“Ne olmuştu ona? Anlayamamıştım. O ölmüş bir
insanlık için ağlıyordu kesinlikle. Kendi ürettiği vahşetle intihar etmiş, ölü
kokan bir insanlık. Bunu anladığıma emindim.”
Dertli birini gördüğümde dayanamam, elimden
gelse derdini dinler, derdine derman arar, çare varsa bir yerde koşar-koşturur
bulur ve onu huzura kavuşturmak isterim. Bir ağaç dibinde onu yere oturmuş
vaziyette gördüğümde eğdiği kafasından anlamıştım onun da büyük bir derdi
olduğunu.
Gözbebeklerini görmek için çimlerin arasına
karıştım ve ayaklarının dibine kadar gelip dikkatle ona, gözlerine baktım.
Gözbebeklerinde çekip gitmiş bir adamın ruhu vardı, daha doğrusu kararmış
gözbebeklerin ruhu gitmiş kendisi kalmış bir boşluk vardı. Yanaklarına yaslanan
yarı yumruk ellerinin ağır ve acılı bir şekilde ağladığını duyuyordum.
Sıçradım ve ellerine dokundum; onu ellerinden
dinlemeye başladım:
“Suskun sebilin gözlerinden akan şerbetin
rengini bilen var mıdır, bilmiyorum. Suskun sebilin gözleri var mıdır, onu da
bilmiyorum ki gözyaşları olsun ve gözyaşlarının rengi olsun da onu bilen olsun.
Bildiğim suskun sebil ağladığında derinlerden kopup gelen binlerce, belki de
milyonlarca yıllık ıstırap alev alev akar su yalağına, oradan da arkına; su
kalmaz orta yerde, yalak kalmaz, sebil kalmaz; her yer kan rengi ıstırabın râyihâsı
ile dolar. Râyihâ’nın rengini soran olur mu, onu da bilmem.
Her bir insan dengi canlının, insan gibi görünen
şeyin ıstıraptan demlendiğini bilirim; o şeyin, o canavar şeyin başkalarına
çektirdiği azabın derecesine baka baka çılgınlaştığını, gözünü kan bürüyecek kadar
öfke ile donandığını bilirim. Gözlerine bakarım sessizce. Bakar, düşünürüm
öylece. Niçin derim, niçin bu işkence? Başkalarında süsleyip aslında kendine giydirdiğin
bu alevden elbisede saadet yok; bu hırs niye, bu gözü dönmüşlük niye?
Oysa ıstırabın rengi değişmedi Adem’den, Havva’dan
bu yana; insanın insana, kadının erkeğe, kadının kadına, erkeğin kadına, çocuğa
ve yaşlıya yapıp ettikleri gözyaşından öteye gidemedi hiç. Suskun sebil oldu
insanın kadınından ve erkeğinden zalim olmayan. Zâlim olamadı hiçbir zaman
gözlerindeki derin bitmemişliğin sancıları içine dokunurken. İncitemedi,
acıtamadı, ağlatamadı, vahşetle donatamadı hiçbir yerini; alev alev aktı su
yalağına, oradan da arkına.
Yorgun dimağlarıyla insanlar sürünüyorlar
şeklinden insan tozu silkinen yaratıkların elinde. Bir sürü gibi öykünüyor
insanlar tümden güdülmeye. Bir hayvan gibi hırıldasın öteki, saldırsın,
parçalasın ötekini istiyorlar ezilmişliklerini başkalarından çıkarmak için
fırsat güdenler, güttükleri fırsatları bir tenhada, bir kışkırtı hânesinde, bir
zorbalık tahtında elde edenler. Aç, hırsından gözleri çatlayacak kadar kendini
kaybetmiş, dudaklarından irin irin akanlar. Dudakları kızıl, kokuları kızıl,
korkuları kızıl; kan kükrüyorlar öylece. Kan pişiriyorlar altın kaplama
sürahilerinde.
Bilirim, hıncını hayattan alamamışların
zavallılığını. Bilirim öfkesini zengin bağırışlarla, sebepsiz yaygaralarla her
tarafa savuranların zavallılığını. Bilirim o zavallıların daha büyük bir güce
tapınmak için sürekli arandıklarını ve bir sürüngen gibi yerlere kapaklanmayı
umduklarını. Bilirim öteki alçaklığın rengini, suskunluğun şeytanî rengini.
Gözlerim ağırlaşır bu demde; bu demde karalar
giyinir içim; bu demde bilirim çaresizliğimi. Bu dem yok eder umutlarımı, bu
demin kirli, çirkin ve riyâkâr hoyratlığı yıldırır serdengeçtiliğimin o
sarsılmaz coşkusunu. Hepsine tek tek ulaşamam, ulaşsam da gücüm yetmez insanın
çirkinliğine, durduramam riyâkârlığını Allah’ı hatırlatıp ve kiri ortadan
kaldıramam tek başıma.
Çâresizim, içim erir suskun sebil gibi…
Duduramam bu kanlı gösteriyi; elim varamaz
durdurmaya… Çarkın içine sızmış olanların o korkunç hırsına anlam tazeleyemem,
sesim duyulmaz, görüntüm korkutmaz.
Çekip gidesim var bu kanlı gözlerden akan kanlı
gözyaşlarından uzağa… gidemem, gittiğim yer neresi olacaksa bildiklerim de
orada olacak. Gördüklerimi nasıl unutabilirim ki bildiklerimden ayırıp?
Duyduklarım hangi renge bürünecek görünmemek için? Dokunduklarım nasıl susacak
içimde? Ben insandan gördüğümü unutamam, bunu bilirim.
Durdur desem birine, birinden ötekine koşsam,
ötekinden daha büyüğüne ulaşsam, kim kimi durduracak, durdurmak isteyecek,
bilemem. Allah desem, Allah demeyi istesem, Allah ellerini uzatıp durdurmayacak
onları, onlara verdiği mühlet dolana dek.
Bir tek kendime yeter gücüm, eğer gücüm
bedenimde mahpus değilse. Hangi kişi bedenine mahkûm değil, bilemem. Ekmeği suyu
bilmem neyi, ötekine mahkûm olan insan kişisi bedene mahpus değil midir? Nasıl
kendine yetecek gücü o vakit? Bilirim yetmez; bilirim öteki olmadan güç insanın
kendisine de yetmez. İçindeki kirden, iblis’in fısıltılarından daha büyük ne
saldırabilir ki insana başka? Nasıl güç yetirebilir kendine insan, nasıl
tutabilir içindeki bataklığın kirli ellerini?
Bildiğim suskun sebil ağladığında derinlerden
kopup gelen binlerce, belki de milyonlarca yıllık ıstırap alev alev akar su
yalağına, oradan da arkına; su kalmaz orta yerde, yalak kalmaz, sebil kalmaz;
her yer kan rengi ıstırabın rayihâsı ile dolar.
Rayihâ’nın rengini soran olur mu, onu da bilmem.”
O başını kaldırıp uzaklara bakarken ben ellerinden
düştüm. Ellerinden dinlediklerim de kesildi. Çimlerin arasında sersemlemiş bir
hâlde dolaşır buldum kendimi. Uzunca bir süre kendime gelemedim, söylediklerini
fazla anladığımı söyleyemem, ama bir cenaze evinden ağıt dinlemiş gibi olduğuma
emindim. İçinden geçenleri kendine bile itiraf etmekten sakınır gibi kat kat
giysilerle donatmıştı söylediklerini, yani düşündüklerini…
Ne olmuştu ona? Anlayamamıştım. O ölmüş bir
insanlık için ağlıyordu kesinlikle. Kendi ürettiği vahşetle intihar etmiş, ölü
kokan bir insanlık. Bunu anladığıma emindim. Ona “Sabrın bir ucu sende, bunu
görüyorum, diğer ucu da Hesap Günü’nde, dayan!” demek istedim, ama diyemedim,
çünkü beni duyamayacak kadar doymuştu acıya.
Mustafa Ege – Perşembe, 02/04/2016 –00:04/ İz Etki Ekinoksları 34