26 Mart 2016 Cumartesi

SA2677/KY46-EE7: Bilim-Kurgu'nun Kurgusu

"Bilimle bütünleşebilen hayal gücü her zaman geliştirici oldu. Ama bilginin kurgusunu, bilimin kurgusuymuş gibi seyirciye aktaranlara soru işaretlerim de her zaman var olacak. Çünkü bilginin kurgulanması, bir takım bilimsel verilerin üzerine bir öykü inşâ etmekten çok daha büyük riskler taşıyor. Mesela insanlara yaşamadıkları sanallığın, gerçekten yaşanmış gibi kabul ettirilmesi gibi riskler."


Farkında mısınız, bilim-kurgu üretenler son zamanlarda tuhaf görünümlü uzaylı tiplemelerine yer vermekten kaçınmaya başladılar. Mavi ve yeşil adamlar, garip makyajlı tipler yeni filmlerde pek yok. 

Bilim kurgu, bir tür olarak ortaya çıktığında bu türden tiplemeler yüzünden pek kabul görmemişti. Çevremizdeki “akîl” insanların çoğunluğu filmlerdeki bu mavi/yeşil adamlarla dalga geçip, saçma sapan şeyler, hepsi uydurma demişlerdi. Yarı insan olan Mister Spock bile eleştirilerden nasibini almıştı. Buna karşılık biz, sinema insanoğlunun hayallerini zorlayabildiği bir mecradır ve gerçek hayata ışık tutabilir bile diyememiştik. 

Gerçi Türkçe ismi yerine kısaca “Star Wars” dediğimiz ünlü seride garip görünümlü, dünya dışı akıllı varlıklar geleneği halâ sürüyor. 1977'deki ilk bölümden beri yer verilen karakterler ve evren kavramına yüklenmiş metaforlar zarar görmesin diye bu yapılıyor. Çok uzaktaki bir galakside geçiyor olaylar, belki oralarda böyle varlıklar vardır iddiası...

Gezegenin birinde, ikinci el ıvır zıvır mağazası işleten dev bir eşek arısının yaşayabileceğine inanmış gözüksek de, bazı bilim-kurgulardaki art direktör veya makyaj fiyaskolarını izlerken, hiç mi tabiattaki yaratılmışları örnek almadınız sorusu gelir aklıma. Çok uzakta olduğu için, oradakilerin insandan farklı canlılar olabilir tezinin ötesinde, canlılardaki fiziksel estetiğin göz ardı edilmesidir dikkatimi çeken. Haberlerde okuyoruz, bilim insanları tabiattaki varlıkları taklit ederek başarılı buluşlara imza atıyorlar. Duyduğumda mutlu oluyorum. Bazı bilim-kurguların ise bilimin bu örneklemelerinden haberleri yokmuş gibi davranmalarına da şaşırıyorum.

Bilim-kurgularda garip yaratıklardan vazgeçip, karakterlerdeki  “insanlaşma”nın, evrene ve hayata dair tezlerin üretilmesiyle birlikte arttığını görüyoruz. Çünkü bilim-kurgucular evrendeki varlığımızın geçmişteki süreçlerini ve geleceği daha fazla sorgulamaya başladılar. Dünya tarihine ve kainata dair tezler ürettiler. İnsanın kendisini sonuna kadar eleştirebildiği, yeni sistem eleştirileri geliştirdiler. Hiç sorulamamış sorulara, bugüne kadar akla gelmemiş cevaplar verdiler. 

Bütün bunların yanısıra hem bilimin, hem de bu türden kabul edilerek bilginin kurgusunun rahatlıkla yapılabildiği filmler de oldu. Geçenlerde insanlara sunulan bilginin kurgulanabilir olduğundan söz etmiştim. Bilim-kurgu sinemasının bilime dayalı kurgular yapmasına her zaman eyvallah diyorum. İnsanlığın ilerlemesinde önemli aşamalar böyle kat edildi zaten. Bilimle bütünleşebilen hayal gücü her zaman geliştirici oldu. Ama bilginin kurgusunu, bilimin kurgusuymuş gibi seyirciye aktaranlara soru işaretlerim de her zaman var olacak. Çünkü bilginin kurgulanması, bir takım bilimsel verilerin üzerine bir öykü inşâ etmekten çok daha büyük riskler taşıyor. Mesela insanlara yaşamadıkları sanallığın, gerçekten yaşanmış gibi kabul ettirilmesi gibi riskler. 

Sinema ve diğer kitle iletişim araçları bu sanal gerçekliğin bir parçası olduğu sürece sadece birey için değil, toplumsal hayat için de riskler var demektir. Bu yüzden politik sinemanın yolu, bilgiyi kurgulamak değil, kurgulanarak insanlara gerçekmiş gibi kabul ettirilen sanallığın ortaya çıkarılması olmalı. Bu yüzden kurulu düzenleri sorgulayan, sistemlerin nasıl kurulup işlediğine dair fikir üretip, göz açıcı pırıltılar taşıyan az sayıdaki bilim-kurgu filmlerini diğerlerinden ayrı tutuyorum.  

Bunlardan birisi geçenlerde televizyonda da yayınlanan Ada (2005) adlı filmdi. Tamamen kurgulanmış bilgiye dayalı bir dünyada yaşayan, klonlanmış (kopya) insanlardan oluşan bir toplum. Steril bir ortamda yaşayan, günlük gıdaları bile sistem tarafından belirlenip, aynı tip kıyafeti giyen insanlar. Herkes gerçekte var olmayan bir adaya gideceği günü beklemektedir. Oysa adaya gitmek, kopyası oldukları zenginlerin yedek organ ihtiyaçlarını karşılamak üzere ameliyata alınmaları yani ölmeleri anlamına gelmektedir. Yaşadıklarına bakarak sorular sormayı başaranlar sistemi çözer ve hayatlarını kurtarırlar. 

Yıllar önce Amerikalı usta yönetmen John Carpenter'ın bir filmini izlemiştim ve beni çok etkilemişti. “They Live” (Yaşıyorlar) (1988)  Kanaatime göre politik sinema adına yapılmış en başarılı filmlerden birisi bu filmdir. Özel gördüğüm her filmi izledikten sonra internet sitelerinde ve video paylaşım gruplarında fragmanına yapılan seyirci yorumlarını okurum. Kendi çıkarımlarımı, yorumlarımı diğerleriyle mukayese ederim. Seyircilerden birisi yorumunda şöyle diyordu; “Bu filmde her ne kadar uzaylılar ve onların yeryüzünde kurduğu sömürü düzeni anlatılıyor gibi gözükse de, John Carpenter'ın bize bazı şeyleri direkt söyleyemediğine inanıyorum. Aslında bu film bir atıftır ve dünyada yaşananlara dair bazı gerçekleri işaret etmektedir Carpenter.”  

Elbette “Yaşıyorlar” filmini izlemenizi tavsiye ediyorum. Oligarşik yapılanma diyebileceğimiz bir tür azınlık hakimiyetinin, dünyayı nasıl yönettiği ve insanları nasıl bir sanal gerçeklikle aldatıp yönetilebilir hale getirdiğini anlatan bir başyapıt. Bilgilerin kurgulanarak, yaşadıklarından çok farklı algıları gerçeklik olarak kabullenen toplumların nasıl sömürüldüğü konusuna farklı bir bakış açısı. Filmden bir kesiti şuraya tıklayarak izlerseniz sizin için bir ipucu olabilir. 

Senaryosu, Ray Faraday Nelson'un 1963'de yayınlanan “Saat Sabahın Sekizi” adlı kısa öyküsünden esinlenilerek yönetmen John Carpenter tarafından yazılmış. Filmin kahramanı çöplüğe atılmış bir kutunun içerisinden aldığı gözlüğü takarak, o güne kadar gördüğü pek çok şeyin aslında sandığı gibi “gerçek” olmadığını fark eder. Film; “itaat”, “düşünce kontrolü”, “tüketim toplumu” gibi kavramları sorgulayarak, kurulu sistemin sadece belli bir gruba nasıl üstünlük ve kazanımlar sağladığını anlatır. 

Geçenlerde Fransa'daki bir göçmen kampına yapılan polis müdahalesinin “Yaşıyorlar” filmindeki bir sahnenin tıpkısı olduğunu, filmin gösterime girmesinden yirmi sekiz yıl geçmesine rağmen fark edenler oldu. Gezegendeki insan hikâyeleri pek değişmiyor demek ki. 

Böyle bir ortamda, kurgulanmış bilgilerle yönetilen toplumlar için, sinemanın göz boyayan sanal gerçekliğin bir parçası olmaması önemli. Sanatın, insanlara sadece soru sorması da değil, doğru soruları sorabilmeleri için ipuçları verebilmesi de gerekiyor. Sistem tarafından kabul görmüş, onaylanmış bilgiler mi, yoksa gerçek mi? Sistemin size monte ettiği önyargılardan kurtulmadıkça gerçeğe ulaşabilmek pek de mümkün değil gibi görünüyor. Yoksa Romalı Pilatus gibi kendi kendinize sorar durursunuz “Gerçek nedir” diye ve bir cevap da bulamazsınız. 



Ekrem Ergüder, 26.03.2016, İstanbul, Sonsuz Ark, Sinema-TV, Medya

Ekrem Ergüder Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı