11 Mart 2016 Cuma

SA2606/KY13-AO56: Aklı Başkalarının Emrine Vermenin Sonucu

"Geçenlerde Atatürk konusunda başlayan bir tartışma nedeniyle bunları hatırladım. Bu kez biraz farklı bir cepheden yapılan Atatürk savunmasında olağanüstülük ithafını görünce hem eski arkadaşımı, hem de bu konudaki eski notlarımı hatırladım.. "


Gençlik yıllarımda yeni çevrem olan İslâmi çevreyi tanımaya çalışıyordum. İslâm'ın toplumsal imtiyazından yararlanmak için düşüncelerini İslâm'la renklendiren onca grupla temasım oldu. Edindiğim öz intiba; bir tarikatla şu veya bu şekilde irtibatlı olanlar aklını o tarikatın emrine veriyor, davranışlarını onun arzuları istikametinde dizayn etmeye çalışıyordu..

Bu insanlar bu durumları nedeniyle toplumla sağlıklı bir iletişim içinde olmayı da önemsemiyor, sadece taraftar yani murit kazanmak için çaba sarf ediyorlardı. O nedenle bunlarla toplumsal meseleleri konuşma imkanı bulunamıyordu. Gündeme getirilen her konu bir gerekçe üretilerek savsaklanıyordu.

O günlerde tanıdığım bir iktisat mezunu arkadaşla ne zaman bir konuyu konuşmaya kalksam, dile getirdiğim konuya 'malayani(boş söz)' diyor, benimle konuşma yerine elindeki tesbihle zikir çekme görüntülerine giriyordu.

Bu arkadaşım da benzerleri gibi sadece kendi tarikatını övmek ve onsuz dünya ve ahiret hayatının kayıpta olacağını söylerdi. Farklı tarikatlarda olanların hemen hepsi aynı şekilde kendi düşüncelerinin en doğru olduğunu öne sürüyordu. Bunları ortak düşüncede birleştiren tek şey rejim ve Atatürk düşmanlığıydı. Bunlara göre Atatürk hilafeti kaldırıp, laikliği getirerek ülkeyi dinsizleştirmişti. O nedenle sistem ve Atatürk bunların gözünde birer öcüydü..

Gel zaman, git zaman yıllar sonra bahse konu arkadaşımla karşılaştığımda şaşkındım! Arkadaşım yine aynı tarikata, şeyhe mensubiyetini devam ettiriyordu. Ancak, çok konuşkan hale gelmiş, konuşmalarını siyasileştirmişti; konuları ele alırken isimlendiriyor, iki de bir de konuşmalarının arasına küfür yerleştiriyordu.. Bir iki kez “sana "küfür" yakışmıyor” sözüme ise "küfür etmen gerekene küfretmek sevaptır" diyerek sözüme tepki koyuyordu!

İşin ilginç yanı ise  Atatürk hakkındaki görüşlerinin 180 derece değişmiş olmasıydı. Anlattığı bir dizi hikayeye göre Atatürk anne ve baba tarafından 'seyyit'ti, 7-8 yaşlarında Kur'an'ı hıfzetmişti ve bir zikir ehliydi. Öyle ki her zikir edişinden sonra sırılsıklam olur, giydiklerini değiştirirdi. O, bu ülkeye Allah tarafından görevli gönderilmiş, gerçek kurtarıcıydı ve ömrünün sonuna kadar da bu ülke için hiç durmadan çalıştı, büyük, dev işler yaptı..

Evet, Şaşkındım.. Üniversite mezunu koca adam nasıl böylesine değişebiliyor ve bunlara inanıyordu?
Yıllar önce olmadık hakaretler düzdüğü birisi için bu derece methiyede bulunmasının tek bir gerekçesi vardı; Dün olduğu gibi bugün de aklını kullanmıyor, bir robot gibi, aktif siyasete de bulaşmış olan şeyhi onu nasıl programlıyorsa öyle konuşuyor, öyle davranıyordu..

Ona dilimin döndüğünce dün ve bugün anlattıklarıyla tefrite düştüğünü, dinin aklı kullanmayı emrettiğini, körü kürüne birine bağlılığın insanı nereden nereye savurduğuna en iyi örneğin kendisinin durumu olduğunu belirttim. Atatürk hakkında öncesi ve sonrasında söylediklerinin ifrat-tefrit gölgesinde söylenmiş sözler olduğunu izaha çalıştım.  Ancak fikirlerinde öyle sabitti ki ona bir şeyler anlatabilmem mümkün olmadı..

Şimdi bunları neden yazdım diyeceksiniz? 

Geçenlerde Atatürk konusunda başlayan bir tartışma nedeniyle bunları hatırladım. Bu kez biraz farklı bir cepheden yapılan Atatürk savunmasında olağanüstülük ithafını görünce hem eski arkadaşımı, hem de bu konudaki eski notlarımı hatırladım..

Özellikle belirtmeliyim ki; Ne din ,kimi (sözde) dindarların anlattığı gibidir, ne de Atatürk kimilerinin anlattığı gibidir. Din, bugün yaygın  anlamından uzak olduğu gibi, Atatürk de söylenenlerin aksine bir kişilikti.

Din konusunu burada tartışmak belki uzun bir konu, ancak Atatürk’ün kişiliği hakkında bazı gerçekleri vurgulamakta yarar var. Zira belki bu yazılanlar nedeniyle Atatürk’e ayrı yer biçenler daha objektif tutum takınırlar..

Atatürk hakkında şurada burada yazılan, söylenenleri değil, onu çok seven uşağının kaleme aldığı notlarından oluşan “Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri" adlı eserden not aldığım bazı bölümleri aktarmak istiyorum.

Umarım Atatürk hakkında yazılmış olan cümleler bizlerin daha objektif düşünmemizi sağlar. Bu konuda bizlere bazı kanaatler verir...

"Atatürk o gece çok neşeliydi. Sabaha kadar içildi. Atatürk içki olarak bira ve rakıdan başka şampanyayı da severdi. Her gece içen Atatürk gündüzleri alkol kullanmaz, yalnız çok sıcak olduğu günlerde bir iki bardaktan fazla olmamak üzere bira içerdi." (s.34)

Atatürk bir gazinoda şarkı söyleyen Arap şarkıcıyı dinleyip çok beğenmişti. Şarkıcıyı masasına çağırdı.Arap şarkıcı masadan ayrıldıktan sonra Atatürk ayağa kalkarak kadehini halka doğru kaldırıp, "Arkadaşlar, hanımlar, beyler. Şu gördüğünüz şampanyadır. Bunu vaktiyle Padişahlar meşveretgahında, kafes arkasında gizli içerdi. Biz ise hepimiz şurada toplu olarak, aleni içiyoruz." dedi.. Halkın içinden çıkan büyük adam halkla beraber kadeh kaldırıyordu. "Hepinizin şerefine içiyorum.." der demez bütün gazino bir anda karıştı. Topluluk ayağa fırlamış "Yaşa paşam..sağol paşam.. Allah seni başımızdan eksik etmesin." bağrışlarıyla kadehlerini kaldırıyor, Atatürk'e doğru sallıyordu."(s.38)

"Atatürk'ün İstanbul'daki gezintileri için önceden hazırlanmış bir programı yoktu. Çok çabuk, aklına estiği zaman istediği yere giderdi. Bir gün yine öğle yemeğinden sonra motor istedi. Gece 22'ye kadar bekledim. Derken bir telefon "Beylerbeyi Sarayı'na yirmi kişilik bir yemek sofrası gönderin" diyordu. Sabaha karşı saat 03' e doğru yatı göründü. Gelenleri karşılamak üzere kapının önüne çıktığımda ne göreyim? Atatürk'ün iki kolunda çok şık, çok güzel iki hanımefendi.. Hep beraber içeri girip hazırlanmış olan sofraya oturdular. Yemekler yendi, içkiler içildi.. Konuşuldu, gülündü, misafirler sabah 05 ‘e doğru motorla ayrıldı.

Başka bir gün Beylerbeyi sarayında yine böyle bir gün. Meclis oldukça kalabalıktı. Ses ve saz sanatçıları, müzisyenlerde konuklar arasındaydı. Şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. Çok pahalı ve çok şık giyinmişler, boyanmışlardı.


Kadınlar boyalarını sildikten sonra soyundular.. Beylerbeyi sarayının beyaz mermerleri üzerinde yürüyerek salonun ortasındaki göz kamaştıran havuza girdiler. Atatürk kadınların yürüyüşlerine dikkatle bakıyordu. Bu eğlence saatlerce sürdü..


Yaz süresince her akşam bu toplantılar yapıldı. Sofradaki misafirlerin sayısı ise yirmiden aşağı hiç düşmedi." (s.44)


"Atatürk, her yaz dinlenmek için Yalova'ya gelir ve burada üç ay kadar kalırdı. Yalova'nın insana huzur veren havasına, sessizliğine aşıktı adeta." (s.70)

"Bir sonbahar gecesi Çankaya köşkünde akşam sofrasındalar.. Gramofanda zeybek havası çalıyordu.. Bahçedeki sofraya vardık. Herkes yerlerini aldı. Yediler, içtiler, çalgı çalıp eğlendiler, Güldüler oynadılar.

Atatürk'ün uzun süre içtikten sonra hora tepip dans ettiği, zeybek oynadığı görülürdü. Gramofonda güzel valslar çalıyor, ben hala rakı veriyordum. Bir an geldi "Rakı istemez yeter" dedi. Artık yalnız gramofon dinliyor ve düşünüyordu.


Sabah olmuş Atatürk hala çenesini yumruğuna dayamış olduğu yerdeydi." (s.90)


"Atatürk, hastalığı nedeniyle doktorun sürekli olarak kontrolü altında tutuluyor, yemeklerde perhiz yapmasına elden gelen bütün dikkat gösteriliyordu. İçki içmesi kesin olarak yasak edilmişti. Atatürk sofrada doktorunu ikna etti. Sofraya içki koncak, ama Atatürk'e bir parmaktan fazla kaçırmayacaktık. Sofraya çeşitli içkiler gelmişti. Atatürk'ün kadehini doldurmaya hazırlanırken parmağını yanlamasına değil, dikine tuttu. "Doktor bir parmak içebilirsin dememiş miydi." (s.132)


"Bir akşam sofrada içki üzerine konuşuluyordu. Kadehler havaya kalktıkça çeşitli görüşler ortaya atılıyor, içki yapan yerli fabrikaların kurulması düşüncesi savunuluyordu. Önce bir bira fabrikasının kurulması tartışılmaya başlandı. Bira fabrikası yapılsın, güzel... Ama gerekli yatırımı nereden bulacağız? Atatürk, sermaye konusunda ileri sürülen istekleri gülümseyerek dinliyordu. Sonunda tayyare bileti alınmasına karar verildi. Yaverler, sofracılar, ahçılar onar liralık bilet aldılar. Bütün biletlerin parasını da Atatürk verdi." (s.172)

"Çankaya köşkünde yine bir akşam ziyafeti.. İstanbul sosyetesinin tanınmış kişilerinden Adalı Ayşe hanım ve eşi Asaf bey de konuklar arasında bulunuyordu. Saat gecenin ikisine yaklaşmıştı. Pistteki çiftler azaldığı bir sırada Atatürk Ayşe hanımı dansa kaldırdı. Vals çalıyordu. Ayşe hanımın eşi Asaf beyin bir ara elinde tabancayla ayağa kalkmak istediği görüldü. Fakat daha ayağa kalkmadan yanında bulunan sinop milletvekili Recep Zühtü onu bir yumrukta yere serdi. Durumu ancak ertesi günü akşam sofrasında Atatürk'e anlattılar. Gülerek: "Adamcağız keyfe gelmiş, canı tabanca atmak istemiş..." (s.162)

"Bir gün Atatürk halkın yaşadığı gibi yaşayamamaktan acı acı yakınıyor, "Şöyle Karaköy'deki meyhanelerde oturup, halkın arasında içmek, sonra aklına esince bastonunu alıp Avrupa'ya gitmek ne iyi olurdu." diye hür olma isteğini ortaya koyuyor ve şöyle ekliyordu.. "Tokatlıyan'da oturuyorsun. Bir sürü insan etrafını çevirmiş.. Ne rakıyı, ne suyu rahat içebiliyorsun.." (s.176)

"Yalova'da Büyük otelde bir balo veriliyordu O çağın gazetecilerinden İzzet Melih ve eşi de konuklar arasındaydı. Atatük, bu hanımla bir süre dans edip konuştuktan sonra büfeye doğru gitti. 

Abdülhakhamit ve eşi Lüsyen Hanım da oradaydı. Lüsyen Hanım'ı dansa kaldırdı. Dans bitince yerine oturturken de yanağına bir öpücük kondurdu.


Bir süre sonra Ankara'daki bir davette Atatürk yine şair-i Azamla karşılamşmış ve Lüsyen hanımı dansa kaldırmıştı.." (s.187)


"Moda koyundayız.. Sıcak bir yaz akşamı.. Halk Atatürk'ü yakından görebilmek için toplanmış, birbirinin üstüne çıkıyor.. Sakarya motorunu çağırdı. "Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt.. Bana da bir şişe bırak dedi.." (s.189)

"Bir gün sofrada kadınlar üzerine konuşmalar yapılıyordu... Atatürk'ün şöyle dediğini hatırlarım: "Biz de bir zamanlar marifetmiş gibi evlenmiştik.." (s.190)

"Bir yaz akşamı Büyükada'ya gitmiştik 1936 yılıydı. Kalabalığın arasından yürüyerek otele geldi. Otelin alt kısmında çok güzel bir sofra hazırlanmıştı. Fakat Atatürk, halkın coşkunluğunu görünce bu sofraya pek iltifat etmedi. Bir servis masası üzerindeki rakıyla leblebiden alıp, arkasında bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.

Balkonun önü çepeçevre insanla doluydu... Kalabalığın arasında siyah dekolte bir elbise giymiş, uzun boylu, dolgun vücutlu çok güzel bir rum kadını, oradaki herkes gibi Atatürk'ün de dikkatini çekmişti. Kadının yanında kocası ya da yakını olduğunu sandığım bir erkek de vardı. Atatürk kadını yanına çağırdı. İçki içip içmediğini sordu 'hayır ' cevabını alınca onu dansa kaldırdı. O sırada yukarıdaki salonda orkestra çalıyordu." (s.194)


"Cumhuriyet'in ilanından sonra din ve devlet işlerini birbirinden ayırınca rahat bir nefes almıştı. Laikliği çevresindekilere de aşılamayı başarmıştı. Benim yanında bulunduğum süre içerisinde hiç namaz kılmadı. Oruç da tutmadı. Ramazanlarda içki içer, fakat kadir gecesinde ağzına katresini koymazdı." (182)


"Bir sabah köşkten çıkmaya hazırlanan Atatürk çok sinirli bir halde ayakkabılarını bağlayan Rıdvan'ın başına çekecekle vurarak, "Defol git buradan .." dedi Kendisini istasyona kadar ben götürdüm. Akşam, "Rıdvan gitti mi? diye sordu.. "Gitti" dedim. "Cezasını çeksin.. Bunu hak etmişti. Geçenlerde içki içerken benim taklidimi yapmış.." (s.201)

"Suya karşı düşkündü. Her gün banyo alır ve sabahları masaj yaptırırdı. Masajı berber Mehmet ve Rıdvan, Vasfiye ve Ülfet hanımlar yapardı." (s.206)



Adnan ONAY, 11.03.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar




Seçkin Deniz Twitter Akışı