13 Şubat 2016 Cumartesi

SA2484/KY26-CA41: Niyetine El Konulamayan Münzevi

"İnsan safralarından kurtulmaya çalıştığında kendisini nereye kadar indirgeyebilir? Bir yudum suya, bir dilim ekmeğe, bir niyete…"


İnsan olmayı öğrenmenin ne okulu var ne yaşı. “Neysen o ol”, diye bağırıyor kültür; “Neysen o olmamalısın” diye bastırıyor bilinç… Gerçekte ne olduğuna/olabileceğine karar vermek nasıl da sahih bir niyet talep ediyor oysa… Kimiz biz, büyük ölçüde bildiğimizi sanıyoruz. İnsan kendini nereye kadar indirgeyebilir? Neysen işte o insan olmalısın bir açıdan, diğer açıdan ise kendini bulmak için neysen işte o halde kalmaman gerekiyor. Kültür ve görgü manzumeleri bu çelişkiyi mazur göstermenin bir sürü açıklamasını yapıyor.

Kimileri katlanamaz bu karmaşık açıklamalara, sade bir cevap peşinde kaçıp gitmeyi dener. İçlerinden bir kısmı geri döner, bir kısmı erken yola çıkmış veya gecikmiştir. Kimisi hesaplı, kimisi hesapsız olduğu için “niyet” yüzünden sürekli yitirir. Kiminin yitimi kazançtır, zamanla anlaşılır. Ergüder Yoldaş’ın bünyesi de bir yere kadar dayanabildi mazeretler ittifakına. Başkaları nasıl dayanıyor veya organize ediyor? Çünkü, içinde kalamadığı haliyle “sanat ortamı” öncelikle medyaya bağımlı bir organizasyon başarısı anlamına geliyor/du.


Aradığı, ölmeden önce ölümü tanımanın bir yoluydu belki de… Bestelerini “modern olmama” suçlamasıyla karşılayan kurulların ve kulis faaliyetlerinin ve müzik piyasasının yol açtığı hayal kırıklıklarından kaçmak için bulduğu çözüm, bir adaya sığınmaktı. Müzik kurulları 35 sene önce makam müziğinin popa kıymeti yadsınamayacak bir ustalıkla yedirilmesine tahammül edememişti. Romanda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, resimde Erol Akyavaş’ın, sinemada Ayşe Şasa’nın, mimaride ise Turgut Cansever’in aradığı terkibi müzik alanında gerçekleştirmeyi denemişti Yoldaş, ancak otoritelerin bilinçli sağırlığı nedeniyle sert bir karşılık bulmuştu.

İnsan kendini nereye kadar indirgeyebilir? Bir kuşa, kelebeğe, bir taşa, ağaç kovuğuna, hatta rüzgârın ıslığına… Sıradanlığa teslim olmayan görünmezliği de göze almalı. “Bir süre ara verecek olursam ne olur?” diye merak de ediyordu. Piyasadan iş alamaz olmuştu sonuçta. Böylelikle ayrıldı alıştığı mekânlardan ve Büyükada’nın arka taraflarında bir kulübeye yerleşti. Bir süre sonra hamisi olan belediye başkanı bir cinayete kurban gitti. 

Başka bir çözüme mecbur kaldı o zaman, ama daha cesurdu artık: Denize nazır bir ağacın etrafında yaptığı naylondan kulübede yaşamaya başladı. Kış soğuklarında içine karlar yağdığını duysa da adadan ayrılması için yapılan ısrarları yıllarca geri çevirdi. Besteleriyle ilgili notlar almayı sürdürdü. Kendisiyle yapılan röportajlarda adada, farklı kulübelerde geçirdiği yılları “Bir ayıklanma süreci” olarak tarif ediyor.

Sözünü ettiği aslında nefis tezkiyesi. Şimdilerde yerli yersiz “katharsis” olarak geçiyor; bir tür arınma dönemi. Kavram Aristo ile ilişkilendiriliyor. Düşünüre göre katharsis kötü karakterlerin bir tür kabuk değişimi suretiyle iyileştirilmesidir. Bu iyileştirme veya arınma süreci sanatın, özellikle de trajedinin amacıdır. Kendini oyuncunun yerine koyan seyirci bu arınmayı kahramanla birlikte gerçekleştirir. Bu anlamda tiyatro da bir tür mabet gibidir. Sanatın bu amacı dinle ortak ve kadim kökenleri açısından anlaşılır.

Gelgelelim sanat ayrı, sanat adına sürdürülen piyasa kalpazanlıkları ayrı artık. O müzikle bilinçli bir değişimi gerçekleştirme sorumluluğunu üstleniyor, bunun karşısında öne çıkan iki tepki vazgeçmeye zorluyor: Otorite, farkında olmadığı gelişmeyi bir gerilik saymaya, tüketicisi ise yozlaştırmaya hazır.

Repertuar hazırlayanların derdi dinleyici değil, kendi geliştirdikleri şablonların bekası. Piyasanın tanımladığı başarı, peşinde olduğu terkibin başarısıyla kesişmiyordu. 1981’de bestelediği Attila İlhan şiiri “Sultan-ı Yegâh”ın gördüğü büyük ilgiyle pop müziği piyasasını karıştırdı. Radyolarda ve televizyonda arabeskin yasak olduğu dönemdi, henüz tanımlanamayan müziğinin bulduğu karşılık yasak koyucular açısından da kaygı vericiydi. Sıra dışına çıkışının bedeli sistemli bir tüketme tavrı oldu. 

Bestelerini yorumlayan eşi Nur Yoldaş’ın, sonuncu albümleri “Elde Var Hüzün”ün ticari açıdan başarısız olmasının ardından ondan boşanmak istediği de yazıldı medyada. İnsanlara güvenip imzalar atmıştı, sonra senetlerle boğuştu… Nur Yoldaş’tan ayrıldı. Bütün bu olanları kaldırmak kimse için kolay değil. Dile getirmediği üzüntü kaynaklarını hayal bile edemiyoruz.

Oğlu, barakalarda gel-gitlerle süren 13 yıllık hayatı boyunca kendi kendini cezalandırmaya çalıştığını söylüyor. Ailesinin kendisi için açtırdığı banka hesabını da banka görevlileriyle girdiği bir tartışmanın ardından kapatmıştır bir öfkeyle. Kendi arınma sahnesini kuruyordu denilebilir. Bir bakıma tarihin, tabiatın ve toplumun zindanlarından kurtulma yolu aradığını düşündürüyor kararlılığı. Bunu özellikle gösterişli bir hale getirmeye çalışmadığı açık: İzmir’e gider, İstanbul’a döner, yine adaya kaçar, iki yıl tamamen unutulur adı. Televizyon yapımcılarının hatırlamasıyla yeniden keşfedilir varlığı. Yıl, 1993.

İnsan safralarından kurtulmaya çalıştığında kendisini nereye kadar indirgeyebilir? Bir yudum suya, bir dilim ekmeğe, bir niyete… O, arada cam olmasına bile tahammül göstermeksizin, bir deniz manzarasının öğrenciliğine yöneldi.

Geri getiriliyor, yapamıyor, adaya geri dönüyor, defalarca. Kız kardeşinin girişimiyle belediye araya girdi. Dost ve akrabalarının ısrarıyla, 1944’te ülkesindeki savaştan kaçmış bir Alman’ın yıllarca yaşadığı yıkık kulübeye yerleşmeyi kabul etti. Yıkık dökük kulübeyi onardılar, televizyon kanallarının yardımıyla içine eşyalar koydular. Yoldaş, elektriği ve suyu olmayan kulübede pencere camlarının da aradan çekilmesini istedi. Denizi rahatlıkla görebilmeliydi. Neyin tövbesini yaşıyor, nasıl bir saflığa özgü pişmanlığın… 

Döneminin ilerisinde yorumlarına katlanamayan sistemli kötülükle uzlaşmaya gidemeyecek kadar bilinçli ve bazen böyle bir bilinç nasıl da ağır bir yük. Batı müziğinin tartışılmaz örnekliğini sorgulamasının hesabını vermesi gerekiyordu. Çünkü, sentezle ilgili değildi, daha sahici bir terkibin peşindeydi, böylelikle yerli sayılanı Batı müziği karşısında ufaltan yorumlara karşı başka türlü yollar açılabileceğini göstermeyi vazife biliyordu. Merkezi kültürel otoritelerin dengesini bozacak bu başarıyı ancak halk takdir edebilirdi. 

Şu var ki halkın seçimini bir tür zevksizlik olarak işaretlemeye ayarlıydı kürsülerin muhakemesi. Kulis faaliyetlerinin cahillerinin tahammül edemeyeceği kadar çok şey biliyordu, ama tartışmaya gönül indirmedi. Her şeye rağmen geride kalanların kıymetini öğrenmeye çalıştığı bir mektebe başlamış gibi tutkulu öğrencisiydi tabiatın. Ve insan hâlâ mevcutsa, karşılaşacağı yerdi aradığı sahne. “Müzik, yurdun gerçeklerini, insanını tanımakla ilgili bir şey” diyordu. Sinemada Ayşe Şasa da benzeri bir tecrübeyi dile getirmemiş miydi? Halk, yönlendiriyordu.

İç ve dış göçler sürerken müzik bundan etkilenmemiş gibi yapabilir miydi? Arabeskin aslında kübik müzik olduğunu hatırlattı; bu takdirde Picasso resmi de arabesk değil midir? Genç kuşakları şaşırtan bir bilgi bu: Bir şey “modern” kapsamına alınamadığında arabesk sayılıyordu. Oysa modern olan her zaman ve herkese yeni/güdümlü olmayan bir bilgi ve ihtiyaçla gelirdi. Onun talihsizliği bir ilki gerçekleştirmesiydi, geleneksel müziği senfonik müziğe uygularken aldığı bir örnek yoktu. 

Yaptığının bir sentez değil kompozisyon olduğunu vurgulamak zorunda kalması da ilginç değil mi?
Dile getirmek istemediği “derdi”ni insafsızca kurcaladı magazin figürleri. Penceresiz kulübesi büyük bir hırsla bir kez daha keşfediliyordu. Bütün bu kaçışlar delilik değil de neydi? Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi görmeye razı edildiğine dair haberler yer aldı medyada. Altı buçuk ay Mazhar Osman’da kaldı ve sonunda deli olmadığı raporu verildi eline. Sağlık merkezlerinde piyano çalma kurtarışı adına da üzerine yürüdü medya. Kameralar eşliğinde kurtarma operasyonlarıyla pekiştirildi kaçıp kurtulma ihtiyacının tuhaflığı. 

Kimdi oysa, gerçekte olmaktan kaçındığı şey nasıl tanımlanabilirdi? Sakallarını kestirdi, mavi gözleri ortaya çıktı, Tünel’e giden bir barda çalıştı bir zaman. Dayanamadı, yine adaya döndü. Bütün geri getirilişlerinde adaya döndü, bazen de öz ve tutma kız kardeşlerinin evlerinde hazırladığı odalarda dinlendi. Elinde olduğu kadarıyla aynı adrese geri dönmeye çalıştı, Jung’ın ve başka birçok düşünürün kaçmak üzere var etmeye çalıştığı kulübeye.

Arada bir verdiği röportajlarda tuttuğu yolu savunmaya mecbur kaldı: Hayır, ne zaman anlaşılacak, sentez değildi yaptığı, klasik müziğimizin zaten olması gereken haliydi. Olması gereken halin savunulması için ödenmesi gereken bedele halkın beğenisi karar verebilirdi, tutucu kurullar ve piyasa değil. Bu bir kez daha yaşandı: Artık yeniden cevap veremeyeceği durumda medya yeniden yerli Robinson olarak keşfetti kişiliğini ve sonra usandı, unutulmaya terk etti. Hafızalarımız adaya gidiş ve dönüş yıllarını karıştırıyor şimdi, gençler onu tanımıyor. 

Sahiden ölüm haberi geldiğinde en çok yine Büyükada inzivası üzerinden konuşuldu. Bir kez daha ihmal edildi müziğinde farklı olanın tarifi.

İnsan kendini nereye kadar indirgeyebilir? Kalender hali, ölmeden önce ölme bilgisinin cömertliği üzerine düşündürüyor. Kahramanlar en az iki kez ölür, o niyetine el konulamadığı için birkaç kez öldü, öldürüldü.


Cihan Aktaş, 13.02.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 







Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015

Seçkin Deniz Twitter Akışı