بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
İncelemelerime Başlayışım
1971 yılından başlayarak 2000 yılına kadar 466 tarikat inceledim. Her tarikatın öz kaynakları temin edilerek bir kütüphane meydana gelmiş durumda. Hiç kimseye iftira edilmiş değildir. İftiradan Allah'a sığınırım. Okuyanlar göreceklerdir ki, tasavvufçulara bir iftirada bulunmadım. Ve kendi inançlarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitapla¬rından inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'an-ı Kerim âyetleri ve Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu Allah'a (c.c.) birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmamın dışında her¬hangi bir iftirada bulunduğumu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren birtakım kişilerin yolunu izleyebilirdim. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarım nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki, hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inana geldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından dinlerini naklettim. Bu kitapların adlarını, basma yerlerini ve alıntı sayfalarını dilleriyle beraber belirttim. Böylece zan ve şüpheleri kesin yakin ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Yine de bir takım kimseler duyup araştırmadan hücum oklarını şahsıma yöneltecekler. Kâfirleri bırakıp Müslümanlarla uğraşıyor diyecekler. Ama böylelerine yavaş olun demek istiyorum. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek, sıfatlarıyla nitelemekten başka bir şey değildir.
Zakkum için cennet elması, cehennemliklerin vücutlarından akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhiddir demiyoruz. Hatta münafıklık yap¬maya alışmış, aldatmak ve kandırmada hüner kazanmış bir takım şeyhleri, hem müminler, hem de kâfirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değilim.
Ne tuhaftır ki, adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere biniyoruz, ehlinden başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmaya yahut batıla hak adını vermeye neden öfkelenmiyoruz?
Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz olarak isimlendiren yahut acıya tatlı diyen yahut bire üç diyen yahut bir mezhebin görüşünü başka bir mezhebe nispet eden yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde, tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarlarının etrafını Kâbe gibi tavaf ederek sağır taşlardan medet umanların Müslüman olduklarını iddia edenleri körlük ve cehaletle suçlamıyoruz? Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizleyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin Müslümanlar arasında sayılması için “sadece yanılmışlar” demekle nasıl yetinilebilir?
Hayret ediyorum, hadis uydurup Resulullah'a (s.a.v.) nispet eden veya Allah (c.c.) üçte biridir diyenleri tekfir ediyoruz da, ilk sofunun Resulullah (s.a.v.) olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah (c.c.) her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyleyenlerin, sadece Müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için mümin olduklarını nasıl söyleyebiliriz?
Gerçeği yalnızca gerçeği savunmak. Her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelenmemizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstünlük ve hâkimiyet tanımış, iman konusunda kâfirlik yapmış oluruz. Şüphe yok ki, hakkı savunmak ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüz karası zilletin en kötüsü, iki yüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan benim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki, karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız, hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlamanız ne garip bir şey!
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki, söylediklerinizin hiçbir yararı olmayacaktır. Unutmayınız ki, bütün söylediklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve duygusal gazelleriyle sersem gibi yapar. Tatlı rüya neşesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalplerinin orta¬sına zehirli hançerini saplar.
Sene 1974 Yeşilkaynak Lisesinde din derslerine giriyorum. Sınıfın birinde şöyle bir olay meydana geldi. İslâm'ın amentüsünü anlatıyorum. Sırada bir çocuk arkadaşını yumruklamaya başladı. Olaya müdahale ettim. “Arkadaşını niçin yumrukladın?”, dedim. “Öğretmenim, bu çocuk kulağıma yaklaşarak benim Tanrım Mao'dur”, dedi. Onun için vurdum. Böyle inanan çocuğu ayağa kaldırdım. “Gerçekten Mao'nun Tanrı olduğuna inanıyor musun?”, dedim. “Evet”, dedi. “Bak yavrum, Mao bir insandır. Senin gibi yer ve içer. Evlenerek çoluk çocuk sahibi olmuştur. Ömrünü tamamlayarak dünyadan ayrılmıştır. Bundan sonra sana kim tanrılık yapacak?”, dedim. Çocuk, kendi inancına göre çok makul bir cevap verdi. “Mao'nun düzeni devam ettiği güne kadar, benim tanrım ölmemiştir”, dedi. Bu çocuk dinin ne manaya geldiğini çok iyi biliyordu.
Hemen not defterini cebimden çıkararak öğrencilerin huzurunda samimi inancından dolayı on numara verdim. Böyle bir çocuk dövülmez, kovulmaz ve kınanmazdı. Bu çocuğu döven öğrenci, “Din hocamız, İlahım Mao diyene on verdi” diye mahalleyi tahrik ediyor. Sabahleyin 20 veli ile okula gelip, beni okul müdürüne şikayet ediyorlar. Okul müdürü çocukla birlikte beni odasına çağırdı. “Bu veliler, hakkınızda şikayetçi. Sen ilahım Mao diyene on vermişsin.” “Evet”, dedim. Müdür Beye ve sayın velilere, “İlahın kimdir? diye çocuğa sorun”, dedim. Çocuk, “Benim ilahım şüphesiz Mao'dur”, dedi. “Gördünüz mü? Siz kulağınızla duydunuz. Türkiye laik bir devlettir. Herkes inancında serbesttir. İşte bu çocuk, laik bir devletin laik vatandaşıdır. Onun için bu çocuğu takdir ettim. Samimi inancından dolayı on verdim.” Sustular ve gittiler. İşte ben, bütün dünya insanlarının en az bu çocuk kadar samimi olmasını istiyorum. Neye inandığını her fert serbest olarak söyleyebilmelidir.
1970 yılında Yüce Allah’ın(c.c.) doğru yolunu seçtim. Kur’an çevirisi okuyarak tevhid ve iman yoluna girdim. Ondan sonra olanlar oldu. Matemle dolu felaketin yaptığı tahribattan inleyerek, arkada bıraktığım putperest geçmişime dönüp baktım. Benim gibi tasavvuf ve tarikatların cinayetlerine kurban giden binlercesinin, hala kavrulmakta olduğu alevli ateşinden kurtulduğu için sevinen, diğer taraftan da geçmişini düşünerek ürperen bakışlarla dönüp maziye baktım. Tarikat şeyhlerinin köleleştirip sömürdüğü zavallı halk yığınlarına baktım.
Yoksul ve kimsesiz çocukların ellerinden lokmalarını nasıl aldıklarını, bir ihtiyacı gidermek veya bir bedeni örtmek için dul kadınların biriktirdiği üç beş kuruşu nasıl kaptıklarını, zavallı köylünün bin bir türlü meşakkatle ürettiği bir avuç mahsulü ellerinden nasıl çaldıklarını hatırladıkça nefret ateşi yüreğimi daha çok dağladı.
Zavallı köylü kesime baktım. İnançlarını, tasavvuf ve tarikatçıların nasıl bozduğunu, düşüncelerini nasıl saptırdığını, zillet ve meskenet ahlakına nasıl alıştırdığını, mitoloji ve hurafe cehaletinin oluşturduğu kokuşmuş bidat bataklığına nasıl batırdığını, haham ve keşişlerin heveslerine boyun eğerek nasıl köleleştirdiğini gördüm. Tağutların azgınlığına zavallı köylüleri nasıl birer muhafız yaptığını, onların birer iyilik ve rahmet meleği olduklarını halk arasında yaymak için birer propaganda aracına nasıl dönüştür¬düklerini hatırladım.
Şehre baktım. Bucaklarında, ilçelerinde tasavvuf ve tarikatçıların nasıl tahribat yaptıklarını, aydınların bir çoğu dahil, insanların kabirlerde toprak olmuş ölülerden nasıl yardım istediklerini, haram ve haksızlığa dört elle sarılan azgın ve zalim her tağuta kul köle kesilen birer kapıkulu haline getirildiğini gördüm.
Köylüye de şehirliye de baktım. Sonra başımdan geçenleri hatırladım. Zavallı kurbanları uyarmaya çalışarak felaketin dehşetinden ve acıların şiddetinden feryad ettim. Din kisvesine bürünmüş yırtıcı canavarın tuzağına düşüp, onlara yem olmak üzere bekleyen zavallı insanları uyarmak için avazım çıktığı kadar bağırdım.
Yüce Allah'tan yardım isteyerek -çünkü yalnız O'ndan istenir yardım- bu hatıratımı yazdım. Zavallı kurbanlara cennet şarabı sunarak, cehennem ehlinin vücutlarından akan cerahatleri içtiğini, cennet meyveleri zannederek leş etleri yediğini hatırlatmak, Allah'ın rahmetiyle yıkanmış tertemiz bir tevhid sunarak şeytanın dostlarının uydurduğu en çirkin bir putperestliğe taptıklarını belirtmek ve uyarı görevini yapmak için bunları yazdım.
Materyalizmin pençesinden kurtulup, müslüman olduğumu sanarak Kadiriliği, Süleymancılığı, Nurculuğu yaydım. Boşuna kürek çekmişim. Yirmi senem heder olup gitti. O günlerime çok acıyorum. Eğer Allah ömür vermeseydi, müşrik olarak ölüp gidecektim. 1969'da Hasan Basri Çantay'ın Kur'an-ı Hâkim ve Meali Kerim elime geçene kadar.
Puran Tilmiz, 14.02.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü