"Kalabalık ürkmüştü. Doğrusunu isterseniz ben de ürkmüştüm. Kalabalık birer ikişer ayrılmalarla azalmaya başlamıştı. Söylenerek terk ediyorlardı olay yerini."
Nihayetinde bir kadındı ve üstüne üstlük feraceli bir kadındı. Böylesine atak yapıp herkesten önce beton zemine ayak basacağını kimse düşünemezdi. Kaldı ki, ben bile o feraceli kadının böylesi bir harekette bulunacağını –yani herkesten önce tren durur durmaz ineceğini ummamıştım- işte o umulmadık hareketi yapan feraceli kadın isteseydi belki açıklardım.
Burada söz konusu edilmeye çalışılan pozitif ayrımcılık falan değil. O kadını kıramayacağımı seziyorum hepsi bu. Yani başka bir kadın da açıklamamı istese yine hayır derim. Feraceli olup olmaması da umurumda olmaz. Ama o başka. Başkalığının nedeni sanırım pervasızlığı.
Pervasızlığının kanıtı da trenin durur durmaz yaptığı hareket. Ben kadının pervasızlığı üzerine bir takım uslamlamalar yaparken hemen sağ yanımda beş on metre uzaktaki banktan mırıltılar yükselmeye başlamış dikkatimi dağıtmıştı. Anlamsız şeyler söyleniyor değildi.
Kimi,“Vah zavallı!” diyordu –ki bu zavallı sözü öyle cılız çıkmıştı ki sanırım benden başka duyan olmamıştı, böyle diyorum çünkü bu sözü söyleyene her hangi bir karşılık verilmemişti- bir başkası “Çoraplarına bak.. farklı.. sanırım alelacele giyinmiş.. dikkatsizce!” bu söz birilerinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, “Belki elinde aynı çoraplardan yoktu o yüzden..” karşılığı verilmişti.
Feraceli kadın gözden kaybolmuştu. Dikkatsizliğimin kurbanı olmuştum. Ve ister istemez dikkatimi çeken şeye doğru –az ötede mırıltıların sahibi kalabalığa- yöneldim. Cılız bir ses, sıkıntı yüklü bir ses mırıltıları susturmuştu ben tam yanlarına vardığımda.
İhtiyar adam bir eliyle –öteki elinde orta boy bir poşet vardı ve poşetten taşan şeyler eski püskü giyecek olduklarını imliyordu- yarım daire çiziyor,“Biraz açılırsanız.. şöyle biraz geri çekilirseniz!” diyordu sıkıntıyla.
Sıkıntılı olduğunu sezdirmeye gayret ettiği açıktı. Belki sıkıldığı anlaşılır ona rahat nefes alıp vereceği bir alan açarlar diye ummuş olmalıydı. Mırıltıları kesilen kalabalık bir yay gibi gerilip geri çekilir gibi yaptıysa da eskisinden daha da fazla yaklaşmışlardı ihtiyara.
İhtiyar adamın alnında boncuk boncuk terler birikmişti ve ceketinin –ki hemen her tarafı dökülüyordu ceketin- yeniyle terini siler gibi yapmaya kalkışmış sonra nedense kolu birden bire yanına düşmüştü. Kalabalığı yarıp ihtiyar adamın yanına vardım. İtiraf edeyim ki oldukça zorlandım. İhtiyar güçlükle nefes alıyordu. Yanına düşen elini –ki öteki eliyle naylon poşeti sımsıkı tutuyordu- elime aldım nabzını kontrol etmek için. Çevremdeki meraklı bakışların sahiplerine geri gitmelerini söylemeyi ihmal etmeden.
Belki beni dinlerlerdi diye ummuştum. Bu umudun boşa çıkması yetmiyormuş gibi homurtular yükselmişti. Ben kim oluyordum da onlara emir veriyordum? İhtiyarın yakını mıymışım yoksa gar yetkilisi mi? böyle buyurgan bir tavırla neyi kanıtlamaya çalışıyormuşum?
Hiçbirine yanıt vermedim elbet. Kimse ile çene çalacak zamanım yoktu. ihtiyar adamın nabzını güç bela alıyordum ve bu kere sesimi daha da yükselttim: “Sirk mi var burada? Az kenara çekilin adamcağız rahat nefes alsın yahu fenalaşmış görmüyor musunuz?”
Bu çıkış belki beklenmedik bir çıkıştı ki mırıltılar, homurtular kesilmiş birkaç adım da geri gidilmişti. Ve fakat bu durum çok uzun sürmedi. Uzun boylu kırklı yaşlarda uzun eteği yırtmaçlı esmer bir kadın ileri atıldı.
“Sen kim oluyorsun bakayım?” dedi. “Bize emirler yağdırana da bak.. oysa senin ne yaptığını gördüm. Sen pis bir röntgencisin! Kız – o esnada yanında duran blue jeanli bir genç kızın koluna sarılmıştı var gücüyle- sen söyle.. sana bu adamın gelip geçeni dikizleyen pis bir röntgenci olma ihtimali olduğunu söyledim mi söylemedim mi? Şimdi de kalkmış bize ahlak dersi veriyor! Kız ne susuyorsun söylesene? Bu mendeburdan mı çekiniyorsun?” diyerek kızın kolunu çekiştirmeye başlamıştı.
Kızgın, öfkeli bakışlar ban yönelmişti. İhtiyar adam unutulmuştu. Daha bir sert sıkıyordum ihtiyar adamın bileğini. Nabzı çok zayıftı. Ve nefes alamıyor gibiydi. Dudakları da morarmaya başlamıştı sanki. Bir şeyler söylemeye çalışır gibiydi.
Kalabalıktan birileri, “Madem öyle hemen gar polisine bildirseydiniz ya Hanımefendi!” diye söyleniyordu. Uzun eteği yırtmaçlı kadın böylesi bir çıkış beklemiyor olmalıydı ki “Ay üstüme iyilik sağlık.. polis kendisi farketsin polisin işini de vatandaş mı yapacak?” karşılığını verdi. Ve fakat tutarsız bir karşılık olduğunun kendisi de farkındaydı.
“Kızım!” diyor dedim. İhtiyar güçlükle,“Kızım!” demişti. “Kızını gören var mı? Bey amca kızın buralarda mı? Birlikte miydiniz?”
İhtiyar başını salladı. Meraklı bakışlar tekrar ihtiyar adamın üzerine odaklanmıştı. Uzun eteği yırtmaçlı kadın kolunu çekiştirdiği blue jeanlı kıza baktı. “Sanki”, dedi, “Sanki şöyle yandan bakınca.. aa! Vallahi bu!” dedi çığlık çığlığa. Blue jeanlı kız uzun eteği yırtmaçlı kadının elinden kolunu kurtarıp “Daha neler?” diye çıkıştı.
Kalabalık genç kızın yandan duruşunu gözlerinin önüne getirmeye çalışıyordu. Genç kız,“Hayatımda ilk kez gördüğüm birinin kızı nasıl olabilirim? Hem..” Durup yutkundu burada kız.
Söyleyeceklerini tartar gibiydi ve elinden geldiğince yan durmamaya gayret ederek. “Adam dedem yaşımda nasıl babam olabilir? Aa! Üstüme iyilik sağlık! Hanfendi, hanfendi her önünüze gelene çamur atıp duruyorsunuz.. biraz önce –beni gösterdi genç kız- bu beyfendiyi röntgencilikle suçladınız şimdi de beni hiç tanımadığım birinin kızı olduğumu savlıyorsunuz. Kuzum szin neyiniz var? Çıldırdınız mı?”
Kalabalık şimdi uzun eteği yırtmaçlı kadına dikmişti gözlerini. İçlerinden bir genç –ki en arkalardaydı- “Ne toplumuz arkadaş... adam –yaşlı adamı gösteriyordu- can çekişiyor bir tekimizin aklına ambulans çağırmak gelmiyor da saçma sapan tartışmalar yapıyoruz!”
Gürültü gar bekçisinin dikkatini çekmiş olmalıydı ki düdüğünü acı acı öttürüp –acı öten düdük tam anlamıyla saçmalık, hani keskin bir bekçi düdüğü denmesi gerekiyordu ve fakat işte bunun yerine acı sözcüğü ile betimlenme kolaycılığına kaçıldı ki, bu kolaycılıktan canımın yandığını bilerek yapışım daha büyük bir kabahat- kalabalığın içine daldı. Ve yanımda belirdi. O da benim gibi diz çökmüştü. Ve benim boştaki elime sarılmıştı. Kalabalık biraz daha gerilemişti.
"Burada neler oluyor?" dedi bekçi. Gözlerini gözlerime dikmişti. "Sen mi yaptın?" dedi. "Hayır!", dedim. "Ben bir şey yapmadım. Geldiğimde bu ihtiyar bankta oturuyordu ve kendinden geçmek üzereydi. Nabzını kontrol ediyordum."
Bekçi bakışlarını kalabalık üzerinde gezdirdi ve tekrar bana döndü ve kuşkucu bir ses tonuyla, "Peki kimin çelme taktığını görmedin mi?" diye sordu. "Çelme mi takmışlar?" diye soruyla karşılık verdim sorusuna. Bekçi şaşırmış gibiydi. Sorusuna soru ile karşılık beklemediği ortadaydı.
En arkadaki genç alaycı bir ifadeyle, "Buyurun cenaze namazına! Adam son nefesini veriyor, bizim yetkili adama ne olduğunu soruşturuyor, ambulans çağırdınız mı, diye soracağına!"
Bekçi kolumu bırakıp ayağa kalktı. Gence doğru yürüdü. Ve gencin kolundan tuttu. "Belki de sen yaptın?" dedi. Genç adam kolunu kurtarmaya çalışarak, "Yok ya!", dedi. "Ben şimdi geldim. –yanındakileri göstererek- bu beylere sorabilirsin, ben olay olup bittiğinde burada değildim."
Bekçi işaret edilenlere baktı. İşaret edilenler genç adamın söylediği gibi olduğunu mimikleriyle anlatmayı seçmişti. Uzun eteği yırtmaçlı kadın da genç adamın dediği gibi olduğunu söyledi, blue jeanlı kız da. Bekçi bunca tanık karşısında çaresiz gencin kolunu bırakmıştı. Zoruna gittiği her halinden belli oluyordu.
"Ne olduğunu gören yok mu?" dedi bıkkın bir sesle. Kalabalık sessizliğe boğulmuştu.. sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk başını kalabalığın içine sokup, "Trene doğru koşuyordu", dedi. "Sonra", dedi, "Sonra birden durdu. Bankın yanına varmıştı neredeyse düştü.. sonra kendisi kalktı banka oturdu. Tren gitmişti." dedi. "Sonra da bu amcalar, teyzeler başına üşüştüler."
Bekçi çocuğa dönmüştü. "Yani kimse çelme takmadı mı?" diye sordu çocuğa. Çocuk omuz silkmekle yetindi. Bekçiye, "Siz bu çelmeye niye takıldınız anlamıyorum", diye söylenenler oldu. Bekçi başka bir zaman olsa birden fazla kişinin bu çıkışında bir haklılık payı olduğunu söylerdi kuşkusuz ama gururunun akışına kapılmıştı. Takıntı ne demekti? Bu apaçık devlet memurunu aşağılamaktı. O an bekçiye böyle gelmişti. Yutkundu. Derin bir nefes aldı. Göğsünü şişirdi. Kalabalıktaki herkesi tek tek süzdü.
Sonra tok bir sesle, "Bu işbirliğiniz organize bir suç işlendiğine kanıt gibime geliyor. Hep birlikte bu adamı öldürmek istediniz belki de. Belki de görüntüsünü kendi topluluğunuza yakıştıramadınız." dedi. Durdu. Yüzünü ekşitti "Belki de etrafa yaydığı kokudan rahatsız oldunuz ve şimdi de küçük bir çocuğun yalancı tanıklığıyla paçayı yırtmayı düşünüyorsunuz", dedi.
Kalabalık ürkmüştü. Doğrusunu isterseniz ben de ürkmüştüm. Kalabalık birer ikişer ayrılmalarla azalmaya başlamıştı. Söylenerek terk ediyorlardı olay yerini. Benimse kıpırdayacak imkânım yoktu. Bekçi yeniden koluma sarılmıştı. Çocuk herkesten önce kaybolmuştu. İhtiyar adama baktım. Yüzü git be git morarıyordu. Göğsü şiddetli bir biçimde inip kalkıyordu.
Kolumu bekçiden kurtarıp, "Bakın memur bey, durumu iyi görünmüyor bu zavallının. Bir ambulans çağırılsın. Bakın bakın dudakları git be git morarıyor", dedim. Bekçi ihtiyar adama baktı. Kolumu bıraktı. "Haklısın!" dedi. "Ambulans çağırmak en iyisi!" dedi. Keskin düdüğünü öttürerek tren garı karakoluna doğru koştu.
Cemal Çalık, 26.02.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü