal politikalarda ise, devletin bu asli işlevlerini dahi sermaye sahibi kurum ve kuruluşlar yerine getirmekte. Örneğin, bu günün alış veriş merkezlerinde güvenlik, genellikle özel güvenlik görevlileri sayesinde sağlanıyor. Bu bakımdan Başkaya’ya hak vermemek haksızlık olur kanısındayız.
Son olarak Mehmet Altan’ın küreselleşmeye dair bir yorumuna kulak vermek gerekir diye düşünüyoruz. Ona göre insanlık sosyal değişimin değişmez kanununa bağlı olarak zaman içinde kaçınılmaz olarak farklılaşıyor. Küreselleşmenin yeni aşama olduğunu ve insanlık serüveninin sürekli daha iyiye doğru gittiğini öne süren Altan, elbet küreselleşmenin de ağır külfetleri olduğunu ancak amacın, insanlığın bu yeni hamleyi yaparken nimetleri azamileştirip külfetlerini azaltması gerektiğine vurgu yapıyor (Altan, 2007: 50–51).
Altan’ın vurguladığı bu nokta oldukça anlamlıdır. Zira, küreselleşme etkisini tüm dünyada gösterirken, hala taraftar olma ya da karşıt olma kaygısıyla bu süreci eleştirenler, bir zaman sonra bu uğraşların beyhudeliğini kavrayacaklar. Nihayet bu eleştiriler bu süreci ne hızlandıracak ne de onu engelleyecek. Akli olan, bu sürecin doğurduğu ve olası sonuçları değerlendirmek, analiz etmek ve ön kestirimlerde bulunmaktır belki de…
1980 Darbesini Hazırlayan Koşullar
Öncelikli olarak 80 öncesine ve 12 Eylül darbesini hazırlayan ortamı değerlendirmek yerinde olacaktır. Bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 80’li yıllara kadar genellikle sol görüş siyasi egemenliği elinde bulundurmakta idi[5]. Ancak, dünyada yaşanan gelişmelere rağmen (liberal siyasetin etkinliği giderek yayması gibi, insan hakları, liberal politikalar, çok kültürlülük, vs. gibi), Türk Solu; istikrarlı, statükoyu koruyucu ve muhafazakâr bir eğilim içerisinde içe kapalı bir politika izlemeye devam etmekte idi. Ancak, 70’li yılların sonunda, başta ekonomik alanda olmak üzere birçok toplumsal konuda sorunların patlak vermesi bir kriz dönemini doğurdu.
İnsel’e göre, Devletçilik ve Kemalizm’le göbek bağını kesmemiş solun, bu toplumla ilişki kurmada çektiği sıkıntı, iç toplumun duvarlarını “devletçi”, “Kemalist” söylem ve simgelerle aşmaya çalışmakta inat etmesinden ileri gelir… Onların bu tutumu, uzun süre sol geleneğin geniş toplum kesimlerinden tecrit olmasına yol açmıştır. Diğer yandan liberaller ise, muhalefette oldukça hürriyet şiarının bayraktarlarıdırlar.” (İnsel, 2003: 96).
Post modernitenin kimlik ve kültür konusunu tartışmaya açması ve liberal demokrasinin azınlık haklarını ve kültürel haklar da dâhil olmak üzere sivil ve anayasal hakları güvence altına alan vaatleri, elbette Türkiye’de de yankı bulacaktı. Nitekim öyle de oldu. El ele kol kola yürüyen ulusal baş iki aktör ekonomi ve siyaset, küreselleşmeyle birlikte artık başka aktörlerin de gerekliliğini anladı. Bu anlamda liberalizmin sunduğu serbest piyasa söylemine müdahil olmak için kültürün ikincil sayılamayacağı gerçeğinin görülmesini sağladı. Kriz artık ulusal bir birim temelinde aşılamayacaktı (Berger & Huntington, 2003: 305).
Böylelikle gelişen popüler kitle kültürü ve yerel kültürdeki canlanma son yıllarda dikkatleri küreselleşme- milli kimlik etkileşimine yönelten başlıca gelişmeler olmuştur. Ulusalcılık modelinin sona erişine işaret olarak da görülen bu gelişmeler ulus- devletleri uygulaya geldikleri klasik milli politikaların dışına arayışlara sokmuştur (Şahin, 2007: 191).
Ülkede siyasi cinayetlerin önünün alınamaması, kıtlığa bağlı olarak enflasyonun yüksek rakamlara fırlaması, istihdamın sağlanamaması, Süleyman Demirel Hükümeti’nin toplumsal sorunları çözmede yetersiz kalması, siyasetin önünün tıkanması gibi gerekçelerle 12 Eylül 1980 günü Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kenan Evren komutasında yönetime el koymasıyla üç yıl sürecek bir askeri yönetimin iş başına gelmiştir.
1961 Anayasasının feshedilip yerine danışma meclisinin hazırladığı yeni anayasa 1982’de halk oylaması sonucu kabul edilmiştir. Halkın büyük desteği ile onaylanan anayasa, darbeye meşruiyet kazandırırken, diğer yandan süregelen politikalara bir başkaldırı niteliği taşımaktadır.
12 Eylül darbesinin arka planında TÜSİAD’ın büyük desteği vardır. Zira “talep yanlısı” Keynesçi refah devlet projesine duyulan güven sarsılmış; bu projenin, teorik ve teknik olarak içinde bulunulan krizi çözemeyeceğine inanılmaya başlanmıştı (Topal, 2002: 63).
Böylesi bir inanış beraberinde alternatifleri değerlendirmeyi gündeme getirdi. Söz konusu dönemde yeniden yapılanmayı gerektiren koşulları Nişancı’nın kaleminden aktarmak yerinde olacaktır:
"Söz konusu dönemde, devletle sermayedarlar arasında “örtük bir karşılıklılık anlaşması”ndan (sözleşme değil) söz edilebilir. Buna göre, işadamları “Devlet Baba”nın himaye ve ihsanlarına karşılık, ona saygı ve sadakat gösterecekler ve kişisel çıkar yerine milli çıkara yani bir anlamda devlete ve topluma hizmete öncelik vereceklerdir… Bu dönemde, politik süreçleri etkilemek için çıkarlarını savunmak üzere, kendi aralarında gönüllülük ilkesine göre örgütlenmelerinden de söz etmek pek mümkün değildir… Ekonominin, devlet ve topluma karşı özerkleş(tiril)mesi ve bunun ardından sermayenin ‘kurucu ilke’ statüsüne eriştirilme çabası, bu yönelişin ana doğrultusunu ifade eder. Aynı zaman diliminde, paradoksal yönelimler ve karşıtlıkların birlikteliği de oldukça dikkat çekicidir. İlk çelişki, liberal olmayan kapalı siyasal rejimle liberal, açık ekonomi düzeninin birliktelikleri ve yeri geldiğinde birbirlerini sıcak bir şekilde selamlamalarıdır. Bir diğeri ise, ekonomiyi farklı bir düzlemde kuracak ve sürecin ilerleyen diliminde, devletçi sosyal ve siyasal tasavvurdan önemli sapmalar doğuracak bu “liberal ve liberal olmayan” oluşumların kol kola ve birbirlerine eşlik eden uygun adım yürüyüşünü sağlayan bandoyu devletçi bürokratik elitlerin yönetmesidir. Nitekim devletçi rasyonalitenin ayrıcalıklı koruyuculuk vazifesini tekelinde tutan Türk Ordusunun yüksek yönetim kademesi askeri darbeyle yönetimi ele geçirdiğinde 24 Ocak Kararları diye bilinen İMF ve DB patentli, ekonominin yeniden yapılandırılmasını ön gören programa itiraz etmek ya da direnmek şöyle dursun, onun mutfağında çalışan en üst düzey bürokrat olan Turgut Özal’ı ekonomi yönetiminin başına geçirerek, bir anlamda bu programı onayladığını değil ama ona sadık kalacağını daha baştan ilan etmiştir." (2006: 9)
1961 Anayasası’nı aşırı demokratik bulduğu için TÜSİAD, darbe yönetimine destek vermesi karşılığında, DİSK, MİSK, Hak- İş gibi sendikaların faaliyetlerinin durdurulmasında etkin olmuştur. Daha sonra, özellikle sendika, toplu sözleşme ve grev haklarının değiştirilmesini de sağlayarak; bunları 1982 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükler çerçevesinde kendi lehine yer almasını sağlamıştır (Topal, 2002: 76–77).
Yazımızın devamında yeni bir alt başlık açmak suretinde, bütün bu değişim ve dönüşümlerin toplumsal yansımalarına kısaca değinilecek ve ardından genel bir değerlendirmeye gidilecektir.
80’li Yıllarda Yaşananların Toplumsal Yansımaları
Toplumsal bir değişimden söz etmek beraberinde yapısal bir çözülmeyi gündeme getirmektedir. Türk modernleşme sürecinde 80’li yıllar yapısal bir çözülmeyi temsil etmesine karşın, yeniden yapılanma sürecinin de en etkin olduğu bir döneme tekabül eder. 80 öncesi yaşanan krize 80’li yıllarda Askeri darbe ile el konmuş ve ardından yeniden düzenlenen bir anayasa ile Türkiye Cumhuriyeti tarihine yeni bir sayfa açılmıştır. Elbette burada demokratik bir ülkede yaşanan askeri darbeyi onaylıyor değiliz. Ancak yaşanan bir gerçekliğin üzerinde tartışmak yerine, o dönemi anlamlandırmak ve açıklamak gibi bir misyonu olan bu yazıda, sonuçlarına odaklanmak daha önemli bulunmaktadır.
Liberal politikalarla dünyaya açılan bir Türkiye söz konusudur yeni dönemde. Bu dünyaya açılma, beraberinde yeni bir kültürel sistemin etkilerine de açık olmak demektir aynı zamanda: küreselleşme…
İlk bölümde küreselleşmenin hangi temeller ekseninde geliştiğini değinmiştik. Bu bölümde küreselleşmeyle birlikte toplumsal değişim ve dönüşümlere değinmek yerinde olacaktır. Ancak o kadar çok alanda ve hatta toplumsal olan her alanda yaşanan bu gelişmelere değinmek makalenin boyutlarını aşmaktadır. Bundan dolayı, bu bölümde ilk akla gelen ve diğer sorunlu değişkenlerle etkileşim halinde bulunan media ve İslamcı kimliğin gelişimi ele alınacaktır.
Yeni yapılanma, beraberinde birçok sorunu getirmiştir. Ancak kuşkusuz bu yeni dönemde toplumsal kültür oldukça aşınmış ve yerine ikame edecek küresel bir kültür sunuluyor olsa da, doğal bir gelişme olarak kabul edilen küreselleşme olgusunun etikten yoksun olduğu konusunda birçok sosyal bilimci hem fikirdir. Post modern sürecin en etkili söylemi “any thing goes”dur[6].
Aslında küreselleşmeyle birlikte yayılan liberal politikalar açısından bu söylem oldukça anlamlıdır. Söz konusu kâr olduğunda ise, taşın gediğe oturtulması gibi bir işleve sahiptir bu söylem. Zira kar amacı her şeyden önde gelmektedir bu dönemde. Sermaye sahiplerinin ekonomik alandaki faaliyetlerinin yanı sıra başta siyaset olmak üzere, toplumun her alanına nüfus ettikleri görülür. Toplumlar tüketime davet edilmektedir adeta… Demokratikleşme, siyasallaşma nutukları atıldığı halde, insanların siyasetten gittikçe uzaklaştıkları görülür. Kitle toplumu olarak nitelendirilen bu yeni toplum; insanların edilgin, ilgisiz, atomize varlıklar haline geldikleri, geleneksel bağların, dinsel kimliklerinden koparıldıkları, kitle iletişim araçlarının tek yönlü baskısı altında yalnızlaşan, tepeden tahakküme imkân veren bir toplum biçimi olarak tanımlanır (Cevizci, 2002:615).
Küreselleşme öncesinde ulus- devlet ideolojisini empoze etmek üzere medya kullanılırdı. Bu yüzden medyaya dair yoğun eleştiriler yapılmıştır. Çünkü medya, ilk ortaya çıkışı itibariyle, yasama, yürütme ve yargı organlarını, demos’un lehine denetleme misyonunu yüklenmişti. Ancak ulusalcı ideolojiler, zamanla devletin tekeline aldıkları medyayı, kendi ideolojilerini hayata geçirmek üzere araçsallaştırdı. Medyanın araçsallaşması, ulus- devlet ideolojilerinin hâkim olduğu dönemde başarıya ulaştı.
Teknolojinin ve bilişim gelişmesi sayesinde, medya da kitlesel bir boyut kazandı ve kitle iletişim araçları olarak nitelenmeye başladı. Ancak küreselleşme dalgasıyla birlikte artık kitlesel iletişim araçlarının da işlevi değişmiş oldu: kitle iletişim araçları –özellikle görüntüye dayalı sektörler- aracılığıyla küresel kitle kültürü daha da yaygınlaşmasını sağlamıştır. ABD’nin kültür alanındaki uluslar arası alanda açılma tecrübesiyle hem son derece sempatiyle bakan kendisiyle ortak değerlere sahip bir dünya toplumu yaratma imkânına kimsenin olmadığı ölçüde sahip oldu (Şahin, 2007: 200).
Medyanın daha çok elit tabakanın propaganda aracı olarak işler görmesini eleştiren Chomsky (1991); Körfez Savaşı örneğinin başarılı bir propaganda sisteminin nasıl iyi çalıştığını gösterdiğinin altını çiziyor. İnsanlar, ABD’nin Irak ve Kuveyt’e karşı güç kullanabileceğine mana verebilirken, aynı gücün ABD’ye karşı kullanılmasını hiç akılların ucuna dahi getirmediklerine sitemde bulunuyor. Kitle iletişim araçlarının asli görevinin halka haber ve semboller aracılığıyla bireyi değerleri, inançları ve davranışlarının kodlarıyla kurumsal yapıyla bütünleştirmesi olduğunu savunuyor Chomsky (McChesney, 1989).
Kitle iletişim araçlarının toplumu değiştirip dönüştürmesinde gücünden ziyade etkisinden söz etmek daha doğru olacaktır. 80’li yılların ardından sermaye grubu kendi özel televizyonlarını, gazetelerini, radyolarını, vs. kurarken; kendi dünya görüşlerini empoze etmekte geç kalmadılar. Kitle iletişim araçları aracılığıyla yapılan propagandalar, özellikle İslamcı kimliğin dönüşmesinde oldukça başarılı olmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında devletin bürokratik teşkilatlanması içerisinde kontrol ve denetim altında tutulan din, İslamcı öznelerin bürokratik teşkilatlanmanın dışında bir mecrada gelişmesine sebep oldu. Devletçi tekelin egemen olduğu iç toplum yaratma evresinde toplumla kurulan temas müesses dinsel kurumlar, gazete ve dergi gibi yazılı metinler aracılığıyla değil, her bir kişiyle doğrudan ve yüz yüze iletişimle gerçekleştirilirken; 80 sonrasında imkanların genişlemesiyle birlikte büyük bir dönüşüm yaşadı: İslamcı kimlik devletin ve toplumun İslamlaştırılmasından dinin özelleştirilmesine, radikal ya da moderate/reformist hegemonya arayışlarından barışçıl bir arada yaşama stratejilerine, nasyonalist bir çerçevede şekillenen bir din anlayışından bu çerçeveden kendini belirgin şekilde ayrıştıran daha sivil ve evrenselci bir anlayışa evrilen bir nitelik göstermeye başladı (Nişancı, 2007).
Sonuç Yerine
Küreselleşmenin dıştan baskısı ve iç dinamiklerin de desteği ile (TÜSİAD ve MÜSİAD gibi) Türkiye’de de bütün dünyada olduğu gibi toplumsal değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Yeni toplum artık kitle toplumu, tüketim toplumu, vb. olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Bu yazıda asıl amaç, “80 öncesi” ve “80 sonrası” diye bir dönemleştirmeye neden ihtiyaç duyulduğunu açıklamaya çalışmakla sınırlı tutulmaktadır. Değilse, 802li yılların ardından yaşanan sorunların her biri olgusal nitelik taşıdığından, başka bir araştırmanın konusudur. Zira böylesi bir çalışmada mümkün olan bütün değişkenler ele alınıp, kendi aralarındaki etkileşim sürecinin de analizini gerekli kılmaktadır.
Biz olgulsal bir nitelik taşıyan Kitle iletişim araçlarının işlevlerine ve İslamcı kimliğin günümüzde de aktif rol aldığı toplumsal sahnede yer almasında 80’li yıllarda yaşanan dönüşümüne işaret etmekle yetinmek durumundayız.
Hasılı kelam; sosyal bilimlerin toplumsal çözümlemelerde kullandıkları dönemselleştirmelerinin temellendirilmesi oldukça önemlidir. Bu çalışma böylesi bir dönemleştirmeyi anlamak ve açıklamak üzere hazırlanmış olmakla beraber, çerçevesi sınırlı tutulmuştur. Bu çerçeve dahilinde yaptığımız araştırmamızın neticesinde, dönemleştirmenin tarihsel perspektif sunması bakımından oldukça anlamlı olduğu sonucuna varılmıştır.
Öyle ki, Türk modernleşme sürecinin en önemli uğrak yerlerinden biri de kuşkusuz 12 Eylül Darbesi ve 82 Anayasası’dır. Bu anlamda, çalışmanın tavafını tamamlaması bu olguları da kapsayan daha geniş bir çalışma gerektirmektedir.
Birsen Şöhret, 21.01.2016, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler
Dipnotlar:
[1] Kavramsallaştırılması ancak 20. yy.’ın ortalarına aittir.
[2] Öyle ki emperyalizmin dünyayı çıkar gruplarına böldüğünü, kutuplara ayırdığını ve merkez- çevre aktörlerinden oluşan bir egemenliğe dayandığını iddia ederler.
[3] Giddens’ın da içinde bulunduğu…
[4] Ulus- devlet yapısı kastedilmekte.
[5] DP’yi iktidara taşıyan süreç ayrı bir makale konusu olduğu ve bizim ele aldığımız dönem için geçerli bir değerlendirme yapmanın gerekli olmadığını düşündüğümüz için “genel” ifadesiyle daha tekdüze giden bir seyri tercih ettik.
[6] “her şey gider”. Feyerabend’in meşhur söylemidir.
KAYNAKÇA
- ALTAN, M. (2007), Ekonomik Yönüyle Küreselleşme, Küreselleşme Üzerine Notlar, Derleyen: Oğuz Kaymakçı, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, ss. 49-52.
- BERGER, P. , HUNTİNGTON, S. P. (2003), Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, Çev. Ayla Ortaş, İstanbul, Kitap Yayınevi.
- BAŞKAYA, F. (2000), Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı: 32.
- CEVİZCİ, A. (2002), Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları.
- CHOMSKY, N. (1991), Media Control, Massachusetts Institute of Technology, March 17.
- İNSEL, A. (2003), Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul, Birikim Yayınları.
- McCHESNEY, R. W. (1989), The Political Ekonomy of the Mass Media, Monthly Review, January, (An interview with Edward S. Herman).
- NİŞANCI, E. (2007), Understanding the Increasing İslamic Visibility in Turkey: Democratizing Muslim Subjects, The 2007 Middle- East & Central Asia Politics, Economics and Society Conference, September 6-8, University of Utah (seminerde sunulan “Türkiye’deki İslamcı Görünürlükteki artışı Anlamlandırmak: Demokratikleştirici Özne(ler)” başlıklı bildiri metni).
- NİŞANCI, E. (2006), 1980 Sonrası Dönüşümde Devlet- Sermayedar İlişkilerinin rolü Üzerine, Toplum ve Bilim Dergisi, sayı: 106, ss. 110- 136.
- TOPAL, A. (2002), Küreselleşme Sürecindeki Türkiye’yi Anlamaya Yarayan Bir Anahtar: Yeni Sağ, Küreselleşme Emperyalizm: Ne Yapmalı, Nasıl Direnmeli? , derleyen: Ali Ekber Doğan- Burak Sönmezer, Ankara, Praksis, ss. 63- 84.
- YILMAZ, A. (2004), İkinci Küreselleşme Dalgası, Ankara, Vadi Yayınları.