"Bergman sinemasının edebiyattaki “büyülü gerçekçilik” formuna yakın olduğunu düşünüyorum. Realitenin, hayatın üstü örtülen gizinin ve duygusunun peşinde.."
Sonbahar Sonatı’nda (1978, Autumn Sonate/Höstsonaten) ezeli bir çatışmayı, anne-kız girdabını ele almış. Aslında bunu baba kız, ana oğul, iki kardeş ve bütün yakın ilişkiler için uyarlamak mümkün. Modern ve geleneksel ilişkiler ikileminde daha ihtiyatlı yol alan halklarda bile yakınlar arasındaki uzaklıklar giderek derinleşiyor, yalnızlık gönüllü ya da zorunlu bir yaşam tarzına dönüşüyor ve bunun üzerine yeterince konuşulamıyor bile.
Dünya çapında ünlü bir piyano virtüözü olan Charlotte ile kızı Eva arasında geçiyor film. Annenin illa da bir dünya starı olması gerekmiyor elbette, kızın ilgisizlik ve yoksunlukların yarattığı şiddet vadisinde sessizliğe bürünmesi için. Çalışan birçok anneyi alıp götüren bir dip akıntıdan söz ediyoruz burada. Sadece burada ihmalkârlıklar zinciri kolay hazmedilemeyecek boyutlarda. Yedi yıldır görüşmeyen anne kız, Eva’nın davetiyle onun pastel kır evinde bir araya geldiklerinde, birbirlerine özlemle sarılırlar, hatta anne sonsuza kadar onunla burada kalmak istediğini bile söyler, ama bu sevgi seli ikisi için de gerçekliğin değil sürüklendikleri temennilerin rolüdür. Anne birkaç gün sonra bir konser için Paris’e gidecektir zaten.
Burada yakın çekimde iki kadın oyuncunun, Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın performansına hayran kalmamak imkansız. İkisi de neredeyse sıfır makyajlı yüzleriyle insan ruhunun haritasını ortaya koyabilmişler. Yüzün Romanı kitabının yazarı Nicole Avril’in betimlediği sayısız yüz geldi aklıma. Kimliğimizi taşıyan, bizi ele veren, kaçınılmaz bir merkez olan yüz. Yönetmenin başarılarından biri de bu işte; yaratılan karakterleri olağanüstü oyunculuk ve yüz uyumuyla buluşturan kimyagerliği.
Eva annesinin zindelik iddialı ama kırışık ve yorgun yüz haritasına bakarken, içinde tortulaşmış olan geçmişte usulca geziniyor, fırtına öncesi durgunluk içinde, izlerin altını çizmekle onları tümden silmek arasında gidip geliyordu. Yaşananları süzgeçten geçirerek annesinin haklılık payını görme, dizginlenemez olanı kavrama, bencilliğin, kibrin kaynağını bulma arzusu, sevgi nefret hayranlık ve acıma karmaşası.
Charlotte güçlü ve kendine yeter duruşuna rağmen geceleri uyuyamayan ve kabus görebilen biri. Konserler, kalabalıklar ve alkışlarla geçen yaşam ona yalnızlıktan başka vaatte bulunmamış. Düşünce hemen ayağa kalkıp yürümeyi hiçbir kederde takılıp kalmamayı öğrenmiş. Modern zamanların kritiğini yapan yönetmenin görmemizi istediği kimse, varoluşçu felsefenin yalnızlığa gönüllü olarak mahkum olan öznesi.
Salona indiğinde rüyadaki haykırışlarına uyanan Eva ile karşı karşıya gelmesi bir kader anıydı sanki. Eva piyanonun başındayken “sana hayrandım ama zamanla konser ve piyanondan bıkmıştım” sözüyle gecenin işaretini vermişti aslında. Onun bir bakımevine terk ettiği zihinsel engelli kız kardeşini eve taşıması ve kocası Victor’un da desteğiyle ona bakması bir darbe gibiydi Charlotte’a. Her şeye bir cevabı olan Charlotte onun doğumuyla yıkılmış ve yüzünü iki eli arasına aldığında, bebek kocaman gözlerini ona diktiğinde bütün hastalığını hissetmişti. Bu yaralı ve yumuşak vücudu asla rahat ettiremeyeceği kesindi. Onu bakım evine yatırıp bir daha dönüp bakmamasının açıklaması budur işte. Şimdi kızı ve damadı bundan utanmasını istiyorlardı ona göre. Eva’ya göre de annesi Lena’nın kapısında yine kendisi değildi, utanca yenilmemek için aktris gibi candan ve kontrollü bir oyun sergiliyordu. Engelli kızıyla yüzleşmede de oynuyordu yine.
Anne ve evlat ilişkisinde roller katı kurallara göre dağıtılıyor, bu doğru. Ve evlatla ilişki özellikle de modern dünyada hep bir ‘vicdan azabı’ olarak kuruluyor. Çalışan kadınların bu çabalarından gizli açık bir utanç duyması, ihmalkarlık azabının pençesinde esir olması isteniyor. Anne bir kez evde görüldükten sonraki rahatlama ise ev halinin niteliğini gözden geçirmenin önündeki en büyük engel. Charlotte’nin de sıkıntısı vardır; Chopin betimlemesi üzerinden kendisini anlatır biraz, duygulu ama duygusallıktan uzaktır, gururludur, acısı vardır ama onu göstermez, her zaman kendini dizginlemeyi bilir.
Peki biricik torunu Eric’in doğumunda kendisini ısrarla aramalarına rağmen bir cevap alamayışları. Bunun da makul bir açıklaması var; Mozart’ın bazı sonatlarını kendi üslubuna göre düzenlemek ve vereceği çok önemli bir konser için hazırlanmak durumunda olduğundan, bir gün bile boş vakti yoktur o günlerde. Eric’in suda boğularak ölümünü ise çok sonraları duymuştur ne yazık ki. Bizim kültürümüzde bir annenin kızının doğumunda yanı başında olmaması, hukuki değilse de toplumsal bir suçtur adeta. Bunun aksi düşünülemez bile. Düşünülmemeli de zaten. İnsanlar birbirlerine böyle günlerde destek veremedikten sonra neye yarar yakınlık. Kariyerin de sarsılmaz ihtiras ve hedeflerin de canı cehennemedir böyle durumlarda. Başarıdan söz edeceksek, hangi başarı zor günde sevdiğinin yanında olmaktan daha büyüktür. Film sıkı bir aile sorgulamasıdır bu manada.
Charlotte ve Victor yalnız kaldıklarında Victor’un film boyunca sözünü ettiği ‘sessiz ve huzurlu hayatımız’ın içi biraz deşilmiş olur. Gazeteci olarak katıldığı piskoposlar toplantısında tanıştığı rahiplerden biri olan Victor ona evlenme teklif ettiğinde, Eva onu sevmediğini ama rahip evinde huzur bulduğunu söyleyerek teklifini kabul eder. Bu konuyu bir daha hiç konuşmamış ama birlikte huzur ve sessizliğe gömülü olarak mutlu bir hayata yuvarlanmışlardır.
Yaşanan belki de tezahürleri muhayyileden bile uzaklaştırılmış, bütün delilleri karartılmış ince bir mutsuzluk. Aşktan ve sevmekten uzak “iyi adam” mutluluğu. Bizim Selvi Boylum Al Yazmalım’daki Asya misali. Aslında yine de Victor onu olduğu gibi severek hiç değilse kendine bakmaya cesaret etmesini sağlamıştır.
Daha önce de kısa süre bir doktorla yaşayan Eva onu da sevmemiştir, sevmeyi bilmediğini bunu tatmadığını söyler annesine. Kızının bütün bunlardan kendisini sorumlu tutma eğilimi karşısında söyleyecekleri vardır Charlotte’un. Belleğinde kendi annesiyle ilgili fiziksel temasa ve sevgiye dair fazla iz bulunmayan biri olarak, kendini mesleğine adamaya karar verdiği bir zamanda istemeden dünyaya gelmiştir Eva. Onunla ne yapacağını ve nasıl mutlu edeceğini düşünürken durumu gözünde büyütmüştür belki de.
Bergman’a toplumsal kitlesel meselelere eğilmediği için elitist biri, burjuva sınıfının hikayecisi suçlamaları var. Sinemasını bireyin öznel meselelerine adadığı doğru ama iyi ki de böyle. Bütün yönetmenlerin aynı yolu izlemesi şart mıdır? Ingeborg Bachman’ı hatırlatıyor, 2. Dünya Savaşında bombalar patlarken o iki kişi arasındaki aşkı analiz ediyordu biricik romanı Malina’da. Sorumsuzlukla itham edilince faşizmin iki insan arasında başlayan doğasına eğilmekle savunmuştu edebiyatını. Hastalık ve savaşlardan hayatını kaybedenlerden çok daha fazla insan, insanın insana gündelik hayatta yaptıkları yüzünden ölüyordu.
Eva dört yaşında kaybettiği biricik evladı Eric’in ölmediğine, başka bir âleme geçtiğine inanmakta, uykuya dalınca minik elleriyle dokunuşunu hatta nefesini hissedebilmekte. Bunu kasvetli bir durum ve biraz da hezeyan olarak gören Charlotte bir kez daha onu anlamaya çalışmadan susturmak ister ama Eva bu kez babasını da bu yollarla sindirmiş olan annesine kendini anlatmakta ısrar eder. Çünkü insan yaşadıkça ümit etmeyi sürdürüyor. Oğlunun yaşadığı yer anlatılamayan ama özgür duygulardan oluşan bir dünyaydı muhtemelen. Yaşadığımız dünyada peygamberler sanatçılar ve ateistlerin yanı sıra iblisler de vardı ve yan yana varolmak kaçınılmazdı. Körelmiş duygularımızla algılayamadığımız iç içe geçmiş sınırsız dünyaları hissedebiliyordu.
Eva’nın annesine dediği gibi içinde en yüksekten en aşağıya kadar her şeyi barındıran insan, tasavvur edilemez bir düşünce gerçekten de. Tin suresini hatırlıyor insan, insanın Ahsen-i takvim üzere yaratılıp sonra aşağıların aşağısına(esfel-i safilîne) inebilmesini anlatan ayetleri.
Charlotte’un “seninle ve babanla olmak için kariyerime ara verdim” çıkışı da sert kayaya çarpar.
“Hangisinden daha çok nefret ettiğimi hatırlamıyorum. Evde olmandan mı turnede olmandan mı. Her şeyi santimine kadar organize eden ve belirleyen halinle hayatı babamla benim için cehenneme çevirmiştin. Saçlarımı kısacık kestirmiş elbiselerimi değiştirmiş ve dişime tel taktırmıştın. Her saniyemi doldurmuş anlamadığım kitapları zorla okutmuştun.”
Artık aralarındaki ilişkiye ya da iletişimsizliğe sakince bakabileceğini düşünerek davet ettiği annesini derinden yaralamıştı. “Kendi içine kapanıp her zaman kendi ışığında yaşadın” suçlaması anlaşılabilirdi ama “kızının mutsuzluğu annenin zaferi midir?” sorusuna dayanacak gücü olamazdı bir annenin. Filmin ana damarlarından biri de pişmanlık. Anne pişman olsa da bunu gösteremeden terk etmişti bu huzurlu evi. Eva onu bir kez daha kaybetmek istemediğinden kısa süre sonra tekrar davet eden bir mektup yazdı, bu kez bağışlama, sevgi özür ve özlem doluydu mektup. Bu tatlıya bağlayan son için teşekkür borçluyuz Bergman’a.
Bergman sinemasının edebiyattaki “büyülü gerçekçilik” formuna yakın olduğunu düşünüyorum. Realitenin, hayatın üstü örtülen gizinin ve duygusunun peşinde. Filmin çok az karakterle çekilmesi, sahnelerin sıkı felsefi dokusu, müziğin harika bir kullanımla insanın iç sesini mırıldanarak ruhun dile gelmesine eşlik edebilmesi. Din felsefe ve sosyolojiyle aklın ötesinin harmanlanması. Modernliğin sonuçlarıyla yüzleşme, pozitivizmin kuşatmasını kırma. Sonbahar Sonatı bunları vaat ediyor.
Filmden aklımda kalan yüzler oldu. Işık gurur utanç vitrin maske bayrak ve yara olan iki yüz.
Yıldız Ramazanoğlu, 09.04.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Çöl'de Yürüyüş Yazıları
Yıldız Ramazanoğlu Yazıları
Takip et: @YldzRamazanolu
Sonsuz Ark'ın Notu:
Yıldız Ramazanoğlu Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 28.06.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Serbestiyet:
http://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiz-ramazanoglu/sonbahar-sonati-yalnizlik-vadisinde-anne-kiz-677565