"Sevgili karîlerimin (okuyucularımın) inanılmaz baskıları karşısında yelkenleri indirip yazmam isteklerine boyun eğdiğimi itirafla:)"
PAZAR YAZILARI -16-
Not 1- Tecime elverişli her nen’in imitasyonunun muhtemel bir imkânı olduğu inkâr edilemez.
Not 2- Tecimsel duyguların darası alınmadan söylenecek her nen apaçık bir saçmalıktır.
Not 3- İlk iki notta vurgulanan gerçeklik o kadar açıktır ki, bu konuda başkaca bir izaha gerek yoktur.
Not 4- Not 3’teki koyutun belgitlenmesinin olasılığından söze edemeyiz. O bizatihi öyledir.
Not 5- Üzerimde tuhaf bir yorgunluğun aksülamelini sezinlemekteyim. Bu durumda siz de dinlenmeyi hakkediyor olmalısınız.
GÖKLERİN YUTTUĞU ADAM
-ya da kılgısal olanın kurgusal olana baskınlığı üzerine apriori temelli bir genellemenin yapılabilme olasılığı üzerine sağın olmayan bir yaklaşım-
İmdi, bir takım muhterem karîlerimden (okuyucularımdan) aldığım kimi betikler (mektuplar) zaman zaman bizce öncelikli olmayan sorunların ivedi sorunlar olarak algılandığı ve bu hususta bir tür yerinde olan ikazlar –gerçekten işaret edilen sorunların öncelikli oluşuna ilişkin öyle karineler, öyle kuvvetli deliller sunulmaktadır ki, bu karinelere ve muhkem delillere yönelik karşıt bir görüş belirtmek kelimenin tam anlamıyla züldür- muvacehesinde kendimizin öncelikli gördüklerini erteletecek bir keyfiyette olduğunu keşifle –bu keşiflerde kuşkusuz betik gönderen muhterem karilerimizin büyük payı vardır- ve muhterem karilerimin yerinde ikazlarını her dem gördüğümüzün de bilinmesi arzusuyla bu hususlara öncelik vermeyi münasip bulduğumu belirteyim.
İmdi böyle bir betik sayesinde “GÖKLERİN YUTTUĞU ADAM” ile ilişkin anılarımızı, yaşadıklarımızı anlatmanın gereğine vakıf olur olmaz kaleme almayı münasip gördüm.
Bize bu hadisenin öncelikli oluşunu işaret eden ve gösteren muhterem karîm (okuyucum) Osman Ekiz Beyefendi'ye şükranlarımı sunarak diyeyim ki; Unamuno’nun Sis’indeki kahraman Agusto kapıyı çalıp Unamuno’ya konuk olduğunda yaşadığı şaşkınlığın kurmaca olduğunda kuşku yok. Unamumo öyle bir şeyi gerçekten yaşamış olsaydı Sis diye bir yapıt olmazdı. Olmazdı diyoruz çünkü Agusto en azından o sayfaları yakardı. Madem ete kemiğe bürünmüş ve konuşacak ve yanıt verecek ve itiraz edecek bir niteliğe bürünmüştür öyle ise yakmaması için hiçbir neden yoktur kanımca.
Ben birinin rüyası olsaydım –ki Agusto Unamuno’ya Tanrı'nın rüyası olduğunu söyler- ve rüya görene bir yanıt verebilecek nitelikte olsaydım kuşkusuz o rüya görenin rüyasına son verirdim. Hayır, böyle bir kurgu yaşamadım. Ne bir öykü kahramanlarımın ne başka uzun yazı kahramanlarımın kapımı çalması gibi bir düşünce aklıma düşmedi. Ama aklıma gelmedi demiyorum. Bir oyun yazma denemesinde -1980- böyle bir şey yaşadım.
Oyunun kahramanları düş olmalarına itiraz etmişler ve düşten sıyrılıp etten-kemikten bir varlık oldukları savında bulunuyorlardı. Tamamlanmadan bitirilmişti. Daha ileri gitmenin bir anlamı yoktu. Onlar ete kemiğe büründükleri savıyla sahneye çıkınca bana geriye yapacak tek şey kalmıştı yok etmek.
Bunları niye anlatıyorum? Anlatıyorum, kendinin dahi inanmadığı bir şeyi gözleriyle gören birinin tepkisi anlatmaktan başka bir şey olur mu? Yaşadıklarımı anlatacağım, "Peki bu yaşadıklarıma inanıyor musun?" diye sorarsanız, Hayır! Yaşadım ve fakat onların gerçekliğine inanmıyorum.
Kimsenin de inanmasını bekleyecek değilim ve birileri inansın için diye de yazmıyorum. Yazmam, anlatmam gerekiyor. Yazmazsam, anlatmazsam içimin derinliklerine gömersem o ağırlığın altından kalkamayacağımı görüyorum. Kimsenin kınamasından, kimsenin müstehzi bakışlarından, kimsenin nasıl yorumlayacağından çekinerek bundan kaçınmayacağım. Ve şunu peşinen belirteyim ki artistik kaygı yahut heves hiç gıdıklamamıştır bu eylemi. Bu eylemin –yazma, anlatma eyleminin- altında belki en aranmayacak şey artistik kaygı ve hevestir. Belki bir kabustan uyanma çabası, belki bir karabasandan sıyrılma uğraşı denilebilir.
Ben B-612 gezegeninin Antoine de Saint-Exupéry’nin bir düzmecesi, kurgusu olarak bildim. Kuşkusuz Küçük Prens de Unamuno’nun Agusto’suyla aynıydı. Le Petit Prince’i (The Little Prince-Küçük Prens) bir çeviriden, yazın dünyasında saygın bir yeri olduğu kabul edilen bir yayınevinin yayımladığı çeviriden okudum.
Tarihi tam hatırlayamasam da 80’li yıllar olduğunu biliyorum. Daha sonra aynı yayın evinden ikinci mi üçüncü mü baskısı olduğum yeni yayınıyla karşılaştığım da donup kalmıştım. Çünkü ilk okuduğum çeviride B-612 hakkında verilen bilgi sansüre uğramıştı.
Sanırım ilk okuduğum çeviride yayıma hazırlayanlar “Diktatör” sözcüğünün anlamını bilmiyorlardı ve bu yüzden “dediğim dedik, başına buyruk bir diktatör” ifadesini ilk yayında kullanırlarken sonraki basımda bu hatalarını kendilerine gösteren ilerici uygar büyüklere uyarak o ifadeleri kaldırmışlar, böylece denilene itiraza gerek duymadan, yok sayarak sorunu çözmüşlerdi.
“Böyledir büyükler!” ifadesi kulağıma çalınmadı desem yalan olur. Tam da Küçük Prens adlı yapıtta kınanan davranışı sergiliyordu büyükler Küçük Prens adlı yapıtı göklere çıkarırlarken inkâra sığındıklarını akıllarına getirmiyorlardı. B-612’nin onuru yeniden kurtarılmış oluyordu. Gülmüştüm. Beceriksizce bir inkâr ile olan biteni yok saymanın rehaveti içinde onlar soluk almaya devam edip dursunlar. Bir işimiz yok onlarla.
B-612’nin bir kurgu olmadığını duyduklarında ne yaparlardı? Saint Exupéry ile Küçük Prens ile B-612 denen gezegende –astroid deyin siz- uyandıklarında neler hissederlerdi. Kuşkusuz benim hissetiklerimi hissederlerdi. Yaşarlardı ve yaşadıklarına inanmazlardı. Büyükler böyleydi nihayetinde ben de onların tezgâhından geçmiş değil miydim?
“Bir dediğini bir daha asla unutmayan” Küçük Prens B-612’de –gerçi Le Petit Prince’de abartıldığı kadar küçük bir yer değildi B-612 - Saint Exupéry’i konuk etmişti. Oradaydı Exupéry.
Şimdi doğrusu “2000’li yıllarda Marsilya denizinde ona ait uçağı ve bilekliği buldular ve adamın balıklara yem olduğu ortaya çıktı, sen hala göklerin yuttuğu adam efsanesine mi inanıyorsun?” diyecekler olacaktır ve hatta Küçük Prens’in rast geldiği gezegenlerden birindeki alkoliğin “utandığı için içen içtiği için utanan” kişinin haline düşebileceğimizi düşünerek böyle bir sorudan kaçınanlar çıkacaktır. Kimin aklına nasıl bir soru gelirse gelsin ve o soruları ister beni düşünerek sormasın ister umursamadan ulu orta ortaya atsın, hiçbir şey değişmeyecek. Ben inandıklarımı değil gördüklerimi yazıyorum. Siz gördüklerinizi değil, inandıklarınızı konuşun.
Exupéry epeyce kilo almıştı. Ve Küçük Prens ondan yana oldukça dertliydi. O kadar dertliydi ki tanık bulmuş olmanın coşkusuyla ne yapacağını şaşırmıştı beni karşısında görünce. Sadık Hidayet ve Exupéry’inin –evet Sadık Hidayet de oradaydı- vurdumduymazlıklarını anlata anlata bitiremiyordu. Hem de fısıldayarak. Biraz ürküyor muydu ne Küçük Prens. Hala o kırılganlığı üzerindeydi.
Exupéry’inin çizdiği kutudan koyun çıkmadığını da kaşla göz arasında söyleyerek kendisi hakkındaki “Küçük Prens asla dedikodu etmez” yargımı yaraladı ve ben bunu O’na itiraf edemedim. Şimdi itiraf edemediğime pişman olduğumu söylesem de anlamı yok.
Exupéry ve Hidayet tavla oynuyorlardı. Selamımı utangaç bir eda ile aldılar. Biraz da oyunun ağırlığıyla öyle davranmışlardı. Orada oluşumu hiç garipsememişlerdi. Sanki hep oradaymışım, sanki şöyle bir dolaşıp gelmişim de. Sanki kırk yıllık ahbaplarıymışım. Her ikisine de birazcık gönül koydum, evet. Hani oyun kaçmıyordu. Bir hoş geldin, nereden geldin, nasıl geldin? Deseler bu kadar bozulmazdım. Küçük Prens’ten böyle bir şey beklemiyordum. O böyle şeyler yapsa şaşırırdım.
Küçük Prens’te şaşırtmayan şey onlarda şaşırtıcıydı elbette. Tek ilgilenen, tek sevinen, sevinmiş, meraklanmış gibi yapan Küçük Prens’in altıncı gezegende tanıdığı ve daha sonra peşine takılıp gelen coğrafyacı oldu. onun da ilgisi hemen sönüp geçmişti, dünyalı olduğumu öğrendiğinde.
Hem Hidayet hem Exupéry “dünya” sözcüğüyle hafif bir irkilir gibi oldular. Hidayet hiç istifini bozmadı. Zar atma sırası ondaydı. Zarını attı. Yüzündeki ifadeden attığı zarın geldiğini çıkarmamak için kör olmak gerekti ve fakat ben kör değildim. Exupéry’i bir süre zarlara, sonra oyun tahtasına baktı. bir çıkış yolu olup olmadığını tartarken “Nasıl bizimkiler hala bir birlerini yemek için çırpınıyorlar mı?” dedi bana.
Gülümsedim. Başımı sallamakla yetindim. Sanki Hidayet yanıtımı görmüş ya da bilmiş gibi “Başka türlü olsa şaşardım!” dedi ve Exupéry’e bakmadan “Mirim bence bu oyun biter!” dedi. Exupéry uzun uzun oyuna baktı. “Haklısın!” dedi.
Hidayet,“Bir oyun daha oynayabiliriz” dedi.
“Hayır, yoruldum!” diye yanıtladı Exupéry. Kalktı kalkarken “Biraz kestirmek istiyorum!” diyerek çekip gitti.
Küçük Prens iyice yaklaşmıştı yanıma ve “İşte bütün gün yaptıkları bu bunların. Çiçeğimi görmek ister misin?” diye konuştu. Hidayet’e baktım. Henüz tavlaya doymamıştı. Çiçek kaçmazdı ya. “Daha sonra!” dedim kendimden emin bir biçimde. Hidayet’in karşısına geçtim, “Eğer dilersen oynamak isterim!” dedim.
Kırık yıllık tavla arkadaşıymışım gibi, hiçbir şey demeden –sanırım o da içindeki oynama hevesi kaçar endişesiyle- zarın birini bana uzattı.
Oyun bittiğinde mutlu olanın kim olduğunu söylemeyeceğim. Hayır, ısrar etmeyin! Oyunun yarısında yanı başımızda dikilenin ve “Hadi bir el de benimle oyna!” diyenin kimliğini de söylemeyeceğim.
Cemal Çalık, 13.03.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Pazar Yazıları