"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"
“Devler balçıktan yapılacak şeyleri öğrendiler.
Bir kalıp hazırlayarak hafif tuğlalar döktüler.”
Bir kalıp hazırlayarak hafif tuğlalar döktüler.”
Firdevsî
Bölüm Dört
-I-
Yazdığım senaryodan uzaklaştığımı biliyordum.. onu, neredeyse unuttuğumu, her şeyi bir çırpıda geçtiğimi, şimdi dingin bir bellekle olanları, dahası olacakları değerlendirebilme yetkinliğine kavuşmuşken, her şeyi yerli yerine oturtabilirdim hay da hay.. -I-
M.Ö 3000 tarihinde başlayarak, M.S 2050’lere kadar uzanan bir macerayı -kirli gri aydınlığın içinde yüzerken her şey- düşünmüştüm, bilgisayarın karşısında olmayınca sıkıntıda kalıyordu insan. Keşif arabasının gider gitmez gönderdiği bilgiler, o kadar iç açıcı olmasa da tuşların esiri yapmışlardı..
Çadırlı bir arabadaydılar, Amerikalıların bulduğu manevra kabiliyeti geniş olan egzotik bir araba, keşif arabası dediği şey .. bana hep ganolu arabaları anımsatıyordu . Sonra oyunun başlaması için bir yerde yerleşmeleri gerekiyor; evet, zaman kaybetmeden onlarda bir yerde -bir kara parçası- yerleşiyorlar, yerleşik hayata böyle geçiliyordu..
Bir şehir kuruyorlar, daha o zamanlar tekerlek keşfedilmemiş, at bakalım, daha ne kadar sallayacaksın böyle! L.C../cd. Cıvilization yazısından sonra enter'liyor, sonra C../ CIVİLİZATİON ekranda belirdiğinde yine enter'liyordum. Sanki hiç sonu yoktu bu işin, sanki yakalanmak gibi bir korkum da yoktu, sanki bütün bunlara FERİDUN BEY müsaade etmiş gibi, böyle şeyleri serbest bırakmış gibi, "Artık ne yaparsanız yapın, sizleri serbest bıraktım!" demiş gibi nasıl da rahattım...
Kiyanüs’ün yüzünde, her zamanki mutluluk ifadesinin parıltıları dolaşıp durmaktaydı, Feridun Bey’in gözü sürekli üzerimdeydi; sürekli bir açık vermemi kollamaktaydı, çünkü diğerleri gibi değildim... Belki de biliyordu; gözlerimden okumuştu her şeyi de, benimle oynuyordu...
"İyi ki her hafta sonu buraya geliyoruz!" dedim, karım Şehrinaz karşıya bakıyordu. Mevsimlerin döngüsünde Cüce Kasap Gave’yi düşünmeden duramasam da, O, orada kalmayı çoktan hakketmişti.. ister istemez gülümsüyorum, tebessüm yüz çizgilerime yayılırken.. "Kışın göçebeler için "BEKLEME ODASI" demişti burası için tanımadığım yaşlı birisi, MAHİ Azadecuy’un yanında durmaktaydı.
A Kasası’nın başındaki kasiyer kız, rüyalarında bile para hesapları yaparken kendini bulduğunu, rüya da olsa buna bir çözüm bulamadığı için dert yandığı arkadaşı renk alıp renk vermekteyken, hepsi işlerinin başındaydı.. Çok kollu bir hayvanı andırıyordu; büyük bir makineydi.. Dönen çark, kasaların tıkırtılarına karışan sepet sesleri, evet, boşaltılan sepetler böyle homurtular çıkarabiliyordu kulaklarının içinde..
Tekerlekli arabaların konduğu yeri gösteriyordu yaka numarası 0017 olan genç kız.. Mihr Mah’la bir akrabalıkları olamazdı, sadece büyülü mavi gözler.. Sonra yine A Kasası'nın başındaki kasiyer "Sütlerde indirim yok Hanımefendi!" diye çıkışırken her şey o kadar uyarında gitmiyordu.. Bir sıfır daha atalım o zaman! Bunlarla üç etti. Ananaslı krakerler çocuklarınızın vazgeçilmez cenneti! Oyuncak papağanın fiyatını sorarken -üzerindeki etiket neden düşmüş bilinmiyor! Kim bilir hangi tüketim çılgınlığının cini hokus pokuslamıştır onu.. Sihrin cizviti, bir ikindi güneşi Faustu.-
Kasaların tıkırtısından bu gün çok mutlu görünmüyor Feridun Bey.. kenara çekilseler yaa! Hafta sonu oynanan lig maçlarından, Spor Loto'dan, Spor Toto'nun bu hafta da yattığından, taksitlerden, sonra diş ağrılarından söz ediyorlardı...
Şehrazat, saçlarını yine öyle yaptırmış, sarı saçları Cindy bebekler gibi lüle lüle omuzlarına dökülüyor.. Ona, eşimden bile gizlediğim egosantrik etiketini yapıştırmaya engel olamazken. “İşte bak!” dedim, “Şehrinaz, her şey senin istediğin gibi, hayat hiç de senaryolardaki gibi güzel değildi, Mahi Azadecuy’un burnu kanasa da ben çölü severdim, sıcak kokulu çayları da severdim! Kıyaslamalarını yapa geldiğim yaşanmışlıklarımın buruk bir tada belleğimin kordonunda asılı kaldıkları bir cumartesi öğleden sonra gördüğüm rüyadan sıyrılarak kendime geldiğimde.. nereye gideceğimi bilmeden, sanki adımlarım nereye sürüklerse beni, ben de, oraya yürüyecek gibiydim. Albümlerden aşağı indiler, kaydılar, kayboldular; yüzleri akmıştı, kaybolan dünyanın peşine düşecekleri sırada akıllarını yitirmemek için tutundukları dal hepsinin sonu olacaktı”, dedim Mahi Azadecuy, Liz'in şizofren kedisiyle başları dertteydi.
Ayaklarım yine oraya çekmişti beni, etrafta kimseler görünmüyordu.. sık çalıları geçerek, kumulların alt tarafına kadar sarkan yolu izlemiş, sonra ayaklarımın kum içinde kalmasına karşın sırta ulaşabilmiştim.
Titreyen Göl bir zamanlar rüyalarına girdiği için Şehrinaz'ı anımsamadan duramadım. Buradakiler soğuk bir heykelin izdüşümleriydi sanki ve de senaryomu yazmam için sonsuz olanaklar vadeden bakir bir toprak parçasıydı. İki antik yerleşimin arasında kalan bir yerde sanki gizlenmiş bakire bir kadına benzetiyordum bu yakayı ve bundan kendimce, dahası kendime bile anlatamadığım duygularla bağlandığımı biliyordum en azından..
Sonra eski yapıya gözüm kaydığında nasıl da umutlanmıştım birden; gri rengindeki kirli camların pusunda o yüzü yeniden yakalayabileceğim sanısıyla uzanıp içeriye bakmıştım. Cüce Gave yine oradan bana bakıyordu, eski konsülün üzerindeydi; sırrı dökülmüş boy aynasının durduğu köşe ise bomboştu -ne tuhaf!- Valide Sultan'ın cüceleri çok sevdiğini ve o tarihlerde onlar için bir köşk yaptırdığını bir öyküde mi okumuştum, yoksa tarih kitaplarında böyle bir şey yazmıyordu da yazdıklarımın etkisinde kalarak kendim mi böyle bir şeyi benimsemiştim?
Yoksa bunu bana Kiyanüs mü anlatmıştı, tam olarak anımsamıyordum, belki de bir konuşma esnasında kasabın kendisi anlatmıştı, cüce kasap fikrini de böyle esinlenmiş olabilirdim. Hem üstelik İstanbul’dan buraya neden geldikleri hakkında kimse fazla bir şey bilmiyordu. Kiyanüs’ün söylediğine bakılırsa karı-koca arasında bir şeyler olmalıydı, yoksa öyle güzel bir kadını alıp da buraya neden getirsindi, İstanbul gibi bir yerden buraya ne diye gelsinlerdi?
Böyle kendimi kaptırdığım bir yanılsamanın daha eşiğinde sayıklarken, Gave Gülbıyık’ın gizli yaşamı beni gittikçe düşündürmeye başlamıştı. Yaz ortasında çıktığım senaryo yolculuğunun kesişim noktalarını toplamaya başlamış bir insan olarak anılsam da, üstüne üstüne gittiğim şeyler bir gün belki de herkesi şaşırtacak bir aydınlığa kavuşacak diye düşünüyordum.
Agapumi Balıklarını, İstanbul'da bıraktıkları evlerini, diğer şeyleri, örneğin köşkün bahçeye bakan penceresinde beliren o kadını, -Nigar Hanım!- geleceğinden umutla sözden insanı, yine bir sabah yalının tava narasında kendini asarak canına kıyan büyük halayı, yolların çatallandığı ve lunaparktan çıkmayı bir türlü başaramayan, dönüp dolaşıp hep aynı noktaya gelen insanı da anımsamadan duramamıştım şimdi.
Senaryodaki Cüce Kasap elimde olmadan Gave Gülbıyık’a benziyordu, bir şey yapamadığımdan, -elinden bir şey gelmiyordu sanki!- onlara bir seyirci gibi dışarıdan bakabiliyordum ancak.. Rüyanın karanlığındaydılar! Sanki hepsi birlik olmuş, bana, her şeye böyle burnumu soktuğumdan bir oyun hazırlığı içerisindeydiler.
İşte Şehrinaz, vitrinin karşısında kahkahalarına karşı koyamıyor, bu yüzden bana gülüyordu. Her şeyi bulanıklaştıran yüzleri uzatıp kısaltan aynanın pusunda yüzerken her şey, ben de, çok içerlemiş olmalıydım ki, "Üzerine gülünecek bir insan mıyım ben!” diye yanımdaki kasaba soruyordum. "Yani ben o kadar komik bir hale mi düştüm!” Şehrinaz -O güzel kadın, o rüyalarımın kadını- sanki beni duymamış, evet, gölge bir kadın kılığında hala, "Hayatım!” diyordu, "İyi ki buraya geldik! Her şey benim istediğim gibi çıktı!"
Onu görmemiş gibi davranıyordum, bir çocuk heyecanıyla işaret parmağımı burnunun hizasında tutarak orayı gösterdikten sonra, "Bak, burayı da gördün mü?!” diye soruyordum.
Müzik de güzeldi.. Uzaklardan, kör karanlığın içinden notalara dökülerek kulaklarıma dökülen ses kimindi?
Ses yok?
Seslere kulaklarımı tıkamak istiyordum, kocaman parmaklarını kulaklarına götürerek iyice üzerine bastırıyor, dalgaların sesini belki böyle bastırabileceği düşüncesinden doğmuş bir itkiyle çileden çıkmış o insanı, evet, karanlıktan sıyrılınca o insanın da yüzünü görebilecektim. Cüce kasap da oradaydı, Talat Paşa bıyıklarına benzeyen bıyıklarını burarak, yarı soyunuk bir haldeki uyuyan kadına sokuluyordu. Yatak odasında bir başına uyuyan kadını tanımakta geç kalmayacak kadar, belleğimin kamerası burada daha hızlı çalışıyordu.
Karanlıkta loş ışığın gölgelediği yatak odasının ışıkları sönüktü nedense. Taçyapraklı ceviz ayna, ilginç oymacılığıyla süslemeli dolap, sandık, eski konsül, fildişinden fırçalar, saç tokaları ile gümüş saç tokaları, masanın üzerine serpilmiş gibi nasıl da belleği yanıltabiliyordu anlaşılmaz bir şeydi.
Cüce Kasap’ın yanına sokulduğu kadın, dili bir türlü varmasa da Liz Taylor’du. Yalnızlık Odası'nda onları izleyen bir gözden haberleri olmadığı için bunun rahatlığıyla devinimleri yapmacıklıktan o kadar uzak ve bir o kadar da doğaldı ki; artık dayanamayacaktım.. cücenin daha fazla ileri gitmesine nedense gönlüm razı olmamıştı..
Bu kareyi unutabilmek için başka bir sahneye sıçramaya yeltendiğimde hiç de acemi bir yönetmen sayılmazdım. Umudum hiç de boşa çıkmamıştı, Beyaz Perde'de müzikten sonra gongun da çalmasının ardından filmin yazılan devreye girdiğinde, soluğumu tutup sabırsızlıkla filmin başlamasını beklediğim ilk gençlik yıllarımdaki gibi, heyecan ve telaşla bekledim. Liz oradaydı, soluğunu ensemde duydum ve irkildim.
Başka bir sahnedeydiler, daha çok gotik bir hava esmekteydi.. ağırlığın gerilime verilmiş olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu aslında, karım bunlara bayılırdı. Şimdide balkondaydılar, yoksa bir uçurum kenarı mıydı?
"Çekil oradan!" diye bağırıyordu biri, "Yoksa düşeceksin!"
Bu annesiydi; RÜYA HANIM..
O kadar korkmuş olduğu halde, bir divi andırdığı konusunda kuşkuları bulunan o insanın burada iş olamaz mıydı yani? Lanetin onu kıskıvrak yakaladığını, artık bu lanetlenmişlikten öyle kolay kolay kurtulamayacağında direten insanı da görmüş sayılmazdım.. ama sesinden cinsiyetini seçmekte o kadar zorlanmamıştım; hatta bu kadar rahat olmasına bakılırsa ona karşı beslediği duygularının yersizliğinden hayretle söz ediyor, konuşmasının bölünmesinden hoşlanmadığını bir kez daha burada belirtmekten geçemeyeceğini sözlerinin arasına ekleyip, sonra da derin bir soluk alması o kadar şaşılacak bir şey değildi. -Neden böyle bir yakıştırmayı kendine uygun bulmuştu, hiçbir fikri yok!-
"Anne, senin ne işin var burada?” diyemiyordum; pikapta eski bir Jazz parçası çalmaktaydı.. hüzün ve siyahı çağrıştıran donelerde tansiyon gittikçe yükselmişti. 1894 yıllarının izini taşıyan ve de orkestra çalmaya başladığında kendini piste zor atmış, yalnız bir kadın, yüzü pudrayla peçeli kadın belki de bu sahneyi bölmek için belleğimin karanlığından hinlikle çıkıp gelmişti; ne yapacağımı bilemiyordum, kıskıvrak yakalanmıştım bir kere. Sanki kurtuluşu olmayan bir kanala sürüklenmiştim ister istemez. Çizgiler bazen sert ve kaygandı, bazen da belirsiz ve konturlarından soyutlanmıştı.
Sürekli kendime sorular yöneltmek zorunda bırakan o kadını, son yıllarda rüyalarımda hiç görmez olmuştum.
"Ama ben, cazı hiç sevmem!" diyordu Şehrinaz.
Mahşer kalabalığında ne yapacağımı bilmez bir haldeydim; meydanı doldurmuşlardı.. Giderek çoğalan ve belki görünmez kollarıyla bütün şehri göz açıp kapayıncaya kadar saracak olan anne şefkatinden uzak bir yerleşim alanıydı daha çok.. Bu yüzden duygusuzdu bu şehir.. sürekli kendini arıyordu, kendini bulamamış bir şehirde insanlar da renk değiştirmekte, her gün yeni bir kılığa girmeyi uygun bulacak kadar doğal geliyordu onlara!
O karabasanlı günde Şehrinaz'ın kalabalığın arasında ne yaptığını anlamaya çalışırken, bir arabaya biniyordu Liz! Daha sonra görüntünün ortasında paranın ve Jaguar'ın kokusuna bulaşmış , dahası böyle bir dünyada soluklanan genç bir kadın daha beliriyordu, üzerinde beyaz bir tül gecelikle.
***
Levhasını daha indirmemişler oradan.. Caddenin dönülen yerinde, yağmurlu bir akşamüstü neon ışıkların gizemli bir atmosfer yarattığı ortamda, yağmurdan sonra hep böyle olurdu buralar! Onlara bakıyordum.. Hayallerindeki dünyanın bir gün gerçekleşeceği umuduyla, bilinçlerini sakatlama yarışında birbirlerini geçmek için, her türlü numaraya başvuruyorlardı.
Evet, Düşler Marketi'ne hoş geldiniz! Doğu Divanı’ndan ağır bir koku, hüzzam peşrevi taksimiyle geçip gitmiş; ellerinde kala kala bir rüya kalmış o insanlar.. rüyalardan haber alıp, rüyalardan sual soruyorlardı.. Belki dünyada onlar için rüyadan başka bir gerçek olmadığı için rüyalarla büyüyorlardı, bu topraklarda başka bir şey yetişmiyordu da ondan!
“Vitrindekilerin hepsi günlük ve uygun fiyatlarla siz halkımızın hizmetine sunulmuşlardır!”
Oradakiler.. Cindy bebekler, Kadınlar ve Şemsiyeler, Kadınlar ve Mutluluklar, Oyuncak Papağan derken, Müjgân reyonların arasından çıkarken görülüyordu. Birilerine -mutlaka kasaptır bu- çok kızmış, çatacak bir insan aranırken, yüzündeki rüya her şeyi ele veriyordu aslında. Marketin adını neden "Düşler Marketi" koyduklarıyla ilgili söylevine başlamadan önce Feridun Bey, orada biraz daha oyalanmak için sanki böyle yapmıştı, bunu annesinin acılı yüzünden tahmin edebiliyordu. Rüya da olsa, karanlık yüzüne hayretle bakmaktan bir an bile kendini alamayan insanın sesine kulak verdiği sahnede Feridun Bey, “'Hayır!" diyordu. "Efendim! Marketimizin adının Düşlerle bir ilgisi yok! Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz... Asıl benim söylemek istediğim... Hayır, hayır!”
Hiçbirini anlatmasına izin vermiyorlardı. Karanlıkta onlara yetişmeye çalışırken.. Müjgân, sarı bebeklerle dolu bir salonda nasıl yürüneceğini unutmuş gibi, yüzünde alaycı bir ifade.. kimileyin de, korktuğunu gizlemeyen bir tavırla yanıma geliyordu. Karımsa, ayaklı aynanın kenarında durmuş, onlara bakıyor; sanki Düşler Marketi'nde dönen dolapların hepsinden haberi varmış da, bunlara o güne kadar bilerek göz yumuyormuş gibi suçlayıcı bakışlar fırlatmaktaydı; ama, “elimden bir şey gelmezdi” diyemedim; gölgelerin kuytuluğunda pusup kaldım; ağzımdan tek bir laf bile çıkmadı; sanki onları destekliyordum.
Artık her şey elimden çıkmıştı, yazdığım senaryodaki insanlara bile söz geçiremedikten sonra her şeyin düzlüğe çıkması ne anlam ifade edebilirdi? Karım bana ne kadar kızsa azdı. Zaten Şehrinaz'ın da bunun için orada olduğunu -kızarsa çok makbule geçecekti hiç kuşkusuz-, trenden inmeden önce perondakileri selamlayan Sultan Hanım’ın ailedekilerin söyledikleri kadar gözünü budaktan esirgemeyen bir insan olduğu anlaşılıyordu. Islıklar çalıyordu; kampanaların acı acı öttüğü bir kış öğleden sonrasının kasabada noktalanacağı, rüyasında da ona söylenmişti.. Küçük kız annesinin peşinden bir gölge gibi hiç ayrılmıyordu; daha yürünecek yolları vardı ve gün batmadan gidecekleri yere bir an önce kavuşma özlemiyle.. bir büyük Hala yanıp tutuşmamıştı demek ki..
Bir belirsizliğin içinde yüzüyordu her şey.... Müjgân, ona yeteri kadar zaman tanıdıklarını söylerken karanlıktaydılar. Şarküteri dolaplarının beyaz çiğ ışıkları Kasaphane’ye giden dar yolu gizemli bir havaya sokmuştu.. Bir kadın ağlıyor, ağlarken de şarkı söylüyordu.. Cücelerin oynaması Finamek'in –Gave nedense adının Finamek olduğunu söylerdi bazen.. ve kendisini ‘Finamek’ diye çağrılmadıkça dönüp bir bakmazdı, işte yine Finamek’liği tutmuştu- çok hoşuna gitmiş gibiydi, ama karısına bir türlü söz geçiremeyişi onu böyle sinirli yapmıştı.
Yüzleri seçilmiyordu diğerlerinin.. Küçük kız deniz kabuklarıyla oynadığına göre, yine sahil kenarına inmiş olmalıydılar. Kayıp Denizci Öyküsü’nü de büyük Hala orada anlatmış olmalıydı, akreplerin titrek ay ışığında çıktıkları serüven izlerin silinmesiyle bir faciayla noktalanmıştı. Bu konuda fazla konuşulmamıştı; sessizlik, yüksek bir aritmetik olarak, ruhlarını okşayan müzik melodisine benzediğinden, kasabın bıyıklarını balkonda dinlendirdiği ilginç bir dönemeçti onlar için..
"Şimdi değilse ne zaman!” diye bağırıyordu Şekerci, "Artık birinin bunu yapması gerekir!". Hatta omuzlarından tutmuş onu sarsmaktayken, diğer köşede birbirlerine tutunamayanlar başı çekmekteydi. "Ama nasıl da uyuyor!" diyordu karanlık yüzlüsü. "Uyandırmaya kıyamam vallahi!"
"Neye bakıyordun orada öyle durmuş?” sorusuyla kendime geldiğimde "Hiç.." diyebilmiştim ancak, "Unut gitsin!"
Şehrinaz başını sallayarak kenara çekilirken.. karımın hülyalı yüzüne bakmaktan kendimi alamamıştım o an.. tuhaf bir hava vardı bu yüzde; insanı kendine çağırıyor, ama her şeyi hemen ele vermediği için, ona baktıkça kendimi rüyalardan alamıyordum; daha sonra yüz çizgilerine buruk bir hava yayılırken ‘tam da işte yakaladım’ diyeceğim bir sırada o ışığı yine ellerimin arasından kaçırıyor, oyun böyle sürüp gidiyordu. Sanki karım Şehrinaz rüya yolculuğunu kestirip atmak için,
"Hadi, gidelim!" demişti, sesi oldukça katıydı.. “Yoksa geç kalacağız!”
ÜÇ YÜZÜK
"Filmin adı.. ÜÇ YÜZÜK!” dedi Şehrinaz, "Gel otur yanıma da anlatayım!”
"Geliyorum!” dedim, "Biraz bekle!”
"Yine ne işin var orada?” dedi Şehrinaz.
"Hiç, hiç!” dedim, "Boş ver!”
Elimdekileri aynalı dolaba koydum, yukarıya çıktım, Şehrinaz sabırsızlıkla beni bekliyordu.
"Geldim!” dedim. "Karıcığım, bak işte geldim!"
"Çalkantılı bir rüyadan uyanır uyanmaz karşısında 'Sinemacı Dayısının büyütülmüş fotoğrafını görünce kaşlarını çatıyor Kasap!” dedi Şehrinaz.
Sonra Havale Teyze’ye baktım, "Sen otur Havale Teyze!” dedim. "Çayını ben koyarım?"
Yüzüme baktı; elini çekip, yorganın altına sürüdü -çay ve sigara hastasıdır. Oğlunun resmine bakarken bana yakalandı, hiç istemez, alay edeceğimizden korkar!- Döndüm, kendimle ilgilenmeye başladım, solgun yüzüm sapsarıydı.
"Belki de Hala daha rüyanın içindeydi!” dedi Şehrinaz, "Daha henüz bitmemişti, bitmeyen ya da bitmeyecek olan bir rüya görüyordu. O zaman hayatını bir portakal kabuğunun rengindeki beyaz köpüğe benzeten karısının, doğru iz üzerinde olduğu kesinlik kazanıyordu!”
"Kim? Kim?” dedim.. Şehrinaz beni duymamış gibi, "Demek ki Elizabeth Taylor gülüşlü kadının beyaz dudakları arasında taşıdığı kırmızı karanfilleri, ailede en çok paşa babasının sevdiği doğruydu!” dediğinde, Havale Teyze pencereden dışarı bakıyordu. Yanına gittim, bir daha böyle yapmamasını, ilgimin dağıldığını söyledim ona.
"Baksın!” dedi Şehrinaz, "Elleme kadıncağızı!”
"Peki!” dedim, "Benim sevgili karıcığım!”
"Rahatsız olmam!” dedi, "Gel otur yerine!”
Kalkıp yanına gittim, panjurların oradaydı, yüzü gölgede kalan insanı dışarı bakarken bırakıp sevgili karımın yanına gittiğimde, filmin en heyecanlı yerini kaçırmışım gibi yüzüme imayla baktı, "Bir daha böyle şeyler istemem!” dedi, "Yoksa film anlatmam sonra!”
"Tehdit!” dedim kısık bir sesle, "Bir de tehdit haa!”
"Oysa Sinemacı dayısının yanında granitten sert kayalara toslayan kırlangıcın, kendini parçalamasını ilençleyen, üstüne üstlük bu bahisler açıldığında kapatma yollarına giden o değilmiş gibi, yabancı kadına sırıtıp duruyordu." dedi Şehrinaz, "Ondan kuşkulanmamıştı Kasap, neye güldüğünü bile bilmiyordu. Boynuna geçirilmiş sim halkadan kurtulmaya çabalarken, gözünün önünü seçemediği için kayalara toslamasını buna bağlayan kız kardeşine ne demeye çatmıştı o zaman; belki de Mihri Mah haklıydı. Ş.'ye sinema tutkusunu aşılayan insanın -Kasaba kasaba, köy köy dolaşıp film götüren insanın- fotoğrafına artık eskisi gibi sıcak bakamayışı daha iyi anlaşılıyordu şimdi. "Ne olacak!” demişti, "Hep bu adamın yüzünden.."
"Davranışlarını hayal etmeye çalıştıkça çizgiler daha da belirginleşmeye, hayalin içi genişlemeye başlıyordu sanki. Gövdesinin ağırlığından resimde bile iyi duramamış insana baktı.. hantal bir insandı; sonra, o yılların modasına göre kesilmiş saçları -çiçekli fötründen dışarıda kalan kısımlardı bunlar- o komik bıyığıyla bir arada düşündüğüm zamanlar, sinemacılığı konusunda kuşkularım iyice artıyordu ister istemez.. İşin içine şivesini de kattığımda tam bir köylü olan dayıya, film merakının nasıl bulaştığını düşünmeye başladım. Gerçekten de bu merak nasıl gelmişti acaba? O da, bir sabah uyandığında kendini tanıyamamış mıydı, başka bir insanın kılığına girmekten ve etrafta böyle gezip dolaşırken hiç utanıp sıkılmamış mıydı, utanma yok muydu bu insanda hiç?
Belki de sinemayı askerdeyken görmüştü; belki de, “Ben neden böyle bir şey yapmıyorum?” demişti.
Belki de bütün bunlar işte bir sabah uyandığında belleğinin karanlığından hortlamışlar, o da, bir gösteri sanatçısı olamasam da, ‘sinemacı olabilirim’ hülyasına kapılmıştı.
Belki de ilk başta böyle bir hayale kapılıp köydeki evinde sinemacı rolünü benimsemek için samanlığa gitmişti. Yani bugünkü adıyla SHOWMAN olamasa da, köy köy dolaşan Sinemacı Dayı olmuştu. Sayılamayacak kadar başından maceraların geçtiğini anlatan Ş.'yi dinlemek zorunda kaldığı o uzun kış gecelerini anımsıyordu. "Hem o tarihlerde markette çalışmayı bırak sen, daha bu şehre gelmemiştik bile; İstanbul'da küçük bir kasap dükkânımız vardı, geçinip gidiyorduk!” sözlerini düşünüyordu Kasap.
F.'NİN YERİ "GÜLMEZ KASAP" levhası gözünün önünde hayal meyal canlanır gibi olmuştu.. kenarlarındaki şekiller çoğu müşterinin tuhafına gider; gözlerini dikip bir zaman ölü yarasa kanatlarına bakarlardı.
“Bunda da bir bildiği vardır kasabın elbet!” diye iç geçirenler çoğunluktaydı mutlaka.
Bir de hiç unutamadığı bir şey daha vardı.. o sabah, levhanın karşısında göz alan kıyafetiyle bir kadın duruyordu. Tül bir gecelikle insan içine çıkmayı göze alan bu kadın, birilerinden kaçıyor olmalıydı; belki de ona öyle gelmişti, merakını söndürmek için işini gücünü bırakmış, tuhaf kadınla ilgilenmeye başlamıştı. Sular damlıyordu yosunlu saçlarından yanaklarına, sonra oradan löp löp düşüyorlardı; cam bölmenin içi yapış yapış olan sıvıyla doluydu, yüzünü kaçırıyordu ondan.. mor dudaklarının iriliği gerçekten de ilgi çekici bir şeydi, karısı Ş. dili tutulmuş gibi hiç konuşamamış, bir zaman dalgın bakışlarıyla onu seyrederken, sonra dönüp, "Neden bir şeyler yapmıyorsun?” diye bağırmıştı.
Taş kesilmiş bir halde, -soluk alıp almadığı bile belli olmuyordu kadının- kaybolana kadar pencereden çekilmemişti. Başlarında bir uğursuzluğun dolaştığını, ama onun bu vurdumduymaz halinin bağışlanmayacak bir şey olduğunu, artık öfkesine yenilen Ş., daha bir sürü anlamadığı laflar ederek yatak odasına geçerken günün ortasında asılı kalan fotoğrafa günlerce, haftalarca dokunmayan bir insan olmuştu, senin anlayacağın Finamek'ciğim.. günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı."
Finamek’ciğim! Kim bu? Benim adım Cemşid değil mi? Karım Şehrinaz neden bana kimi zaman Finamek derdi ki? Bir gün olsun soramadım! Bir kere olsun ya da.. sanki bu soruyu yöneltsem aramızdaki büyü hemencecik bozulacak yapayalnız kalacaktım düşlerin karanlık dehlizlerinde. Hoş büyü bozulsa ne olurdu? Varsın karanlık dehlizlerde yol alayım şimdikinden farklı mı olurdu?
Belki de,“Ben Finamek değilim.. benim adım Cemşid! Yok ille de Finameksin! Diyorsan o zaman sen de Şehrinaz değil Şehrazatsın!” diyebilsem bu kâbustan bir çırpıda kurtulacaktım. Her zamanki gibi korktum, yutkundum. Hiç bozuntuya vermedim her zamanki gibi ve, "Ne yani!” dedim, "Bu kadar sulu göz birisi miydi Kasap?”
"Yok öyle değil!” dedi Şehrinaz, "Kadının gözyaşları hala aklındaydı.. o gözleri öyle kolay kolay unutamıyordu!”
"Çok heyecanlı gerçekten de! Kasabın karısı bunları bilmiyor mu peki?”
"Biliyor da, bilmezliğe veriyor!” dedi Şehrinaz, sonra sevecenlikle bana baktı, elimi götürüp karanlıkta ellerini arandım, ince uzun parmakları kavrayınca sıkmaya başladım.
"Şimdi olmaz!" dedi, "Filmin en heyecanlı yerine geldik.. biraz bekle!”
"Olur, peki!” dedim, "Bekleyelim bakalım!”
"El işçiliğinin gözde bir yapıtı sayılabilecek o levhanın yerinde şimdi yeller esmekteydi!” diye sürdürdü anlatısını Şehrinaz, "Senin anlayacağın üzerinde in cin top oynamaktaydı. Ş.'nin hiç beğenmediği, alay konusu yaptığı AGAPUMİLER Kasabın gözünde tütüyordu, içini oyup duran yalnızca bunlar değildi. -Evleri de hemen dükkânın üstündeydi, apartmanın ilk katındaki 1 nolu daire- Serüvenlerle dolu bir ömür geçirmiş dayıyı, panayırlarda gösteri düzenleyen bir pandomimciye benzetme fikri de Ş.,'den çıkmıştı. Son zamanlarda bir iyice çökmüş, donuk bir yüze girmiş insanı fotoğraftaki insandan ne kadar da uzaklaştırdığını düşündüğünde, karısına hak vermemek elde değildi sanki!”
"Gerçekten de öyle!” dedim, "Hak vermemek elde değil!”
"Düşünsene bir!” dedi Şehrinaz, "Bıyıkları da sarkmış.... Göz kenarları kırışıklarla dolu.... Bir zamanlar taşkın bir hayal gücüne sahip olan Sinemacı Dayı’yı halindeki durgunlukla kıyasladığında umutsuz bir yalnızlığa kapılmayacak da ne yapacaktı Gave?"
"Anlaşılan bu gidişle hayalinin sonunu getiremeyecekti?!” dedim, cümlenin sonunu getirmeden daha..
"Yok, yok!” dedi, "Hiç de düşündüğü gibi çıkmayacak.”
"Ya nasıl çıkacak?” diye sordum.
"Dur, hemen acele etme!” dedi Şehrinaz, "Sabırlı ol biraz!”
"Ben sabırlı oluyorum. Ama işte!”
Karım anlatacaklarını unutmuş gibi sessizleşti, karşısına baktı; dalgınlığını hiç beğenmedim, belki de aklına başka şeyler getirmek için böyle bekliyordu.
"Sonra yine karısının anlattığına göre, bu şaklaban insan -Kasap böyle düşünüyordu- köy köy dolaşıp sinema götürdüğü yerlerde işler iyi gitmediği zamanlar, her evin kapısını çalmak gibi bir yüzsüzlüğü de gösterebiliyordu! Arsızlığı huy edinmişti. İnsanlara zaman kaybetmeden hayallerini beyaz perdeden görüp görmeyeceklerini soruyordu; herhalde bu yüzden dayak yediği bile olmuştu. Son olarak Gramofon Avrad'ı götürdüğü kasabada neden yuhalandığını karısı Ş., hiç anlatmamıştı da, şimdi Kasap, hayalin akışına kendini kaptırdığı için böyle süslemeye mi girişmişti? Düşünsene bir! Sen ne dersin?”
"Ben mi? Olabilir? Niye olmasın ki!”
Hayalın uzağına düşmemek adına şöyle düşündüm.. Belki de bu insanlar sanatçılarla şarkıcıları birbirine karıştırıyordu, ama Sinemacı Dayı, cambazlarla o insanları aynı kefede tutmakla ne kazandıklarını umursamayıp, hatta bunları unutmuş görünerek -bu acı gerçeği her keresinde unutuyordu, ne tuhaf!- yine onların üzerine gitmekten çekinmiyordu.
"Başka hilelere de baş vuran Sinemacı Dayı ilginç bir insan olmalıydı!” dedim,
"Ne tuhaf.. ne tuhaf?" dedi, sonra gülümsedi; karşısında bir çocuk varmış gibi resmen benimle oynayan karıma öfkeyle baktım, sonra yumuşadım ve dizlerinin dibinde bir nokta olmayı denedim,
"Ne yazık ki, kahramanlarını o köyden çıkarışı büyük bir başarı sayılabilirdi sayılsa sayılsa!" dedi Şehrinaz, "Köyden çıkmış ve bir daha -öldüğü için ya da başka herhangi bir şeyden dolayı- geri dönmemiş genç delikanlılardan seçiyordu nedense Hayal Oyunları'nda rol alan insanları. Fotoğrafların yardımıyla o insanları yeniden canlandırmayı başarıyor; beyaz perdede gülüşüyle, gözlerindeki parıltıyla , çehreleriyle o insanlar görülebiliyordu. Yeniden canlanmakla kalmamış, tamamen başka bir kılığa girerek artık bambaşka bir insan olmuş kahramanları, yeni bir kimliğe büründürerek karşılarına çıkartması kimi zaman alkışlanıyor, kimi zaman da benimsenmediğinden, ona, onca yılın sinemacısına lanetler yağdırıyorlardı. Sonra yine o tarihlerde hanlarda kalan çerçilerle, Mahalli Deprem Destanları’nı da satan gezgin satıcılarla karşılaştığında aynı masada oturmayı, ahbaplık kurmayı kendine yakıştıran Sinemacı Dayı, onlarla o anı paylaşmayı da nedendir bilinmez; ama çok, pek çok severmiş... -at arabası da pek süslüymüş, sülüs yazılı Besmele’nin yanında, Türk sinemasının sarışını, nazar boncukları, 'Allah nazardan korusun' yazısı, Paşa Baba’nın Hac’dan getirdiği seccade, deniz mavisi rengindeki büyülü iki göz, tentenin ortasındaki duvar halısında Geyik Resmi’nin altına asılmış At Nalı, sonra o tuhaf yazı.. "Geleceğinizi filmlerde yaşamak ister misiniz?” daha hatırlayamadığı bir sürü şey- dolaşan Sinemacı Dayı, sonraları bir kamyonet alınca insanlara daha hızlı ulaşmanın rahatlığını da yaşamıştı herhalde. Yine karısının anlattığına bakılırsa.. kamyonet zamanında gittiği köylerde, kasabalarda artık yuhalanmıyormuş.. tam tersine çok iyi karşılandığını söylermiş!"
"Sonra?” dedim, "Sonra ne oluyor?”
"Kurallara ve geleneklere ölesiye bağlı, tipik bir çılgındı o!" dediğinde Ş., resimden koparak günlük yaşama dönüyordu Kasap." diye yanıtladı Şehrinaz, "Dayısını mı kast ettiğini anlayamamıştı, -o sırada dayısının fotoğrafına bakarken yakalanmıştı ona, yoksa böyle bir cümleyi sarf etmeyecekti karısı Ş.- "Kim?” diye sormuştu. "Kim olacak, annem!" demişti Ş. "Çılgın anne!” demişti içinden., Ş.'nin " Güler yüzlü bir canavardı o!" sözleri kafasını daha fazla kurcalamasın diye, o hayale sığınmaktan başka çaresi kalmamış gibi, Cüce Kasap, kendini önünde açılan boşluğa atıyordu; karısının o kadını neden hiç sevmediği düşündürücüydü, kapristen de öte bir şey olmalıydı, sarı yağmurluklu kadın yine eski evden içeri girmiş, Ş.,'yle konuşurken yağmur da başladığı halde dışarı çıkmamıştı, dudaklarının kenarındaki şeytansı gülüş gözlerinin önünden hiç gitmiyordu.. Tabelada yıllardır keşfedemediği ne görmüştü acaba?”
“Amma komik değil mi?”
"Hiç de komik değil!” dedim, "Nesi komik bunun?” Suratımı asıp ona baktım.
"Burası daha heyecanlı!” dedi Şehrinaz, "Bak, dinle! Mızmızlanma!”
"Mızmızlanmıyorum!”
"Elinde bıçakla Cüce Kasap, sarı yağmurluklu kadının üzerine yürüyordu." diye sürdürüyordu konuşmasını Şehrinaz, "Alt kattaki kahvehanede insanlar televizyonun sihrine kapılıp gitmişler, dünyayı unutmuşlardı sanki. Kadın yarı soyunmuş bir haldeydi, Mihri Mah olmalıydı, neden öyle soyunduğunu anlayamamış, kafasında bir sürü soru işareti Cüce Kasap’a bakıyordu; küçük kızın gözyaşlarına kan karışıyordu.”
Cemal Çalık, 25.01.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman