2 Nisan 2016 Cumartesi

SA2707/ME34: Sabrın Diğer Ucu

“Ne olmuştu ona? Anlayamamıştım. O ölmüş bir insanlık için ağlıyordu kesinlikle. Kendi ürettiği vahşetle intihar etmiş, ölü kokan bir insanlık. Bunu anladığıma emindim.”


Dertli birini gördüğümde dayanamam, elimden gelse derdini dinler, derdine derman arar, çare varsa bir yerde koşar-koşturur bulur ve onu huzura kavuşturmak isterim. Bir ağaç dibinde onu yere oturmuş vaziyette gördüğümde eğdiği kafasından anlamıştım onun da büyük bir derdi olduğunu.

Gözbebeklerini görmek için çimlerin arasına karıştım ve ayaklarının dibine kadar gelip dikkatle ona, gözlerine baktım. Gözbebeklerinde çekip gitmiş bir adamın ruhu vardı, daha doğrusu kararmış gözbebeklerin ruhu gitmiş kendisi kalmış bir boşluk vardı. Yanaklarına yaslanan yarı yumruk ellerinin ağır ve acılı bir şekilde ağladığını duyuyordum.

Sıçradım ve ellerine dokundum; onu ellerinden dinlemeye başladım:

“Suskun sebilin gözlerinden akan şerbetin rengini bilen var mıdır, bilmiyorum. Suskun sebilin gözleri var mıdır, onu da bilmiyorum ki gözyaşları olsun ve gözyaşlarının rengi olsun da onu bilen olsun. Bildiğim suskun sebil ağladığında derinlerden kopup gelen binlerce, belki de milyonlarca yıllık ıstırap alev alev akar su yalağına, oradan da arkına; su kalmaz orta yerde, yalak kalmaz, sebil kalmaz; her yer kan rengi ıstırabın râyihâsı ile dolar. Râyihâ’nın rengini soran olur mu, onu da bilmem.

Her bir insan dengi canlının, insan gibi görünen şeyin ıstıraptan demlendiğini bilirim; o şeyin, o canavar şeyin başkalarına çektirdiği azabın derecesine baka baka çılgınlaştığını, gözünü kan bürüyecek kadar öfke ile donandığını bilirim. Gözlerine bakarım sessizce. Bakar, düşünürüm öylece. Niçin derim, niçin bu işkence? Başkalarında süsleyip aslında kendine giydirdiğin bu alevden elbisede saadet yok; bu hırs niye, bu gözü dönmüşlük niye?

Oysa ıstırabın rengi değişmedi Adem’den, Havva’dan bu yana; insanın insana, kadının erkeğe, kadının kadına, erkeğin kadına, çocuğa ve yaşlıya yapıp ettikleri gözyaşından öteye gidemedi hiç. Suskun sebil oldu insanın kadınından ve erkeğinden zalim olmayan. Zâlim olamadı hiçbir zaman gözlerindeki derin bitmemişliğin sancıları içine dokunurken. İncitemedi, acıtamadı, ağlatamadı, vahşetle donatamadı hiçbir yerini; alev alev aktı su yalağına, oradan da arkına.

Yorgun dimağlarıyla insanlar sürünüyorlar şeklinden insan tozu silkinen yaratıkların elinde. Bir sürü gibi öykünüyor insanlar tümden güdülmeye. Bir hayvan gibi hırıldasın öteki, saldırsın, parçalasın ötekini istiyorlar ezilmişliklerini başkalarından çıkarmak için fırsat güdenler, güttükleri fırsatları bir tenhada, bir kışkırtı hânesinde, bir zorbalık tahtında elde edenler. Aç, hırsından gözleri çatlayacak kadar kendini kaybetmiş, dudaklarından irin irin akanlar. Dudakları kızıl, kokuları kızıl, korkuları kızıl; kan kükrüyorlar öylece. Kan pişiriyorlar altın kaplama sürahilerinde.

Bilirim, hıncını hayattan alamamışların zavallılığını. Bilirim öfkesini zengin bağırışlarla, sebepsiz yaygaralarla her tarafa savuranların zavallılığını. Bilirim o zavallıların daha büyük bir güce tapınmak için sürekli arandıklarını ve bir sürüngen gibi yerlere kapaklanmayı umduklarını. Bilirim öteki alçaklığın rengini, suskunluğun şeytanî rengini.

Gözlerim ağırlaşır bu demde; bu demde karalar giyinir içim; bu demde bilirim çaresizliğimi. Bu dem yok eder umutlarımı, bu demin kirli, çirkin ve riyâkâr hoyratlığı yıldırır serdengeçtiliğimin o sarsılmaz coşkusunu. Hepsine tek tek ulaşamam, ulaşsam da gücüm yetmez insanın çirkinliğine, durduramam riyâkârlığını Allah’ı hatırlatıp ve kiri ortadan kaldıramam tek başıma.

Çâresizim, içim erir suskun sebil gibi…

Duduramam bu kanlı gösteriyi; elim varamaz durdurmaya… Çarkın içine sızmış olanların o korkunç hırsına anlam tazeleyemem, sesim duyulmaz, görüntüm korkutmaz.

Çekip gidesim var bu kanlı gözlerden akan kanlı gözyaşlarından uzağa… gidemem, gittiğim yer neresi olacaksa bildiklerim de orada olacak. Gördüklerimi nasıl unutabilirim ki bildiklerimden ayırıp? Duyduklarım hangi renge bürünecek görünmemek için? Dokunduklarım nasıl susacak içimde? Ben insandan gördüğümü unutamam, bunu bilirim.

Durdur desem birine, birinden ötekine koşsam, ötekinden daha büyüğüne ulaşsam, kim kimi durduracak, durdurmak isteyecek, bilemem. Allah desem, Allah demeyi istesem, Allah ellerini uzatıp durdurmayacak onları, onlara verdiği mühlet dolana dek.

Bir tek kendime yeter gücüm, eğer gücüm bedenimde mahpus değilse. Hangi kişi bedenine mahkûm değil, bilemem. Ekmeği suyu bilmem neyi, ötekine mahkûm olan insan kişisi bedene mahpus değil midir? Nasıl kendine yetecek gücü o vakit? Bilirim yetmez; bilirim öteki olmadan güç insanın kendisine de yetmez. İçindeki kirden, iblis’in fısıltılarından daha büyük ne saldırabilir ki insana başka? Nasıl güç yetirebilir kendine insan, nasıl tutabilir içindeki bataklığın kirli ellerini?

Bildiğim suskun sebil ağladığında derinlerden kopup gelen binlerce, belki de milyonlarca yıllık ıstırap alev alev akar su yalağına, oradan da arkına; su kalmaz orta yerde, yalak kalmaz, sebil kalmaz; her yer kan rengi ıstırabın rayihâsı ile dolar.

Rayihâ’nın rengini soran olur mu, onu da bilmem.”

O başını kaldırıp uzaklara bakarken ben ellerinden düştüm. Ellerinden dinlediklerim de kesildi. Çimlerin arasında sersemlemiş bir hâlde dolaşır buldum kendimi. Uzunca bir süre kendime gelemedim, söylediklerini fazla anladığımı söyleyemem, ama bir cenaze evinden ağıt dinlemiş gibi olduğuma emindim. İçinden geçenleri kendine bile itiraf etmekten sakınır gibi kat kat giysilerle donatmıştı söylediklerini, yani düşündüklerini…

Ne olmuştu ona? Anlayamamıştım. O ölmüş bir insanlık için ağlıyordu kesinlikle. Kendi ürettiği vahşetle intihar etmiş, ölü kokan bir insanlık. Bunu anladığıma emindim. Ona “Sabrın bir ucu sende, bunu görüyorum, diğer ucu da Hesap Günü’nde, dayan!” demek istedim, ama diyemedim, çünkü beni duyamayacak kadar doymuştu acıya.



Mustafa Ege – Perşembe, 02/04/2016 –00:04/ İz Etki Ekinoksları 34




Seçkin Deniz Twitter Akışı