"Genelleyici yargılar, yeni bir genelleme yapılamayacağı şeklindeki kötümser bakışı pekiştiren bir etki uyandırıyor. Tahkir ve tezyif dili, konuşma alanlarını daraltıyor. Tebliğ dili ne anlama geliyor, değişen şartlar altında yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?"
Türkiye zor bir coğrafyada yer almanın bedellerini ödemekle bitiremiyor. Zor olan sadece coğrafya değil kuşkusuz, tarihsel açıdan da bir geçiş dönemindeyiz. Toplumu bastırma siyasetleri birbirini takip eden darbe ve faili meçhul cinayetleriyle sürdürüldüğü için, bugünlere kalan ağır, kanlı bir hasıla. Bu hasılanın sebeplerini analitik bir bakışla okumaktan uzak duranlar mutlu yakın geçmişten söz ediyorlar.
Siyasi geleneğimizde toplumsal yarıkları derinleştirme temayülü ağırlıklı bir yer tutuyor. Gerçi toplumun paylaştığı ferasetli bir tutum bu temayülü dengede tutan bir etkiye sahip. “Devlet aklı” üzerinde de belirleyici bir etkisi olan bu ferasete şimdilerde her zamankinden fazla ihtiyacımız var.
Kierkegaard’ın dindarların arabuluculuğu konusundaki güveni, dindar insanın dünyevi hesaplarla ilgisi olmayan bir sorumluluk duygusuyla hareket edeceği kanaatine dayanıyor olmalıydı.
Vardığımız noktada kalplerimiz, İslami kesimin geçmişteki gibi bir umut olamamaya başladığı yargısıyla daralıyor. Hesap gününde nasıl mahcup düşmeyebiliriz? Barış için elimizden daha fazlası gelemez miydi?
1970’lerdeki sağcı ve solcu gençler arasında yaşanan çatışmalar, geriye baktığımızda bizi birbirimize düşürmeye yönelik bir tuzak, “emperyalistlerin komplosu” olarak yorumlanıyor. Çok ileride bugünleri değerlendirdiğimizde neler konuşacağız acaba? Hep kervanı yolda düzene sokmaya alışık olan bizler için, Batılıların elli yıllık yüz yıllık planlarının tuzağına düşmek ne zamana kadar bir kader meselesi sayılacak?
Ardımızda bıraktığımız on beş yılın başarısı ve eksikleri, kusurları ve ihmalleri konusunda ne kadar konuşulsa az. İslamcılar Kürt meselesine geç uyandı, bu çok açık. Ne var ki İslami kesimin önde gelenlerinden birçoğu da Kürtlerdi. Bu bağlamdaki hataları, eksiklerimizi ve tecrübesizliklerimizi konuşmaya ihtiyaç duyduğumuz halde, bazen tutarlılık endişesi, bazen bilgi eksikliği yüzünden, çoğu zaman barış imkânı adına cümle kurarken kılı kırk yarıyoruz. Orada neler oldu süreç içinde, tam olarak bilmiyoruz. Hendekleri kim, nasıl kazdı, kim hangi niyetle ve ne zaman niye göz yumdu?
1970’lerde İslamcılar kamplaşmaların sebep olduğu acılar karşısında arabulucu, barış ve kardeşliği hatırlatan, terör karşısında dayanışmaya çağıran bir rol üstlenmişlerdi. İslami kesimin belirleyici söylemlerinde önemli bir paya sahip Akıncılar, çatışma ortamında izledikleri sorumlu dille geleceğe uzanan bir güvenilirliğin altını çizdiler. Halkla kaynaşmaya dönük faaliyetleri, bu rolü güçlendirecek şekilde gelişiyordu. Elli değil yüz yıllık bir birikimle sağlanmış bir güvenilirlik, sözünü ettiğim. Bir kriz dönemi ancak böyle bir güvenilirliğin sağladığı uzlaşımla aşılabilirdi.
“Olay”, şimdi olup biten üzerine geçmişteki tecrübelerin yardımına başvurarak yeniden düşünmeyi gerektirir. Konformist zihinler ise ezberleriyle okuyor şimdiki zamanın meselelerini. O zaman da çözüme fayda sağlamayacak tartışmalarla kapanıyor önümüz.
Ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım:
Öykülerini beğeniyle okuduğum sol görüşlü bir yazar geçtiğimiz günlerde şu mealde yazılmış bir tweet’i rt etti: “Biz Köy Enstitüleri deriz, onlar Harem.” Cümle 1970’lerden bugüne taşınmış gibi geliyor. Geçen on yıllar içinde hiç mi tartışmadık bu başlıkları?
Sayısız harem, bambaşka köy enstitüsü yorumları yapıldı. Sözü edilen kadınların kapatıldığı bir mekan ise, Antik Yunan şehirleri de haremlik selamlıklıydı; Richard Sennett “Ten ve Taş”da anlatıyor. Haremi döneminin bağlamları içinde anlama gibi bir yükümlülüğümüz yok mu? O açıdan bakılacak olursa harem yaşantısının günümüzde “lifestyle” başlığı altında zevkleri ve eğilimleri belirlemede seçkinci bir iddia taşıyan topluluğa karşılık geldiği de öne sürülebilir.
Köy Enstitüleri konusu da netameli. Bozkırdaki Çekirdek’in yazarının bakış açısını nereye yerleştireceğiz, hangi kesimin genellemeleri içine? Kemal Tahir bu eğitim kurumlarını dokunulmazlıklarının üzerindeki örtüyü kaldırarak ele aldı. Pakize Türkoğlu ise Taşralı bir kız öğrenci olarak kendisine öğretmen olma şansı veren bu okulu kişisel tecrübesi üzerinden anlattı “Tonguç ve Enstitüleri”nde.
Peki, Köy Enstitüleri’ni İnönü kapattırmamış mıydı? Niye kapatıldı bu okullar? Çünkü Sovyet modeli sayılıyor, komünizmi yayacağı düşünülüyordu. Köy Enstitüleri’nin komünist ve ateist öğrenciler yetiştirdiği güçlü bir kanaat. Oysa bu enstitüler mevcut eleştiriler hesaba katılarak daha dengeli bir müfredatla öğrenci yetiştirmeyi sürdürebilirlerdi. Sanat ve zanaat alanlarında eğitim, bu okulların bir ayrıcalığıydı.
İlk romanım Bana Uzun Mektuplar Yaz’ın mekanı, köy enstitüleri geleneğinin izlerinin fark edildiği bir yatılı okuldu. Ülke sathındaki kutuplaşma bu okulda sağcı ve solcu gruplarda bire bir karşılık buluyor. Şarkılar, renkler, gazeteler, şiirler, öğretmenler, kelimeler kutuplaşmada yeni anlamlar kazanıyor.
“Olanak” mı yoksa “imkân” mı kullanıyor öğretmen? “İnce ince bir kar yağar” şarkısını sağcı bir öğrenci söyleyemez. Kütüphane raflarında Nazım Hikmet kitabı nasıl yer alabilir Milliyetçi Cephe döneminde? Peki, lavabo duvarlarına “kahrolsun Amerika” diye yazan kimdi? Kafası karışır öğrenci kahramanımızın. Neden ABD aleyhtarı bir slogan solculara ait sayılıyor?
Buradan hareketle günümüz kamplaşmalarının sebep olduğu eleştirel daralmaya dönebiliriz. Niçin 3. köprü üzerine farklı bir cümle kurmak karşıt kampta sayılma gerekçesi kılınmalı? Sırf Kuzey ormanlarının ekolojik denge açısından taşıdığı hassas değerden hareketle bir endişe taşıyor olamaz mı insan? Ve işçi ölümleri üzerine eleştirel bir cümle kurmanın tebliğ sorumluluğuyla ilgisi nasıl göz ardı edilebilir…
Genelleyici yargılar, yeni bir genelleme yapılamayacağı şeklindeki kötümser bakışı pekiştiren bir etki uyandırıyor. Tahkir ve tezyif dili, konuşma alanlarını daraltıyor. Tebliğ dili ne anlama geliyor, değişen şartlar altında yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?
Kan sızdırıyor bedenlerimiz; şifa olduğuna inandığımız değerlerimize karşılık, konuşma yollarına inancımızı yitirmeye zorlanıyor bilinçlerimiz.
Sürekli değişkenlik göstererek birer imkana dönüşen kategoriler de vardır oysa; teröre karşıtlık açısından oluşması önem arz eden kategori gibi… Terörün umutlarımızı tüketerek bizi içine kapanan umutsuz kitlelere dönüştürmesine izin vermememiz gerekiyor.
Her zaman haklı çıkan tutum, savunmasız masumu tehdit eden şiddetin karşısında durmaktır. Konjonktür değişir ama bu gerçeklik sabit kalır. Sivilleri hedef alan terör gibi sivil yerleşimlerdeki hayatı katlanılma hale getiren uygulamalar da barış umutlarını tüketen bir etki uyandırıyor.
Hayır, yakın geçmiş toplumsal barış açısından hiç de toz pembe yaşanmış değil, bunu gençlerin öğrenmesi gerek. Ancak daha yaşlıların da yakın geçmişin bizzat tecrübe edilen veya az çok şahit olunan acılarından yeterince ders çıkardığını söylemek zor.
İhtilaf konularını derinleştirecek yerde asgari müşterekleri öne çıkarmanın kanallarını aktif hale getirmeliyiz. Terörün hedeflerine tabi olmayacak bir plan, bir programda buluşmaya mecburuz.
Cihan Aktaş, 02.04.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: