"Soluklanmak, biraz güç toplayıp yeniden yola düşmek için çökercesine oturmuştu şuan oturmakta olduğu banka. Eğer o çift oturduğu banka sürtünerek geçmeseydi farkında bile olacağı meçhuldü."
Ergin Bey denize bakmayıp da yola bakmayı istemiş olsa da bankın konumundan ötürü bu isteğini gerçekleştiremiyordu. Kendi kendine yazıklansa da bankın sabit oluşu –eğer bank sabit olmasa hiç üşenmeden ters çevirir, bankı yolu görür bir konuma getirerek denize bakmaktan kurtulabilirdi kuşkusuz- ona eseflenmekten öte bir şeyler yaşatma olanağı taşımıyordu.
Boynunu büktü. Boynunu büktüğünün bilinmemesine itina ettiğini söylememize gerek var mı Bilemiyorum. Fakat boynunu büktüğünün bilinmesini istemediğini belirtelim. Hatta bu durumun bilinmemesi için müthiş bir güç sarf ettiğini söyleyelim. Hatta diyelim ki boynunu büktüğünün bilinmesinden ise, o an son nefesini vermeye yahut çırılçıplak kalmaya yahut geğirmeye yahut yellenmeye yahut altına işemeye bile razı olurdu.
Ergin Bey’in böyle tuhaf huyları olduğu sanılmasın. O an, öyle birden bire kapılmıştı o duyguya. Sanki yeryüzünün en büyük utancı olarak gelmişti o an boynunun büküldüğünün bilinmesi yahut görülmesi yahut anlaşılması yahut fark edilmesi. Ve buna karşın yapacak herhangi bir şey de aklına gelmiyordu.
Niçin böyle bir duyguya kapıldığına kafa yormaktansa denizle arasında olan –varsa eğer- husumeti düşünmeyi yeğledi. Ergin bey düşünmeyi yeğlemeden önce kendini yokladı ilkin.
Niçin denizi sevmiyordu? Bir yanıt bulabileceğini umuyordu elbet. Ve fakat acelesi yoktu. Her şeyden önce yorgunluğunu atmalıydı. Epey yorulmuştu. Kendi kendine girdiği bahis, kendi kendiyle tutuştuğu iddia onu epey hem de epey uzaklara savurmuştu. Her adımda “Elli adım daha gidemezsin!” demişti kendine ve yine kendisi kendisinin söylediğine karşıt olarak “gideyim de gör!” karşılığını vermişti. Bu böyle sürmüştü.
Kaçıncı elli adım sonrası onu buraya getirmişti? Kaçıncı elli adım onu yürümekten tümden yoksun bırakmıştı? Kaçıncı elli adım soluğunu kesmişti? Kaçıncı elli adım dilinin bir karış ağzından sarkmasına neden olacaktı neredeyse?
Bilmiyordu. Unutmuştu. Tam unutkanlığıyla ilgili dalga geçecekti ki tuttu kendini. Korkmuştu. Kendisinden korkmuştu elbet. Kendisi kendisini korkutuyordu. Bunu itiraf etmese de –ki böyle bir itiraf yine kendisinin kendisiyle karşı karşıya gelmesine neden olacaktı ve kim bilsin bu karşı karşıya geliş onu bu kere nerelere savuracaktı? Tanrı bilir.
Denizle, bildiği kadarıyla bir alıp veremediği yoktu. Hani bir dere, bir ırmak, bir akarsu olsa alıp vereceği vardı. Onu biliyordu. Onu hiç unutmuyordu. Onu hiç unutamazdı. Onu hiç unutmayacaktı. Onu hep anlatacaktı hem kendine hem kendi olmayana. Bir şekilde denk getirip anlatacaktı ki hemen herkese anlatmıştı.
Öğretmenlik yaşamı boyunca hangi okula gittiyse, hangi sınıfta derse girdiyse, hangi öğretmenler lokalinde oturduysa onu anlatmıştı. Az kalsın boğulacaktı. Hepsi bu. Ayağı kaymış serçeme deresine yuvarlanmıştı. Çocuktu.
Yoksa genç miydi? Sanırım bu konuda zaman zaman ikileme düşüyordu Ergin Bey, fakat düştüğü kaskatı bir gerçekti. Ve fakat boğulmamıştı. Hem öyle yaşamsal bir tehlike de olmamıştı. Yani ne midesini kaldıracak kadar su yutmuştu ne bayılacak kadar nefessiz kalmıştı. Korkmuştu. Hepsi bu.
Evet korkmuştu. Ayağı kaymış, suya düşmüştü. Azıcık sürüklenmişti, hepsi bu. Yani denize karşı böylesine öfkeli olması serçeme deresiyle yaşadığı o nahoş olay mıydı? Başını salladı. Bu bu kadar basit olamazdı. Olmamalıydı. Başka bir şeyler olmalıydı, belki de biliyor kendine bile itiraf etmekten çekiniyordu.
Korktuğunu biliyordu, hayır bunu biliyordu. Ama niçin? İşte bunun yanıtını bilmiyordu. Belki de biliyor itiraf etmeye üşeniyordu. Evet, Ergin Bey salt korkunun itirafı engellemeyeceğini bilecek yaştaydı. Üşengenlik de engellerdi itirafı. Umursamazlık da engellerdi. Adam sendecilik de engellerdi. Bunu biliyordu.
Naçar denize bakıyordu. Denizle toprağın hemen birleştiği yerde duranlar dalgaların gelmesiyle geri çekiliyorlardı. Adeta denizle çocuksu bir oyun oynuyorlardı. Dalganın geleceği belliydi. Dalganın ulaşamayacağı bir yere kadar gidip dursalar hiç de ıslanma tehlikesiyle karşılaşmayacaklardı. Ve ıslanma tehlikesiyle karşılaşmadıkları için de kaçmak gibi bir eylemde bulunmayacaklardı. Gereksiz bir şeydi bu yaptıkları. Soğuk olması onları ıslanmaktan alıkoyuyordu kuşkusuz. Hava biraz yumuşak olsa muhakkak sulara bırakırlardı kendilerini. Neyse ki hava soğuktu ve öyle bir manzarayla karşılaşmayacaktı gözleri Ergin Bey’in.
Oturduğu bankın hemen yanından bir çift geçti. Sahile doğru indiler merdivenden. Eğer kadın geçerken banka hafifçe sürtünmemiş olsaydı Ergin Bey’in dikkatini çekmeyecekti bu çift. Nedense bankın köşesine sürünerek geçmişti kadın.
(Yanındaki adamın sendelemesiyle mi böyle bir olay gerçekleşmişti yoksa kadın bir an dengesini mi yitirmişti bilemeyeceğiz. Ve fakat sürtünme olayı gerçekleşmeseydi Ergin Bey bu çiftin farkında olmayacaktı bunu biliyoruz.)
Çift sahile doğru çoktan merdivenlerden inmiş dalgaların kendilerine yetişemeyeceğini hesaplayarak koltuk altlarında taşıdıkları katlanır sandalyelerini açıp oturmuşlardı bile. Bütün bunlar olup biterken Ergin Bey kadının niçin oturduğu banka sürtündüğü üzerine kafa yoruyordu.
Iskalanacak, görülmeyecek bir şey olarak gelmemişti kendisine. Hani koskoca kaldırım dar olsa, hani sürtünerek geçilmeye zorlayacak bir konum olsa.. değildi. Ve fakat yine de sürtünmüştü. Adam sendeler gibi olmuştu. Gerçi adamın –kadının yanındaki adamın- sendeler gibi olduğunu görmemişti Ergin Bey. Ama herhalde böyle olmuş olmalıydı. Yoksa kadının bacağını sürttüğü nokta kaşındığından olmamıştır her halde.
“Bak bu daha önce aklıma gelseydi, daha farklı olurdu.” dedi kendi kendine Ergin Bey. Öyle ya belki o an o sürtülen nokta dayanılmaz bir kaşıntı hissiyle canını yakmıştı belki de kadının. Ve o yüzden –kaldırımda durup onca insanın içinde o noktayı kaşıyamayacağına göre- sürtmüştü belki de.
Kendisinde zaman zaman olmuyor muydu o his? Aman Tanrım! Hem de nasıl. Çaktırmadan sırtını az mı kaşıtmıştı sövelere. Hem de derslerde. Belki kadın da tam bankın yanında bacağını sürttüğü o noktada önü alınamaz bir kaşıntı hissine kapılmıştı. Evet bu böyleydi.
Ergin Bey sorunu çözmenin rahatlığıyla daha bir yayıldı oturduğu banka. Banka sürtünerek geçen çift kendi yaşlarındaydı. Adamın saçları dökülmüştü. Cildi yer yer kırışıklıklarla kaplıydı. Ve kadın onca makyaja karşın yüzündeki yılların yorgunluğunu örtememişti.
Katlanır sandalyelerin rengini uygun bulmadı Ergin Bey, “O ne öyle çivit mavisi gibi!” dedi yine kendi kendine söyledi bunu. İçinden bir ses “Çivit mavisi olduğunu nereden çıkardın?” diye yükseldi. Duymazdan geldi Ergin Bey. Bu tartışmayı yapmayacaktı. Belki de lacivertti katlanır sandalyelerin rengi. Belki siyahtı. Hiç önemli değildi uygun olmadıkları onca apaçıktı.
"Bir sandalye için uygun renk ne olabilirdi?" diye düşünmeyi istediyse de vazgeçti. Yaşıtları çift siyah çantalarından kuruyemiş ve içeceklerini çıkarıp yemeye ve içmeye başladılar
(Dikkatli okuyucu burada içeceğin cinsinin ve markasının belirtilmediğinin farkındadır. Hatta farkında olmalıdır –yani eğer farkında değilse-. Farkında olmalıdır çünkü marka zikredildiğinde tecimsel bir eyleme katılmış olunur bu da bizi onun yaptırımlarıyla karşı karşıya bırakır. Ve cinsini belirttiğimizde de bir takım heveslerin uyanmasına neden oluruz ki, bunun dahi yaptırımlarıyla karşı karşıya kalırız. Oysa her hangi bir yaptırımla karşı karşıya kalmak en son istediğimiz şeydir. Öyle ise 'İçilen şeylerin markası ve cinsi neydi?' gibi bir soru sorulma isteği duyulursa dikkatli okuyucu kendisi bir yanıt vermelidir buna. Ergin Bey’in içeceklerin cinsini ve markasını gördüğünün böylece ne cins ne marka olduğunu bildiğinin bilinmesi yeterlidir bizce. Bize yetenin dikkatli okuyucuya yetmemesi elbette olasıdır. Bunun önünü kesmek gibi bir niyetimiz olmadığından bu açıklamaya gereksinim duyulmuştur.)
Ergin Bey kadının tavırlarından buraya gelişin böyle bir eylemde bulunuşun erkek tarafından önerildiğine karar vermek üzereydi. Hatta verir gibi oldu, fakat adamda yakaladığı o sinsi gülüş Ergin Bey’i ikircikli bir duruma sürüklemişti. Tanık olduğu bu sinsiliği bilirdi. Hem de çok yakından bilirdi. Bunu öğrencilerde yakalamıştı.
Öğrenciler öyle yaramazlıklar yaparlardı ki asıl suçluyu ve kurbanı anlamak büyük maharet isterdi. Evet, bazen öğrenciler bir kurban seçerlerdi ve onu istemediği halde bir eyleme sürüklerlerdi. Kurban suçüstü yakalanırdı. Eylemi yapan kuşkusuz o yakalanandı ve fakat bir tetikçiden öte –hem de iradi olmayan bir tetikçi- olmayabilirdi.
İşte adamın gülüşünde bir an yakaladığı o sinsilik bu deniz kenarındaki sefa eyleminde kadının dahli olmadığına karar verdirtmek üzereydi. Yine de pekin bir kararlıkla emin olamıyordu.
(İtiraf edelim ki) Ergin Bey henüz emin değildi. Ve kararını henüz vermemişti. Veremiyordu bir türlü. Kadın da sürüklemiş olabilirdi bu yaşlı çifti buraya. Acaba hangisi “Elli adım daha gidemezsin?” demişti. Evet kendisini buraya getiren elli adım gibi bir durumla karşı karşıyaydı.
Böyle bir havada –soğuk ve orta şiddetli rüzgârlı bir havada deniz sefası olacak şey değildi elbet- bu çifti buraya getiren neydi?
“Amma da meraklısın efendi!” dedi kendi kendine Ergin Bey. Yalnızdı. Elbet kendi kendine söyleyecekti. Yanında başka biri olsa kuşkusuz birbirleriyle konuşurlardı. Ve belki çifti de merak etmezlerdi. Balık tutmaya çalışanlar üzerine konuşurlardı.
"Mesela", derdi biri ötekine, mesela şu tıknaz adam, "Hani şu balıkçı kazaklı tıknaz olan mı?" diye karşılık verirdi öteki, biri, "Hayır, hayır", derdi, "Şu siyah kapüşonlu olan!", "Ha o mu?", derdi öteki, biri, "Evet, o.. biraz önce büyükçe bir balık yakaladım sandı fakat çıka çıka büyük bir pet şişesi çıktı", "Ha" derdi öteki, "Gördüm onu, yalnız balıkçı kazaklı olan iyi bir balık tuttu görmediysen eğer!", biri, "Yok görmedim ben o esnada siyah kapüşonluyu izliyordum.."
İşte böyle konuşurlardı belki. Fakat Ergin Bey yalnızdı ve ister istemez kendisiyle konuşuyordu. Hem balık tutma merakı da yoktu ki, balık tutanları izlesin. Soluklanmak, biraz güç toplayıp yeniden yola düşmek için çökercesine oturmuştu şuan oturmakta olduğu banka. Eğer o çift oturduğu banka sürtünerek geçmeseydi farkında bile olacağı meçhuldü.
Cemal Çalık, 09.03.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü