"Görmezden gelinemeyecek bir lekeyle sınanmadıkça hiçbir sevgi layıkıyla sahici, yeteri kadar sağlam değil."
Elimde olmadan geciktim; bir jüri toplantısındaydım. Yarım saat önce dönmüş olsaydım her şey daha kolay olacaktı. Metro istasyonundan evime kadar olan mesafenin ortalarında yan yana uzayan bir dizi kahvehane var. Saat on bir buçuğa kadar ışıl ışıl sokak. Onbir buçukta kahvehaneler temizlenmeye başlıyor ve oniki olmadan kararıyor pencereleri. On dakika bile sürmeyen yolu bir Sait Faik öyküsüne özgü tasvirlerin sağanağında tedirgin olmadan yürüyorum; burası bir mahalle. Caminin minarelerini görüyor, Köfte’nin havlamalarını duyuyorum. Köfte bir köşede karşılayabilir beni, ayak seslerimi tanıyor.
Köpek sürüleri mahalleyi aralarında bölüşmüşler. Köfte bu mahallenin tek başına sahibi, bazen sınırı aşarak kendi bölgesine giren bir hemcinsini kovalamaktan bitap düşmüş halde, nefes nefese çıkıyor karşıma. Yere çömeliyorum, birlikte sakinleşmesini bekliyoruz.
Tabiatının en ilkel ve karakteristik yönünü dışa vuran hırıltısından utanıyormuş gibi yüzünü benden çeviriyor, sakinleşince okşamamı beklediğini gösterecek şekilde yakınlaşıyor. Bakışlarındaki tatlı ışıltı belirginleşinceye kadar okşuyorum onu ve giderek karanlığı artan mahallenin ara sokaklarından birinde, bir duldada geçen beş dakikalık süre içinde dostluğumuzu pekiştiriyoruz. Hırıltısı yumuşarken kuzine soba sıcaklığı yayıyor. Sonra beni apartman kapısına kadar götürüyor. Aslında kapıdan içeri girmek istiyor, bunun gerçekleşmeyeceğini anladığı her seferinde olduğu gibi neşesi kaçarak, küskün bir şekilde ayrılıyor kapıdan.
Birkaç aydır bu neşesizliğinin asıl sebebi, gündüz yaşadığı saltanatın sona ermesi. Baştan anlatayım.
Köfte’yi ilk tanıdığımda, mahallemiz kısmi kentsel dönüşümün henüz başlangıç aşamasındaydı. Bahçeli evler yıkılıyor, otogar (yerine bu yakanın en büyük AVM’si yapılacak şekilde) alt üst oluyordu. Bir yerde plaza inşaatı, başka bir köşede teras bahçe vaadi… Yolumu değiştirmek zorunda kalmıştım. Minibüsten BİM sokağında inip de eve giderken bir seyyar köfteci çıkıyordu karşıma.
Etrafı hep kalabalıktı: İşsizler, emekliler, tahta banklarda oturmuş sohbet ediyorlardı. Köfte de mavi boyalı, köfte buharı yayan seyyar büfenin hemen yanı başında uzanıyor olurdu, geçerken iyilik dolu bakışlarla süzerdi mahalleliyi. Adı da o yüzden “Köfte”; büfenin etrafında yaşamış hep, köfteyle beslenmeye alışmış, her yiyeceği beğenmezmiş. Sözünü ettiğim bahar ve yaz günleriydi, kış da daha farklı geçmedi.
Köfte, iyilik süzülen bakışlarıyla köpek cinsine bakışımı değilse de mesafeli tutumumu değiştirmişti. Yanına uğramak için yolumu uzatmayı göze alıyordum. Onu himaye eden aile, yanımızdaki apartmanın bodrum katında oturuyor. Ailenin üniversiteli kızıyla Köfte üzerine muhabbete başladık. Tanıştık, hemşehri olduğumuzu keşfettik. Işıl ışıl bakışlı temiz pak köpeğin yatağı bodrum kat penceresine yakın bir aralıkta.
Geçen sene kış aylarında daha sık ziyaret ettim Köfte’yi ve daha yakından tanıdım. Trafik kazası geçirmişti. Sarsıcı bir dönemdi. Onunla yakınlaşırken sokak hayvanlarını yeniden tanıyor, onlar üzerine düşünüyordum.
Köfte, insan türü olarak kendimize bağımlı kılıp acizleştirdikten hatta başıboş bıraktıktan sonra doğal dürtüleri nedeniyle cezalandırmaya hazır olduğumuz hayvan türünün sürprizlerle dolu bir temsilcisi. Aynı zamanda İstanbul’un köpek sürgünü politikalarına direnen şehir geleneğinin günümüzdeki uygulamalarının düşündürücü örneği. Buralarda yaşayıp gitmek için doğurmaması gerekiyor, öyle, Köfte dişi bir köpek. Belediyenin koruması altında, ancak bunun bedeli doğurganlığının kaynaklarının kurutulması olmuş.
Osmanlı döneminde II. Mahmut’tan itibaren süren Batılı modern kent arayışında başvurulan ilk çare veya tedbir, göze fazla gelen başlıca unsur olan köpek soyunu ölümleri pahasına şehirden sürmek olmuş. Sivriada’yı “Hayırsız Ada” olarak gösteren ve sonu katliamla biten köpek sürgünlerinin sonuncusu İttihat ve Terakki Hükümeti zamanında gerçekleşti.
Mahalleler, sokak araları, köpeklerini korudu kolladı gerçi. İstanbul, köpek seven bir şehir. 19. Yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden bir gezgine ait –şimdi adını hatırlayamadığım- kitabın kapağı bu açıdan anmaya değerdi: Sokak ciğercisi önündeki müşteri bir şiş kendisine almış, bir şiş de köpeğine… Bu ilgi köpeklerin başıboş bırakıldığı anlamına da gelmiyor. Bütün dünyada sayılı veterinerlik okullarından biri, II. Abdülhamit döneminde açılmış.
Anlattığım gibi, mavi köfteci arabasının yanı başında görmüştüm Köfte’yi ilk kez. Gülen gözleri ve mutlu yüzünün çağrısını geri çeviremedim. Bu dönem çok kısa sürdü. Semtin girişindeki ilk göbeğin yukarı tarafında bulunan, aşağı yukarı BİM’in karşısına düşen apartmanın giriş katındaki kuaför iflas edip de salonu boşaltınca, köfteci taşındı yerine.
Bu, olağan bir yükselme hikayesi. Köfte’nin sonraki dönemlerdeki mutsuzluğu olağan hikayeyi sıra dışına taşıyor biraz. Mavi boyalı seyyar büfe ortalıktan kayboldu bir süre, Köfte yörüngesiz bir şekilde dolaşıp duruyordu göbeğin etrafında. Köfte salonunun sahibi eski dostu onu himaye etmeye çalışıyordu, gelgelelim neşesini yerine getirmiyordu kapı önü uğramaları.
Göbeğin öte yakası farklı bir köpek sahasıydı, oraya ancak kaçamak bir şekilde uğrardı, sere serpe uzanıp yatamazdı salonun eşiğine. Seyyar büfe her zamanki yerinde durmaya devam etti, ama köfte buharı yaymıyorken bir çekim alanı oluşturamıyordu. Köfte, kendisini himaye edinen ailenin mutfak penceresine yakın bir yerde hazırladığı köşede geçiriyordu çoğu zamanını, hâlâ öyle. Mutsuz ve halsiz görünüyordu hep. Tüyleri parlaklığını yitirmiş, bakışları cansızdı.
Benim mahalleci muhayyilem hemen kentsel dönüşümün mekânsızlaştıran yıkımlarına bağladı bu depresyonu.
Köfte’yi daha sık ziyaret etmeye çalışıyordum. Bir gün onunla ilgili tespit ve izlenimlerimi yeniden ele almama sebep olan bir şey yaşadım. Bir köpeğin duygu dünyasının bilinçle ilişkisini -köpeklerle içli dışlı değilsek- çocukken Lassie okumuşsak bile aklımıza sığdıramayız. Hayvanların hayatla ilişkisini bütünüyle sezgi ve reflekslere bağlamaya alışkınız.
Metroya gitmek üzere çıkmışken yolu değiştirip yanına uğradık kızımla. Bizi görünce neşe içinde kuyruğunu salladı. Evden yeni ayrıldığım için okşamaktan uzak durdum; geri dönüp ellerimi yıkayamam. Mesafeli ilgim onu tedirgin ediyor, daha önce de yaşadım; fakat konulan sınırları da aşmıyor. Duruma intibak etti, ancak bir ara fazla üzerime geldi ve ağzı pantolonuma dokundu.
Bej rengi pantolonumda bıraktığı siyah leke üzerine kızımla ikimiz kaygılı bir çığlık attık: Ne bu böyle, nasıl da iğrenç, normal mi yani ağzının bir dokunuşuyla böyle bir leke bırakması? Koruyucusu olan öğrenci kız mutfağın penceresinden –elbette- yediklerine yordu. Çok fazla çöp kutusu karıştırmıyor Köfte, buna ihtiyacı yok, ama hiç karıştırmıyor da değil.
Leke'ye verdiğimiz tepki sırasında Köfte’nin davranışlarını takip edememiştim. Belli ki eve dönüp pantolonumu değiştirecektim, ne idüğü belirsiz lekeyle dolaşamazdım bütün gün. Kalkıp eve gidecekken onun küskünlüğünü fark ettim.
Gösterdiğim tepkiyle sıradan hayvan kategorisine itekledim onu, hatalıyım, kabul; okşayıp gönlünü almak için yanına yaklaştım; nasılsa eve gideceğim. Yüzüme bakmadı, fakat hali küskünlük olarak da tanımlanamazdı.
Bakışlarını uzaklara dikmiş bir halde öylece duruyor, sanki bir iç muhasebesi geçiriyordu; bu açıdan elbette bildiğim şekilde sıradan bir hayvan değil. Leke'nin bedenime temas etmeyeceği bir duruşla okşamayı sürdürerek gönlünü almaya devam ettim, az çok rahatladı ve bir süre sonra yine kuyruğunu sallamaya başladı, ne var ki artık bakışlarına bir gölge düştüğünü fark ediyordum.
Daha sonra bu halini aktardığımda bir arkadaşım, küskünlük saydığımız şeyin utanç olup olmadığını sorguladı. Pantolonuma leke bıraktığını ve bu yüzden gösterdiğimiz tiksinti tepkisini fark edince utanmış olmalıydı Köfte, böyle düşünüyordu. Sahici sevgi bir leke karşısında o kadar mı dayanıksız olur?
Bana hâlâ bir mahallede yaşamanın güvenini sunan aydınlık bakışlı varlığı, ister istemez bıraktığı lekeye verdiğim aşırı tepkiyle güç duruma düşürmüştüm. O bir robot muydu, anlamayacak mıydı, ne sanıyordum?
Sözde Köfte’yi seviyordum, ama bir sevgi gösterisi sırasında bıraktığı lekeye tahammül edememiş, tiksintimi belli etmiştim. Üstelik her zaman başkalarına benzemeyen bir köpek olduğunu söyleyerek yücelttiğim halde…
Görmezden gelinemeyecek bir lekeyle sınanmadıkça hiçbir sevgi layıkıyla sahici, yeteri kadar sağlam değil. Leke utancının –tepkim yüzünden oluşan- gölgesi biraz azalır gibi olsa da tamamen kaybolmadı Köfte’nin gözlerinde, sonraki günlerde.
Cihan Aktaş, 23.01.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20526/lekenin-arkeolojisi
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:
http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/20526/lekenin-arkeolojisi