13 Şubat 2016 Cumartesi

SA2483/KY46-EE2: Bir Zamanlar İzmir'de....

"Sinema ile düşünen, gören, hisseden, fark eden insan yanım gelişti. Gelişmeye de devam ediyor."


İzmir’de üniversitede okurken Fransız Kültür’ün sinema kulübüne üye olmuştum. Haftanın iki akşamı Fransız yönetmenlerin filmleri gösteriliyordu. 80’li yılların başıydı. 12 Eylül öncesi gergin siyasi bir ortam yaşayan İzmir, askeri darbe sonrası dingin ve sessizdi. Ailesinden uzakta okuyan bir öğrenci için akşamları okul çıkışında film izlemek iyi bir seçenekti. Üstelik kulübe üye olurken yapılan ufak bir ödeme dışında, sezon boyunca film izlemek tamamen bedavaydı. 

Okul ikinci kordonda, Fransız Kültürün karşısındaydı. Perşembe ve cuma akşamları, ders bitiminden filme kadar köşedeki yaşlı amcaların mekanında ayranla döner-ekmek yemeye yetecek kadar bir süre kalırdı.

Dışarıda izlediğim Hollywood filmlerinden sonra, burada Fransız yönetmenlerin nasıl olup da hayata bu kadar farklı bakabildiklerini filmlerinden anlamaya çalışırdım. Claude Lelouch, Jean-Luc Godard, Alain Resnais, Alain Robbe Grillet, Claude Chabrol ve nispeten az sayıda filmi gösterilse de François Truffaut ile tanışmıştım. Bir de anlatım tarzını pek sevemediğim Jacques Tati’yi hatırlıyorum. Filmler orijinal dildeydi ama ingilizce altyazılıydı. Okuyup anlaması iyi olan ingilizcem sayesinde altyazıyı takip edebiliyordum. Zaten görsel anlatımlar fazla, konuşmalar o kadar azdı ki.

Sonradan öğrendim, izlediğim filmlerin çoğu Fransız “Yeni Dalga” (la nouvelle vague) akımına mensup yönetmenlere aitmiş. O günlerde bunun farkında bile değildim. Sanırım bu farkındasızlık, sinema hakkında bir yol göstericiden mahrum olduğumu anlatıyordur. Çevremde sinema ile ilgili hiç kimse yoktu. Ama piyasada gösterilen filmlerle yetinmeyip, böyle bir kulüpte film izleyerek, sinema ile ilgilenmeye doğru yerden başladığım hissine sahiptim.

BİR ZAMANLAR İZMİR’DE…
Fotoğraf: François Truffaut

Kulübün müdavimleri az sayıdaydı. Aslında sadece üç-dört kişiydik. Genellikle Türkiye’de ismi bilinen yönetmenlerin filmlerinde salon seyirciyle dolardı. Fakat gelenlerden çoğunun, dakikalar ilerledikçe kapıya doğru seyirtip, sıvıştığını fark ederdik. 

Bir gün okuldan bir arkadaşımı misafir olarak getirmiştim. Salon yine doluydu. "Bak!" dedim, "Filmin sonuna doğru şurada oturan sarı trençkotlu adam, sağdaki az saçlı amca ve şurada soldaki, kafasında lacivert bere olan adamdan başka salonda hiç kimse kalmayacak." Arkadaşım, "Nasıl olur salonda en az kırk kişi var?" dedi. Film bitip ışıklar yandığında salon boştu. Sadece benim dediğim üç kişi, ışıktan gözleri kamaşmış halde kapıya doğru ilerliyordu. 

Arkadaşım çok şaşırmıştı. "Nereden bildin ya?" dedi. İnsanların niçin filmin ortasında dışarıya çıktıklarını elbette biliyordum. Sinemalarda gösterilen yüksek tempolu, vurdulu kırdılı filmlere alışıktılar. Fransız yönetmenlerin farklı tarzı onlara ağır geliyordu. Filmin içine çekilmeye, kahramanlardan birisiymiş gibi filmi yaşamaya alışıktılar. Oysa burada sade birer seyirci olduklarını hissediyorlardı. Alışkın olmadıkları bu duyguyu yadırgayıp, sıkılıyorlardı. 

Ben ise her filme başlarken, yönetmenin bana nasıl bir hikaye anlatacağını merakla bekliyordum. Benimkinden oldukça farklı bir dünyada yaşayan, ama bana bir şeyler anlatma çabasında olan birisiydi yönetmen. Filmin sahibiydi biliyordum, ama henüz tam olarak yaptığı işin mahiyeti konusunda bilgi sahibi değildim. Işığın, kadrajın, kameranın, hareketin zerre bilgisi yoktu bende. Ama kurgunun önemli olduğunu çok iyi anlamıştım.

İkinci yıl sinema kulubünden postayla eve gelen aylık film çizelgesinde Federico Fellini ismini gördüm. Yahu Fellini İtalyan değil mi, nasıl oldu bu derken, İtalyanların film salonlarının bir yangına kurban gittiğini ve film gösterimlerini Fransız Kültür’ün salonuna aldıklarını öğreniyorum. Fransız yönetmenlere ilaveten, İtalyanların ilk iki aylık tercihi Fellini filmlerinin seri gösterimi. 

“Kadınlar Kenti” ve “Roma” ile birer şok yaşadıktan sonra, asıl büyük şok “Orkestra Provası” ile geldi. Politik sinemayla gerçek anlamda orijinal ismi “Prova d’orchestra” olan bu filmle tanıştım. Bir orkestranın kimliğinde, insanoğlunun tarih boyunca yaşadığı yönetim, düzen, sistem, anarşi, devrim, kaos ve itaat gibi kavramların hepsi birden gencecik zihnime yağmur gibi yağmıştı. Film, bir saat on dakikada, öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ü analiz edecek farklı bakış açıları kazandırmıştı. Okuldaki siyaset bilimi dersinde görmediğimiz açılardı bunlar. 

Sonraki hafta izlediğim “Ve Gemi Gidiyor” (E La Nave Va) ile Fellini’nin çağdaş bir filozof olduğunu düşünmeye başlamıştım. Politik ve felsefi çatışmalarıyla dünyayı içinde gergedanların bile olduğu bir gemiye sığdırmış, pırıl pırıl bir denizde yüzdürüyordu. Liliana Cavani, Antonioni derken sürdü gitti sinema heyecanı. Temeli o yıllarda atılmış ve hayatım boyu sürecek bir tutkuya dönüştü sinema. Şimdi yukarıya yazıp hatırladıklarıma bakıyorum da, bu tutku olmasa İzmir’de hayata tutunmaya çalışan genç bir üniversite öğrencisiyken tanıdığım sinema insanlarını çoktan unuturdum herhalde.

Doğal olarak dışarıdaki sinema salonlarında gösterilen filmleri de takip ediyordum. Siyam Balığı, Guguk Kuşu ve Kutsal Hazine Avcıları o yıllara ait unutamadıklarım. Gişe rekorları kıran Jaws’i izlemek için dersi kırmıştık. Bu, sık yaptığımız bir şeydi. 

Filmi izlerken elimdeki kitaplardan birisi kayıp yere düşmüştü. Filmin sakin bir anında, nasılsa önemli bir şey olmaz diyerek kitabı almak için eğildiğimde, yanda oturan arkadaşların yerlerinde heyecandan yirmi santim kadar zıplayıp, tekrar oturduklarını gördüm. Meğer kitabı eğilip aldığım an, tam da Jaws’ın denizden ağzını açarak çıktığı korku sahnesine denk gelmiş. Evet o meşhur sahneyi izleyememiştim, ama seyirci üzerindeki etkisini direkt gözlemlemiştim.

Öğrenci evimizde televizyonumuz yoktu. Üç Kuyular semtinde üç arkadaş, bir bekar evinde kalıyorduk. Güzel bir film yayınlanacağı zaman, izlemek için meydandaki kahveye giderdik. Tavla ve okey gürültüsünde televizyonun sesini duymaya çalışarak Coppola’nın “Baba” filmini izleme mücadelemizi asla unutamam. Gürültüye rağmen Al Pacino’nun rezervuardan silahı alıp masadakileri vurduğu sahnede heyecandan kalbimiz duracak gibi olmuştu. 

O evdeki arkadaşlarımla yıllar sonra bir araya geldiğimizde, hala anımsadığımız en güzel hatıralardan biridir. Film bitmeden önce kahvenin kapanma saati gelmişti. Kahveci temizlik yaparken de televizyonu kapatmayıp, izlememize izin vermişti. Ama filmin süresi oldukça uzundu. Vakit geç olmuştu ve kahveci evine gidecekti. Baba’nın sonunu izleyemedik. Kahrolmuştuk. Yıllar sonra seyrettiğimde acı acı gülümseyerek o geceyi hatırlamıştım.

İzmir’deki öğrencilik yıllarımda hiç kuşkusuz okuldan ve değişik çevrelerden pek çok arkadaşım oldu. Sinemaya olan bu ilgimi yakın bir kaç arkadaşım haricindekiler bilmezdi. Çünkü benim sinemaya ayırdığım zamanı, onlar başka şeylere ayırıyorlardı. Ben tek başıma da olsam, beni mutlu eden şeyi yaptım. Tercihim sinemaydı.

İleriki yıllarda, beyazperdeye emeğini yansıtan o insanlar gibi kameranın vizöründen baktığım bir mesleğim oldu. Haliyle sinemayla ilişkim de değişti. Mutfaktaydım. Kamera arkasında olmak her anlamda yeni açılar getirdi. Gerçi henüz sinema filmi çekmedim, belki de hiç böyle bir fırsat olamayacak. Ama şimdiki halimle geçmişe baktığımda, iyi ki sinemayla dolu bir hayat yaşamışım diyorum. Sinema ile düşünen, gören, hisseden, fark eden insan yanım gelişti. Gelişmeye de devam ediyor.




Ekrem Ergüder, 13.02.2016, İstanbul, Sonsuz Ark, Sinema-TV, Medya
Ekrem Ergüder Yazıları






İlk Yayın Tarihi: 04.02.2016
/ İstanbul

Seçkin Deniz Twitter Akışı