“Ben buradayım. Bir Ses'in peşinden geldim buraya kadar.”
Dağlar, tepeler aşmış, ırmaklar, dereler geçmişti. Daha çok uzun yollar yürüyecekti. Daha çok dağlar tepeler aşacak, daha çok ırmaklar, dereler geçecekti. Duyduğu sesi duymayıncaya kadar. Durması gerektiğine dair bir işaret görünceye kadar. “Gel!” diyen, “Dur!” da derdi elbet. Böyle geçiriyordu içinden sorgusuz, sualsiz “Gel!” sesini duyup yola çıkan adam.
Bir sesin ardı sıra yürümek. İçinden mi taşmıştı, taşıp kulaklarına çarpmıştı duyduğu ses, yoksa dışarıdan mı taşıp kulaklarına çarpmış ve içine üşüşmüştü? Bunu bilmiyordu. Durup düşünmedi de. Bir an bile tereddüt etmeden kalkıp yürüdü. Evinin önündeki yaşlı çınardan bir dal kesti, kestiği dalı baston yaptı. Birkaç parça giysi koydu torbasına ve yola çıktı.
Bir ses ona, “Gel!” demişti. Ses, “Git!” deseydi ters yönde mi olurdu şimdiki gittiği yönden. Bunun da üzerinde durmadı. Yorgunluğunu ya bir ağacın gölgesinde attı, ya iri kaya parçalarının. Bazen de mağaralarda konakladı. Kurt kovuklarında. Ayı inlerinde. Ve insanların terk ettiği mabetlerde. İnsanların kendi terleriyle, kanlarıyla yükselttikleri terkedilmiş mabetlerde dinlendirdi yorgun bedenini.
Yorgunluğunu üzerinden atar atmaz kulaklarında çınlıyordu ses: “Gel!”
Ve kalkıp yürüyordu adam. Varacağı yerin gittiği yönde olduğu o kadar kesindi ki. Bu bilgiye o kadar inanmıştı ki en ufacık bir kuşku dahi çevresinde gezinmeye kalkışamıyordu.
Bir su kaynağına vardığında anımsıyordu susadığını. Ve diz çöküp suyunu içiyordu. Terini siliyordu. Suyun yorgunluğu atan olduğunu öğrendi bu yolculuğu sırasında. Demek su yalnız susuzluğu gideren değilmiş. Bu bilgi bile değerdi yolculuğa çıkmaya. Böyle düşündü ve bu düşünceyle aydınlandı içi yolcunun. Aydınlık kapladı yüzünü bakarken çağıldayan nehre. Sırtını verdiği bir servi ağacının gölgesinde. Akşam olmuştu. Bu sulak yerde konaklamaya karar verdi.
Yorgundu. Çevresine bakındı. Uyku gerekliydi. Rahatsızlık vereceği bir şey onu da rahatsız ederdi. Ve dinlenemezdi. Böylelikle “Gel!” buyruğunun gecikmesine yol açılırdı. Gözlerini yumdu.
Uykunun henüz misafiri olmuştu ki boyu yüksekliğindeki çimenlerden gelen ses üzerine doğruldu. Bir süre dinledi sakınarak gelenin ayak seslerini. Bağdaş kurup beklemeye başladı. Epey sonra bir tilki belirdi çimenler arasında. Süzdüler bir birlerini. Oldukça besiliydi Tilki. Besili ve güzel görünümlüydü. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Elini uzattığında dokunamayacak kadar uzak, nefesini duyacak kadar yakındı.
Bir tilkinin yolunun üzerinde belirmesini iyiye yormak istemedi. Kurnaz olurdu tilkiler. Öyle bellemişti. Öyle belletilmişti. Belki kendisini ayartmaya gelmişti. Arka ayakları üzerinde oturmuştu. Ve kızıl kora benziyordu gözleri Tilki'nin.
Söze nasıl başlayacağını düşündü. Hem söze kendi mi başlamalıydı? Bir işaret arandı. Suskunluğa yordu sessizliği. Suskunluğu seçti. Tilki başını biraz uzatıp selam verdi. Yolcu selamına karşılık vermekle yetindi. Tilki de susuyordu.
Onun sessizliğini işaret bildi ve sordu:
“Niçin buradasın? Yoksa bu yurt senin mi? Ben mi davetsiz misafirim?”
Tilki istifini bozmadan ve biraz alttan aldığını sezdirmeye çalışarak:
“Hayır! Burası benim yurdum değil. Senin gibi yolcuyum ben de. Yolumun üzerinde bir yerdi tıpkı senin gibi..eğer yolcuysan elbet. Yolcuya benziyor halin. O yüzden senin gibi yolcuyum, dedim.” dedi.
Adam bu sözlerde bir kurnazlık kokusu aradı, ama bulamadı. O da alttan alacaktı. Ağzını arayacaktı tilkinin, öyle yaptı.
“Pek geç bir vakit..”
Tilki anlamıştı adamın niyetini. Anlamazlıktan geldi:
“Benim için daha yeni başlıyor gün. Yolumun üstünde olmasaydın geçip gidecektim. Görünce durdum. Belki bir ihtiyacı vardır, diye geçirdim içimden. Her ne kadar insan soyundan da olsan! Biliyor musun, kuşkusuz biliyorsundur biz tilkiler çok çektik soyunuzdan..”
Bu suçlamaya bir karşılık vermeliydi mi? Duyduğu ses bunun için miydi? Yolculuğu burada bitecek miydi? Düşünceler arasından sıyrıldı:
“Demek insan soyundan çok çektiniz! Ya insanların sizden çektiği? Kurnazlıklarınız! Çiftçiyi, ekeni biçeni, tavuk kaz, kuş besleyeni sizin yüzünüzden uykuya hasret kalır. Bak işte benim de uykumu çalıyorsun bir tür bir kurnazlıkla.”
Tilki yerinde şöyle bir kıpırdadı. Vücudunun ağırlığını bir ayağından ötekine verdi. Alınmıştı bu sözlerinden yolcunun. Sesi titredi:
“Ne kurnazlığımız varmış? İnsan kendinde olmasını güya istemediklerini başkalarında resmeder. Kurnaz, insandır. Biz tilkiler hep aynıyızdır. Ama insan kah tilki olur, kah kurt, kah yılan kah çıyan.. ve gizlemek ister bu yanar sönerliğini.. demek bir uyku çalanız biz tilkiler.. Bizden gündüz aldıklarınızı biz gece alırız sizden. Madem uykusundan olmak istemiyor insan öyleyse başkasının olanını bilsin. Ben senin uykunu niye çalayım.. yoksa torbanda benden çalmış olduğun bir şey mi var? Yoksa rahat ol! Torbana bak.. olur ki farkında olmadan yapmışsındır bu hırsızlığı ve farkında olmadan koymuşsundur torbana.. değilse.. değilse korkma!”
Yolcu yutkundu bu sözler üzerine. Başını eğdi utançtan. Bir süre öylece kaldı:
“Anladım! Haksızlık ettim sana. Haksızlık etmişiz soyuna. Söylediklerin doğru. Dilersen burada yanımda uyu.. birlikte çıkarız yola.. istersen çekileyim yolundan.” dedi. Toparlandı adam. Geri çekildi. Ağaçla bir oldu neredeyse.
Tilki geçip giderken:
“Gece sizin uyku deminizdir. Sizin uyku vaktinizdir. Benden gündüz alınan birkaç parça eşya var bu yüzden haramdır uyku bana.. gidip onları alayım.. az ilerde bir çiftlikte. Bakalım sessizliğim yenebilecek mi kurnazlığını çiftçinin.” karşılığını verdi.
“Uğurlar olsun!”
Adam uyuyamayacağını anladı. Ne tam almıştı uykuyu, ne uykusuzluk sıkıştırıyordu. Bu gecelik uykusu bu kadardı demek. Oturdu yeniden. Derin derin nefes çekti. Sabah olmak üzereydi. Kalktı akarsuya doğru yürüdü. Yüzünü yıkadı. Son kırıntılarını da attı üzerinden uykunun. Bir süre daha oturdu altında uyuduğu ağacın. Günün ışıkları iyice belirginleşince çıkacaktı yola.
Tilkiyle karşılaşması neyin işaretiydi acaba? Ya da bir işaret miydi? İyi ki torbasında bir başkasına ait bir şey yoktu. Yoksa nasıl rahatça kapatabilirdi gözünü ve dalardı uykuya. Ah! Gerçi uykuyu bir yitik görürdü bu yolculuğa çıkmadan önce.. gün doğmadan uyansa da uykuyu kayıp bellerdi. Ve kaçmak isterdi. Şimdi uyku gerekli olandı. Tilkinin uyandırdığı vakit pek de erken olmamalıydı.
Yolculuğundan bu yana, yolculuğu esnasında tilkiyle karşılaşmadan önceki zamanlarda ne kadar uyumuşsa yine o kadar uymuş olmalıydı. Evet.. kuşkusuz her zamanki kadar uyumuştu. Oysa gözlerini sanki daha yeni kapamıştı. Sanki daha yeni dalmak üzereydi uykuya.
“Tuhaf!” dedi adam. Kalkıp yürümeye başladığında. Ses çınlamıştı yeniden kulaklarında. Ve yürüdü. Geçti koruluğu. Bir çiftlik gördü. Tilkinin sözünü ettiği çiftlik olmalıydı bu. Uzağından geçti. Ondan bir huy kapmasın diye. Bulaşmasın diye. Akar suyu takip ediyordu. Bir tepe aştı.
Tepeyi inerken kolu uzunluğunda ve eli kalınlığında görünür görünmez “Al beni yanına!” diyecek denli bir taş parçası gördü. Eğildi eline aldı. Bir tüy kadar hafifti. Sanki kayalardan yontulan bir yongaydı. Pek bir hoşuna gitti. Bakındı çevresine. Tableti iyice bir inceledi. Hiç kimseye ait olmamalıydı. İnsandan yana bir işaret yoktu bu kaya yongasında.
Bu tablette onu çeken her neyse o dürtüyle torbasına attı. Sulak arazi son bulmuştu tükendiğinde gün. Önünde çöle açılan bir kapı vardı sezdi adam bunu. Geceyi burada bu kapı önünde kuytu bir yer bulup geçirmeyi kurdu. Duyduğu ses susmuştu. Bu suskunluk burada konaklamasına işaretti. Artık daha bir ustalaşmıştı okumada gördüğü işaretleri.
Kuytu bir yer bulup çömeldi rahatlığını ölçtü biçti konakladığı yerin. Diğer yerlerden, mağaralardan, kurt kovuklarından eksiği yoktu, denebilirdi ki fazlası var. Güneş batmak üzereydi. Heyecanla torbasına attığı kaya parçasını çıkarıp incelemeye başladı. Neydi bunda olan çekicilik ki? Mermer değildi. Değerli bir taş değildi. Düzgünlüğü, pürüzsüzlüğü, hafifliği, biçimi albeniliydi.. rüzgarın ustalığını görüyor, okuyordu elindeki tablette.
Bir kaya bu kadar hafif olabilir miydi? Şiddetli bir rüzgar olsa kağıt gibi uçardı.. süzülürdü. Taşı bağrına bastı. Yaptığını farkında olmadan yapmıştı. Taşa sarılı uyudu. Güneşin ışıklarıyla uyandı ilk kez. Taş kolları arasındaydı. Taşı torbasına koydu. Kalktı. Yola çıkacaktı. Ne yöne gidecekti? Sesi duymadı. Bir adım sola, bir adım sağa, birkaç adım öne.. tekrar geldiği yöne.. ses. yolculuk burada bitiyor muydu?
Gün batarken durduğu yere geldi. Oradan bir ipucu bulmayı umuyordu. Geldiği yöne gitmenin anlamı yoktu. Bunca zamanı; suyun yorgunluğu alan olduğunu öğrenmek, bir tilkiden gündüz alınanın gece geri alınacağını duyup bellemek için miydi? Ya da sabaha kadar bağrına bastığı kaya.. ah tableti unutmuştu bir an. Çıkardı baktı ilk kez görüyormuşçasına. Baktı. Yine baktı. Ve çöle açılan kapıdan içeri daldı.
Yürüdü. Sesi yeniden duymuş gibiydi. Sevinçliydi. Yürüdü. Suyu bitmişti. Dudakları çatladı çatlayacak. Gölge bir yer de yok. Geri dönmek ise sonucu baştan belli. Belki görünen kum tepelerinin ardında gölgelik bir yer vardır. Bir su kuyusu. Bir vaha. Geçip geldiği yerde bunlardan her hangi biri yoktu. Ne bir kaktüs gölgesine rastlamıştı.. ne başka bir şeye. Gözleri kararmaya başlamıştı. Biraz daha gayret edip bir kum tepesinin altını bulmayı umdu.
Yürüdü. Yürüdü. Buldu bir kum tepesi. Güneş tepeyi aşacaktı. Yine güneş altında kalacaktı.
Çaresizlikle bakındı etrafına. Birden bir şimşek hızıyla bir düşünce geldi aklına. Vakit geçirmeden yüzüstü-sırtüstü uzanabileceği bir kuyu kazdı. Üzerini örtecek güneşten korunacaktı. Güneş tepeyi aşmadan yapmalıydı. Hızlı, hızlı kazdı. Kuyuya girmeden kendisi için bir işaret olsun istedi. Torbadan çıkardı kayayı. Kuyunun başucuna dikti.
Ve yazdı:
“Ben buradayım. Bir Ses'in peşinden geldim buraya kadar.”
Olur a bir insan geçer, belki bir kervan.. kendine bir şey olur belki bayılır.. belki uykuya dalar.. bu işaretten anlayıp bir bardak su olsun verirler uyandırıp da. Bu çölden çıkış yolunu gösterirler belki. Böyle düşünmüştü. Güneşten korunmak için toprağı üzerine çekerken.
Cemal Çalık, 10.02.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü