3 Mart 2016 Perşembe

SA2568/KY1-CÇ206: Bir Adam ve Bir Kadın

“Ay ışığında çay keyfi bir başkadır! Hep söylerim!” dedi sevecen bir tonla adam. “Hı hı.. hep söylersin!” dedi kadın aynı sevecenlikle.


Adam elini sigara paketine uzatırken, kadın paketi biraz öteye sürüp müşfik bir eda ile adamın elini tuttu. Adamın canı sıkılmıştı. Canı sıkıldığına göre sigarayı hak ediyordu. Ve fakat karısının canının sıkıldığını bilmesini de istemiyordu. Bu ikilem –yani sıkkın can ve birileri tarafından bunun bilinmesini istemeyiş- adamı kararsızlığın engin sularına doğru sürüklüyordu. 

(Hatta sürüklemişti. Hatta o engin ve karanlık sularda boğulmak üzereydi adam. Kuşkusuz dikkatli bir okuyucu adamın bu kararsızlıkla nasıl mücadele ettiğini kendi imgelem dünyasında giydirecektir ve fakat biz bu giydirme işlemine yardımcı olmazsak belki kınayanlar çıkacaktır belki, “Aaa.. bu nasıl bir vurdum duymazlık, kahraman çırıl çıplak karanlık sularda terk edilmiş” diye uslamlamalar yürüten bile olacaktır.

Belki daha ileri gidip başka şeyler de söyleyenler, başka türlü uslamlama yapanlar olacaktır. Ki bunu biz bilmiyoruz. Evet, gerçekten adam boğucu bir ikilemi iliklerine kadar yaşıyordu, diyelim. Yani bu kadarına razı olsun okuyucu isteyelim. Dikkatli bir okuyucunun bizi kolaycılıkla suçlamaması için bu kadarı yeterlidir sanıyoruz. En azından bu kadarla yetinilsin olmaz mı? 

Adamı ve kadını balkonda bıraktığımızın farkında mısın bay ya da bayan dikkatli okuyucu? Şimdi her ikisi de sıkıntıdan patlamışlardır. Belki bundan sonra olanlar dikkatli okuyucuların dikkatsizliği sonucu olacaktır. Canı sıkılan yalnız adamken şimdi kadının da canı sıkılmıştır. Umarız bu olmamıştır. Gerçi bunun umulmaması olmayışını sağlamayacaktır ve fakat çaresizliğimiz ancak bu kadarına güç yetirtiyor.)

Evet, adamın canı sıkılmıştı ve karısı bunu bilsin istemiyordu. Sahte bir öksürükle uzaklaştırılan sigaraya doğru yeniden hamle yaparken, “Sacitleri çağırırsak Hikmetgili de çağırmak zorunda kalırız. Ve ben buna tahammül edemem. Ah o karısı Melahat! Aman Tanrım!” dedi ve kadının ellerini kucağında toplamasını fırsat bilip sigaralıktan bir sigara çıkarıp yaktı. Derin bir nefes alıp usulca bıraktı içine çektiği dumanı. 

Kadın kaşlarını çatmıştı. Kaşlarını çatmak zorundaydı –gerçi bu arada kaşlarını çatmadan önce rahat olduğunu, yani kocasının canı sıkıldığında kadının canının sıkılmadığını belirtelim- çünkü canı sıkılmıştı. Kocasından böyle bir çıkışı beklemiyordu. Aslında bekliyordu da, olmaz diye umuyordu. Hoş Melahat hakkında kocanın yaka silkmesi haksız değildi. Ve bu yaka silkmenin kökeninde kendi anlatımları vardı. Yoksa kocası şunun şurasında kaç kere Melahat ile karşılaşmış konuşmuştu ki? 

Kocası Melahat’ı doğru dürüst tanımıyordu bile. Bütün bildikleri kendi anlattıklarıydı. Ve fakat Melahat’ın, biricik oğullarının nişanına gelmesini çok istiyordu. Melahat böyle zamanlarda aranan biriydi. Nişan-düğün vb. eğlenceli zamanlarda Melahat gibi birine her zaman gereksinim duyulurdu. 

Allah göstermesin öyle biri olmadığında düğün evi ölü evine dönerdi. Evet, bu böyleydi. Bunu, kadın bütün çıplaklığıyla görüyor, biliyor ve fakat kocasının bunu nasıl göremediğini anlayamıyordu. Kuşkusuz bu erkeklerin anlayamayacağı türden şeyler arasında olmalıydı. 

Evet, erkeklerin anlayamayacağı türden şeyler her zaman bir yerlerden sökün edip çıkardı. Kuşkusuz kadınların da anlamakta zorlandığı şeyler yok değildi.

(Burada dikkatli okuyucunun erkeklerin anlayamayacağı şeyleri ilelebet anlayamadıklarını, kadınların ise anlamadıkları hiçbir şeyin olmadığını anlayacaktır. Kadınlar belki başlarda anlamakta zorlanırlar ve fakat o zorlandıkları şeyi de eninde sonunda anlarlar. Bu böyledir, bu açıktır, bunu tartışmanın bir anlamı yoktur. Gerçi dikkatli okuyucu anlamakta zorlanılan ve fakat sonradan anlaşılanların murat edilen olup olmadığının kuşkulu olduğuna dair uslamlamalar yürütmesinde bir anlamsızlık, bir yerindesizlik, bir art niyetlilik, bir işgüzarlık yoktur ve bunu yapmakta –yani böyle bir uslamlama yapmakta- özgürlüğünü sonuna kadar kullanacaktır, bu özgürlüğü kullanmasında bizce bir sakınca olmadığını belirtelim, evet bizce bir sakınca yok ama böyle bir sakınca olmaması ille de öyle bir uslamlama yapılmasının önerildiğine kanıt sayılamaz, böylesi bir şeyi önermiş değiliz, kimse de bizi böyle öneride bulunmakla suçlayamaz, zira önermiş değiliz)

“Sacitleri çağırmasak bile Melahatları çağırmak zorundayız.” dedi kadın, biraz buyurgan, biraz şefkatli, biraz sevecen, biraz cazibeli, biraz mahcup, biraz ürkek, biraz tedirgin, biraz titrek, biraz ürkütücü, biraz umut verici, biraz sakınımlı, biraz çekinik, biraz acıklı, biraz hüzünlü, biraz mahcup, biraz edepsiz, biraz adam sendeci, biraz daha nelerimci, biraz ben bilirimci, biraz haddini bildirici, biraz köşeye sinik, biraz orda dur ses tonuyla çıkmıştı bu sözler. 

Adam donup kalmıştı. Bu ton. Bu ses. Sigarayı bile unutmuştu. Yeniden sigaralığa uzandığında elinde sigarayı görerek geri çekmişti elini. Bu olmazdı. Bu olamazdı. Bu erkendi. Bu ses tonunun şimdi olması için henüz hiçbir gerekçe yoktu. Daha -benzeti yerindeyse- abulakaya alınmış biri ya da birilerine “Teslim ol!” çağrısı yapılmadan bütün silahlarla, tam otomatik makineli tüfeklerle, yarım otomatik tüfeklerle, topla, tankla, obüsle, havan topuyla, savaş uçaklarıyla, savaş gemileriyle, kobra helikopterlerle saldırmak gibi bir şeydi. Daha o aşamaya gelinmemişti ki. 

Gelinmişti de kendisi mi farkına varmamıştı? Hayır gelinmemişti. Bundan emindi. Daha listeye ciddi ciddi el atılmamıştı ki? Daha ısınma turları bile yapılmamıştı bundan emindi. Yemekte oğulları yakın arkadaşlarının isimlerini saymıştı. Ne kadın ne adam itiraz etmişti. Edemezlerdi de, nihayetinde çocuğun kendi nişanı, kendi düğünüydü ve arkadaşlarını tam tekmil bu mutlu gününde görmesini istemekten daha doğal ne olabilirdi ki? Ama kendilerinin çağıracakları daha gündeme gelmemişti ki. 

Böylesi bir çıkışı, böylesi bir ses tonunu.. aman Tanrım! Bu ses tonu! Kahretsin! Bu ses tonuna yabancı değildi adam. Bu ses tonunu çok, çok iyi biliyordu ama zamanlaması konusunda hep yanılıyordu. Şimdi de yanılmıştı. Bu ses tonunu daha çocukluğunda duymuştu. Buna karşın zamanlamayı tutturamıyordu ve yine tutturamamıştı. Bu kadar erken mi olacaktı? Peki, şimdi ne konuşacaklardı ki? Hangi ismi nasıl söyleyecekti ki? Hangi isme nasıl itiraz edecek, hangi isimde diretecekti ki? 

Hadi isimlerden geçtik ne giyinileceğini, ne ikram edileceğini, ikram edileceklerin nereden alınacağı, nişanın nerede yapılacağını, konvoy olup olmayacağını, konvoy olursa hangi marka otomobillerin konvoyda olacağı hangilerinin olmayacağını, konvoyun güzergahını, ev önünde davul zurna çalınıp çalınmayacağını, davulcuların memleketlerinin neresi olması gerektiğini, neresi olmaması gerektiğini nasıl konuşacaklardı? 

Hem isimlerden niye vaz geçilsin ki? Biricik oğullarının nişanında düğününde kendinde çok görmek istediği birinin üzeri çizilirse ne olacaktı? Kurulan düğün hayali bu muydu? Böyle mi olacaktı? 

İstemediği, yüzünü görmeye tahammül edemeyeceği –bu akraba bile olur, yani akraba diye katlanmak zorunda değildi ki- birilerinin elini sahte bir gülümsemeyle niye sıkacaktı ki? Bütün bunlar olacaktı. Görüyordu adam! Görüyordu ancak o ses tonu. Kahretsin! 

Çaktırmadan kadına bakmayı denedi. Yapamadı. Hayır yapamayacaktı. Yapacak gücü, takati yoktu. 

(Hani, gücü takati yetmedi diyemiyoruz, yoktu. Dikkatli okuyucu yok olanın yetmezliğinden söz edilemeyeceğini bilir elbet. Bilir de biz yine de vurgulayalım ki yoktu. Şimdilik adam sigaraya güç yetirdiğine şükretti. Evet. Neyse ki sigaradan nefes alacak gücü vardı ve o ses tonuyla, bunca zaman baş edemediği o ses tonuyla başa çıkmanın yollarını aradı. Bu arayış boşunaydı. Biliyordu adam. Çıkmaz bir sokak levhasını gördükten sonra bile bile dalmışsanız çıkış yerinin giriş yerinden başka olmadığını öğrenmenizden söz edilemez bu bir ahmaklıktır, bu sizin ahmaklığınız bayım, demişti kendi kendine adam bir keresinde çıkış yolu ararken. O keresinde de adamın aynı ses tonuyla karşılaştığının söylenmesinde bir sakınca görmüyoruz. Siz de görmeyin sayın okuyucu. Söyleyen annesiydi o zaman. Sigara dumanları arasında annesinin yüzünü gözlerinin önüne getirdi. “Yengenin elini öpmesen bile dayının elini öpmek zorundasın!” demişti annesi. Oysa yengesini severdi. Eli öpülmeyecek kişi dayısıydı. Ve fakat öpülmesi istenen el de dayısının eliydi. İşte ilk kez o ses tonunu o zaman duymuştu adam. Çocukluk ile gençlik arası yaşta duymuştu o sesi. Ve donup kalmıştı. Şimdi de donup kalmıştı. Ki söylemeye gerek bile duymuyoruz ki her keresinde donup kalıyordu. Elinden yalnızca bu geliyordu adamın.) 

Şimdi ne olacaktı? Dayısının elini öpecek miydi? Yani Melahatlar gelecek miydi? Tamam, Melahatlar gelsin. İyi de ya liste.. kimi söyleyebilirdi ki şimdi? Kim söylenebilirdi ki şimdi? Kimin adı kimin yanına iliştirilebilir, kimin adı iliştirildiği yerden çıkarılabilirdi ki? Böyle bir ihtimal var mıydı? Liste elinden alınmıştı. Hayır, hayır liste hiç olmamıştı ki elinden alınsın. Listeye müdahil olma ihtimali alınmıştı elinden. Kadına bakmak istiyordu. Ve fakat hala bakacak takati yoktu.

“Bizim bu balkon on beş metre kare ancak var.. yani.. umduğumuzdan daha ucuza gelir sürgülü cam balkon.. nişana daha altı ay var.. bence yaptıralım..” dedi adam sahte bir öksürükten sonra.

“Bence de.” dedi kadın. “Ertelemeye ne gerek var.. hem daha geç kirlenir balkon.. hem sana da şuraya –eliyle oturdukları yerin karşısını gösterip- bir divan koyarız orada uzanırsın!” diye sürdürdü konuşmasını kadın.

Adam divan konulacak yere baktı. Dudak büktü. Sanki oraya bir divan koyma teklifini ilk kendisi yapmıştı ve fakat kabul görmemiş gibiydi. Yoksa tersi miydi? Üzerinden neredeyse yıllar geçmiş bir şeyi nasıl hatırlayacaktı ki? Vazgeçti hafızasını yoklamaktan. 

Kadın ayağa kalktı mutfağa geçti. Elinde tepsi iki ince belli bardak çayla yeniden kocasının yanına oturdu. Ay ışığında balkonda çay keyfi bir başkaydı. 

“Ay ışığında çay keyfi bir başkadır! Hep söylerim!” dedi sevecen bir tonla adam. 

“Hı hı.. hep söylersin!” dedi kadın aynı sevecenlikle.





Cemal Çalık, 03.03.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı