"Her şey değişirdi, sistemler, hanedanlıklar, işgalciler, yollar; Halep içe kapalı görünse de ışık saçan varlığıyla aynı kalırdı.O yüzden de, “İşte geldim gidiyorum/ Şen olasın Halep Şehri” demişti Âşık Garip."
Nasılsa gidecektim yakında, herhalde giderdim; öylece geçti yıllar. Artık Halep bazı açılardan aramıza dağıldı, mültecilerin eliyle, aynı sebeple şehir olarak zayıfladı. Kendini toparlayacak sonunda, kim bilir kaç kez yaptığı gibi; ancak tam anlamıyla yanı başından geçerken siluetine hayran kaldığım şehir olmayacak.
Sürekli bir şeylere maruz bırakılıyoruz, yine öyle oldu. Birikmiş enerjiler, iyi duygular, umutlar, güçlü silahlara ve uzun vadeli planlara sahip devletlerin elinde kesilip biçiliyor bir kez daha, yeni sınırlar için. Plan despottur, demişti Le Corbusier. Halep savaş bölgelerine uzak, bu yüzden saldırılar karşısında tedbire ihtiyaç duymayan bir şehirdi. Dile gelmemiş bir uzlaşmayla kendi içindeki sürekliliğini korumayı hak ettiği düşünülür, savaş dalgalarının hücumlarından muaf tutulurdu. Bu nedenle de bir barış gücü oluşturacak birikime sahip olabildi.
Her şey değişirdi, sistemler, hanedanlıklar, işgalciler, yollar; Halep içe kapalı görünse de ışık saçan varlığıyla aynı kalırdı. O yüzden de, “İşte geldim gidiyorum/ Şen olasın Halep Şehri” demişti Âşık Garip.
”Şenlendirici”, Şehir Tarihçisi Cengiz Orhonlu’ya göre “mimar” anlamına geliyor. Halep kendi kendini onarma yeteneğine sahip bir şehir olmalı.
Destanların, efsanelerin seçtiği mekan o; yıkılmaz, şaşırmaz, sözünden dönmez. Kerem’in Aslı’nın ateşine yandığı şehir de orası değil mi? Ve Aşık Emrah da sevdiği kızı orada aramış. Osmanlı İmparatorluğu’nun dokumacılık merkezlerinden biri; kendine özgü kumaşlarıyla ünlü. Kalesine, hanlarına hamamlarına rengini veren kayşani taşından alıyor ışığını, pırıltısını.
Dört bin yılı aşan tarihinin birikimi, tedbirli konumuna karşılık savaş alanına dönüşmesine engel olamadı. Birkaç yıl içinde parçalandı, dağıldı, tozlara karıştı sinesine birikmiş âhların etkisiyle, çatışma alanı halinde bir değişime zorlandı. Sayısız imkân, sayısız ihtimal anlamına gelen yüz binlerce insan öldü, şehrin hesabı mı sorulur bunun yanında?
Akın akın süren göç sadece şehirleri dağıtmakla kalmıyor, kadim sosyal dokular da değişmeye mecbur kalıyor ve yer yer silinip kayboluyor. Savaş dalgası Lazkiye Türkmenleri olarak da bilinen Bayırbucak Türkmenlerini yerinden yurdundan etti, yollara düşürdü. Daha gerilere gidelim. İsmiyle Halep’e öykündüğünü düşündüren bir şehir, Halepçe, kimyasal silah bulutlarıyla bir kabristana dönüştü. Dünyaya yeniden nizam vermenin kaosu bizim yerlerimiz yurtlarımızda yaşanıyor. Her savaş, her bombardıman bir mülteci ordusu oluşturdu. Yaralı, parçalanmış, mustazaf kafileler hala kurtarabilecekleri ne varsa ellerinden tutup, sırtlarına yükleyip yollara düştüler.
Mülteci, hayat tarzını yapabildiğince yanında taşıyor. Ancak bir yerleşime özgü kültür o yerleşimin toprağından, suyundan, bitki örtüsünden, birikmiş şehir özelliklerinden de beslenerek kendine özgü bir varlık edinebilir. Suriye mültecileri yanlarında getirebildikleri ne varsa onunla zenginleştirecekler gittikleri beldeleri, fakat başka topraklarda geliştirdikleri hiçbir şey tam olarak Halep’te,
Bayırbucak’ta, İdlip’te vücut bulmuş olana karşılık gelmeyecek. Kaos, hatırlamayı unutmada arıyor yeni düzenin başarısını.
Halep denildiğinde akla gelen önemli mimarlık abideleri, mesela Halep Ulu Camii’nin parçaları, El Medine Çarşısı’na ait çeşitli bölümler çatışmalar sırasında tahrip edildi. Vezir Hanı girişi olduğu gibi duruyor mu, bilmiyorum. Ya Ümit Aktaş’ın iki yıl önce yardım götürmek için gittiği şehrin bir mahallesinde tanıdığı –bir şiirine konu ettiği, bir öyküme konu etmek istediğim yardımlara mesafe koyan- gururlu kız çocuğu, sürüp giden çatışmaların, yıkımların ve dağılmaların sonunda nerelere sığındı, nasıl bir hayat sürdürüyor?
Bir şeyler hâlâ sağlam ve şahitliğe yaraşır bir biçimde güvenilir olmalı. Öyle ya Âşık Garip geçti oradan ve hâlâ inandırıyor şiiri Halep’i var eden ölçülere; bunu hiçbir kaos planı değiştiremez.
Yerel taş kayşaninin ışıltısına değindim yukarıda. Şehri tasvir ederken “di”li geçmiş zaman kullanmayacağım; Halep geleceğe akmayı başaracak.
Gitmedim, ama biliyorum: Avlulu evleri geniş ve ferah, komşuluk ilişkileri canlı ve ölçülü. Şehrin çevresinden bağ ve bahçeleri besleyen bir ırmak akıyor ve mesire hattı sağlıyor şehirlilere. Havası kuru ve sağlıklı, gökyüzü yılın büyük bölümünde masmavi. Suları berrak ve leziz, mutfağı da zengin. Yerli halk kendilerinde kültürlü bir toplum olmanın incelik ve yeteneklerini görüp bununla yerli yerince övünüyor. Ünlü bilim adamları yetiştirip nitelikli eğitim kurumları oluşturmamışlar mıydı?
“Halebi çelebi” (Halepli, beyefendidir) deyişi, kendileriyle ilgili yargılarını açıklar. Halepli hoşgörülü, ağırbaşlı ve sakindir. “Mısırlılar ve Şamlılar düşüncesizce hareket eder, Halepliler ise önce annelerine danışır.” Yerli yazarlara göre Halep, müstakil, kendi içinde araştırılmaya ve değerlendirilmeye değer doğal bir varlıktı. Halep sadece doğulan şehir olduğu için değil, benimseme yoluyla da “vatan” kılınırdı.
Halep üzerine işte bu şekilde uzayıp gidecek ne çok cümle kurabilirim, mültecilerle yaptığım konuşmalardan ve sırf Abraham Marcus’un “Modernliğin Eşiğinde Bir Osmanlı Şehri/Halep” başlıklı kitabından hareketle. (Tercüme: Mehmet Emin Baş, Küre, 2008). Fakat, zamanında göremediğim için asla tam olarak kavrayamayacağım bir şehir artık, efsanelerin beşiği ve sahnesi. Marcus’un kitabındaki bilgiler iyimser bakmaya sevk ediyor: Halep küllerinden yeniden doğabilir, derleyip toplayabilir, sesleyip düzene sokabilir; “Her yol Halep’e çıkar” denilmemiş mi? Orada fikirler nesnelerden daha hızlı dolaşıma girmiyor mu?
(Braudel) Yüzyılların akışı şiddetli darbeler indirdiğinde bile toparlanıp ayağa kalkmayı başardı. Yerli halka göre yeryüzünün en seçkin zemininde kurulmuştu şehirleri, başka hiçbir yöre onun iklim, insan ve nimet uyumunun mükemmelliğine ulaşamazdı. Derin geçmişin izlerine her tarafta rastlanabilirdi.
Bir şehir binlerce parçası bulunan bir bireşim. Ne sadece malzeme, ne sadece insan. “Yalın mekan yoktur” diyor Johny Urry, “Mekanları Tüketmek” kitabında; “Farklı türden mekanlar, mekansal ilişkiler veya mekansallaştırmalar vardır.” On sekizinci yüzyılda şehri şekillendiren birçok cami, anıt ve kamu binası Osmanlı öncesine aitmiş. Osmanlılardan önce Hititler, Aramiler, Asurlular, Persler, Yunanlılar ve Romalılar şehri başarıyla yönetmiş.
Uzağından geçtiğim şehre Aşık Garip’in duası dillerde dolaşmaya devam ediyor ya; yine şenlenecek. Fakat savaşın tahrip ettiği başka yörelerde toplumun emeğiyle, duasıyla var ettiği nice birikim aynı şekilde kendi sürekliliğini yeniden üretmeyi başarabilir mi? Küçük topluluklar sınırı aşarak bölgeye dağılırken kültürel kodlarını bir yere kadar taşıyabilir. İnsanlar Avrupa’ya iltica ederken kültürel kodlarının tamamını yanlarında götüremiyorlar. Toplumsal dokulara özgü nice birikim hayatilikten mahrum kalırken en fazla folklorik bir değere sahip olarak hatırlanabilir. Aynı şekilde nefes almayı sürdüremeyecek ne çok hayat var! Şimdiki zamanın savaşları, “ama” ve “ancak”lardan yoksun kitleyi küreselleşmeyle gelen bir hayat tarzı lehine büyütüyor.
Şehir, fiziksel birimlerinden önce içine topladığı insanla bir hüviyet edinir; ancak tek tip, değişmez bir insan değil kastettiğim. Şehir dediğim ille de çok farklı uzamları barındıran bir metropol olmak zorunda da değil. Şehir oluşma ve sürdürme sebepleriyle yapılanmayı sürdürür, o sebepler zaman içinde kaynaşarak bir ağ gibi kuşatır mekanları, yabancı ve değişik teknikler, bazen uyumsuz gibi gelen malzemelerle bir orada bir burada denenerek mekanla uyumlu bir yerleşmeyi gerçekleştirir. Braduel’in Venedik’i anlatırken yaptığı tespitleri hatırlayalım: Uyum, tarihi dönemlerin iç içe geçmesi, ama öte yandan da zamana bağlı olmama… Bu sebeplerle şehir bir taraftan hem her zaman güncel, hem de ölü; ama yine de canlı.
Biz Halep için bunu rahatlıkla söyleyebilirdik, yine de söyleriz. Yıkıldı, tahrip edildi, dağıldı, yine de toparlanacak. Gidenlerin bir kısmı dönecek, muhacirlere açık olacak kapıları ve yeniden var edecek savaşın silip unutturmaya çalıştığı güzelliklerini.
Efsanelerden, kitaplardan, tablolardan öğrendiğimiz, sinema sahnelerinden aşina olduğumuz, bizzat gidip fotoğraflarını çektiğimiz ve mülteci akınıyla da öğrenmeyi sürdürdüğümüz şehir kendini hatırlamanın bir yolunu bulacak. Savaşın ortada bıraktığı yetim çocuğun gururlu sessizliği, asla kaybedilemeyen nedir, bu soru üzerine düşündürüyor.
Cihan Aktaş, 26.03.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: