"Hayat haklı çıkıyor, tecrübeye başvuruyor ve ihtiyaç duyduğu güvenlik adına, yayılmaya eğilimli “akıllı” kente, yürekli bir şehir olduğu zamanların dengelerini hatırlatıyor. Sığınma, paylaşma, dayanışma, korkudan arınma gibi sebep ve ihtiyaçlara karşılık gelen mekânlar üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor silahlı terör."
Silahlı terör “akıllı” da olsa şehrin kafasını allak bullak ediyor. Bir taraftan şeffaflaşmaya ihtiyaç duyarken, içe kapanma eğilimiyle nasıl baş edeceğini bilemez hale getiriyor. Şeffaflaşma ve karartma birlikte ilerliyor. Birileri daha korunaklı, kitle tedirgindir. Dijital teknoloji ile şeffaflaşan geçişler, terör olaylarını sınırlayabilir ama güvenlik endişelerinin sonu yok. Terörün zengin ve yoksul diye ayrım gözetmediği geçişlerde güvenlik açıkları kapatmak, kapalı olanı görünür kılmak üzere belli belirsiz bir hareket halindedir.
Silahlı terör, yeni karşılaştığımız bir olgu değil. 1970’lerde toplum öğrenci çatışmalarına karışan bombalarla, kalabalıklara yönelen tarama eylemleriyle birlikte yaşamanın bir yolunu bulamamıştı. Evlere kapanmaya da sebep olmamıştı, olağan hale gelen terör haberleri. Gerçi kalburüstü sayılan ailelerin bir kısmı çocuklarını Avrupa ve ABD şehirlerine kaçırmıştı. Daha mütevazı kaçışlar Anadolu’nun görece sakin şehir ve kasabalarına doğru gerçekleştirilirdi.
Benim ailemin İstanbul’a taşınma sebebi, terör ortamında ağabeyimin bu şehirde bir öğrenci yurdunda kalacak olmasının huzursuzluğuydu ve elbette böyle binlerce aile vardı. Aynı yıllarda, doğrudan terör tehdidi altında olduğu için liseyi sakin Anadolu şehirlerinde bitirebilen arkadaşlarımın sayısı hiç az değil. Öğrenciliğini erteleyenler de oluyordu.
Terör olaylarının şehri bir taraftan ürkütücü kılarken aynı zamanda koruma ve korunma ihtiyacıyla genişlettiği söylenebilir. Cep telefonu henüz icat edilmemişti, ancak üzerine çalışmalar başlamıştı. Biz Ayetel Kürsi ile evlerden çıkıyorduk. Eve ekmek getirenin erteleme lüksü olamaz. Terör, toplumu bir darbeyi kurtuluş yolu saymaya razı etmeye çalışıyordu.
Terörist kendinden büsbütün vazgeçmiş biri, terörizm ise dünyayı kinle kuşatmanın yöntemi. Sokakların, meydanların, caddelerin, metro giriş ve çıkışlarının güvenliği hangi yollarla sağlanacak? Bombalı terör eyleminin ardından şehir bir süre olağanüstü hal havası yaşıyor. Bundan sonra ne olacak, ne tür önlemler alınmalı, olağan hayatımızı sürdürebilecek miyiz?
Brüksel tren, otobüs, tramvay ve hızlı tren seferlerini iptal etti terör olayından hemen sonra. İnsanlar binalarda mahsur kaldılar. Havaalanı ve garlar, okullar kapatıldı, toplu taşımacılık durdu. Hayatın aktığı ortak alanlar, toplanma mekanları ıssızlaştı. İstanbul’daki terör eyleminin ardından ise tanıdığım kafe ve AVM müdavimi gençler evlerine kapandı. Tedirgin toplum, teyakkuz içinde bir şehir talep ediyor. Daha sıkı kontroller, ferah geçişler, gözetleme noktaları, gizli geçiş kameraları ile mücehhez şehir, denetimci, koruyup gözettiği kadar deşifre de eden bir Büyük Göz’e açılma temayülü sergiliyor.
Zaten bir inşaat terörü altında başkalaşan şehir, terörist saldırılar nedeniyle kendine bir çeki düzen vereceği bir aşamaya geçebilir mi?
İntihar bombacılarının oturmuş şehirlerle inşaat terörüne maruz şehirlerde sebep olduğu kargaşa ve huzursuzluk farklı sonuçlar veriyor gibi geliyor bana. Sürprizlere açık olmayan Brüksellinin yüzünde, bu saldırıyı asla hak etmediği düşüncesinin soruları okunabilir. Terör eylemlerini hak ettiğini düşünen değil, bu tür saldırılara uğraması umursanmayan toplumlardan söz edilebilir aslında. Irkçı hegemonyaların bir sonucu, insan canının değerini sınıflara ayırarak yorumlama fütursuzluğu.
Madeleine Albright, Irak kazanımlarının savaşta ölen 500.000 çocuk gibi yüksek bir bedele değdiğini düşünüyordu. Medyanın terör eylemi sonucu kamuoyunu bilgilendirme tarzının sonuçlarını da okuyabiliriz farklılaşan tepkilerde. Kaybedilenin yası nasıl tutulacak? Yoksa işte bu şekilde yaşayıp gitmeye alışacak mıyız?
Usul usul öldürülen şehir ani saldırıyı bildiği yollardan telafi edebilir mi? Zorbaca arazi temizlikleri, mafya, rant usulleri adına değişen sit alanı dereceleri, sıhhileştirme adına gerçekleştirilen –sürgünü andıran- intikaller… Bir de sürekli terör yoluyla delik deşik edilirken kendi içinde kaymalar yaşayan şehirler var, Diyarbakır gibi: Şehrin ünlü surları, zamanında düşman hücumlarına karşı yapılmıştı.
“Sur” giderek bir iç çatışmanın zemini haline gelirken, eski düzenini karıştıran hendeklerle delik deşik edildi. Sur’da yıkılan, Başbakan Davutoğlu’nun “Toledo” örneğinde yeniden yapılacağını açıkladığı gecekondu yerleşimleri, boşaltılan köylerden gelen köylüler tarafından inşa edilmiş derme çatma binalardan oluşuyordu. Duvarları kırılan bu binalar tünellerle bir savaşın karargâhına çevrilmek istendi. İlçenin sokakları da döşenen el yapımı patlayıcıların imhası sırasında çukurlarla kaplandı. Aynı zamanda patlamaların hasar verdiği evler buldozerler tarafından yıkılıyor şimdi.
Kurşunlu Camii’nin içi yandı, şadırvanı tamamen yok oldu. Üç ayı aşkın bir süre devam eden çatışmada semt delik deşik bir kalkana dönüştü. Alt yapı tamamen tahrip olmuş durumda. Geriye eşyaların kaldığı yıkılmış evlerin görüntüsü, bir daha geri dönemeyecek bütünlüklü hayatları düşündürüyor. 16 mahallede gerçekleştirilmesi planlanan kamusallaştırma süreci, yerli ahaliyi semtlerine geri çağıran bir anlayışla gerçekleşebilir mi? Ne yazık ki benzeri süreçlerin hemen hepsinde hikaye, kamulaştırılan arazinin pahalı projelerle yeniden yorumlanması gibi bir sonuç veriyor.
Murray Bookchin’in Komünalizm Modeli’nde tasvir ettiği merkezi iktidara karşı yerel olanı öne çıkarma stratejisine ilişkin uygulama denemeleri, şehrin birikimlerini rehin alan bir nihilizm halinde kendini gösterdi Diyarbakır’da. Köylerden kovulan insanlar Sur İçi’nde sığındıkları evlerden de kovuldular. Kovulma süreci içinde ise savaş stratejisi adına bu derme çatma evlerinde mahremiyetleri delik deşik edilmişti. Terör, kendi şehir tasarımı adına insanları olduğu gibi binaları da hedef alıyor.
Kurşunlu Camii’nin teröristlerin attığı el yapımı bombalarla çıkan yangınla tahrip olmasının ardından, Sur İlçesi’nde, Balıkçılarbaşı semtindeki -UNESCO Kültür Mirası Listesi'nde yer alan- Şeyh Mutahhar (Şeyh Matar) Camii’nin Dört Ayaklı Minare’si de 26 Kasım 2015’te otomatik silahlarla tarandı ve iki ayağı hasar gördü. (İki gün sonra da barış çağrısı için bu minarenin ayağını seçen Aktivist ve Hukukçu Tahir Elçi, sokaktan açılan ateş sonucu öldürüldü).
Olan binaya olsun, caddeler yeniden yapılır, insanlar ölmesin yeter ki, diyorsunuz neticede. Oysa her yaşta insan can verdi çatışmalar sırasında. Mahalleler bombalarla dağılırken, ihtiyarlar kış ortasında akraba evlerine sığmak üzere yollara düştü. Rast gele bir biçimde teröre hedef seçilenler, sadece şehirde olmanın bedelini öderken, evrensel bir intikam hissiyatından ziyade, giderek nihilist bir yok etme tutkusunun kurbanları olmaktalar.
“Terör Mimarisi” güvenliği öne çıkarırken bazen acele içinde kaba saba zırhlı yelekler geçiriyor şehrin narin mekanlarına. Paris’in 1853’ten 1869’a kadar geçirdiği yeniden yapılandırılmanın sebebi de güvenlik arayışıydı. Karmaşık, okunaksız sokak planları olan işçi mahallelerinde, polisin denetiminden kaçmış “yabani kuşak” üzerinde egemenlik kurma gibi bir amaçtan söz ediyor, James C. Scott. Louis Napolyon’un darbesine karşı kararlı direniş merkezlerinin tehdit oluşturduğu bir şehirdi Paris o dönemde.
Yeniden yapılanma, dar ve eğri büğrü yolların, geçitlerin ve çıkmaz sokakların içinden çıkılamaz ağının ıslah ve kontrolünü hedef alıyordu. Geometrik bir kentsel görünüm şüpheli olanın teşhisini kolaylaştıracaktı. Daha görülebilir, ayrıntıları olmayan, çabuk ulaşılabilir, standartlara bağımlı bir yeniden tasarım, en ideali sayılırdı. Sovyet mimarisinde olduğu gibi büyük meydanlar ve açıklıklar, sıkı denetime tabi girişler, standart tip planlar kontrolü kolaylaştırdığı için hedef olma konusunda caydırıcı bir etki uyandırabilirdi. Tabii o dönemlerde mobil elektronik sistemler yoktu. Gözetim kuleleri bu nedenle de önem taşımaktaydı.
Kuşkusuz görme açısının genişlemesi asayişi sağlamaya yetmiyor. Babil Kulesi bir söz terörüyle de yaşanmaz hale gelmişti. Terör mimariyi etkilemeye devam ediyor, çünkü adalet üzerine kurulmuş evrensel bir topluma insanlar henüz ulaşamadılar.
İdeal şehir, teröre prim vermeyen özellikleriyle de tanınabilirdi, fakat biz ona ulaşma konusunda –çaresizliğe yaslanan- umursamaz bir tavır sergiliyoruz. Etrafı çevrili site grupları ve sıkı bir denetimle özelleştirilmiş kamusal mekanların güdümünde, bir yayılma göstererek dönüşüme uğruyor şehir. Öyle ki huzursuzca işgaller ve “inşaat için inşaat” izlenimi uyandıran mega projelerle metropol hüviyeti ediniyor.
Cemaatleşmeler çeşitleniyor ve türdeşiyle yüksek duvarların arkasına sığınma projeleri yaygınlaşıyor. Modernite yenilik, tüketim ve güvenlik özelliklerinin vazgeçilmezliğini her türlü ekranla üzerimize boca ederken başka türlü olamayacağına inandırılıyoruz. Ayrışma yoluyla kesimler birbirine yabancılaşıyor, gelir uçurumları nedeniyle yaşanan kutuplaşma semtleri kendi içinde parçalarken yer yer geçişsiz hale getiriyor. Modern diye tanımlanan şehir, geleneksel şehrimizin bir hayatiyete sahip, bununla birlikte “kargacık burgacık” diye horlanan sokaklarını bir parodi misali önümüze çıkarıyor. İçinde kaybolurken aşina bir adrese ulaşmak imkansız.
Daha da sıkılaşan denetim yollarıyla şehre karşı kendi varlık alanlarımızı savunma çarelerini arıyoruz; usul usul öldürülmeye terk edemeyiz umutlarımızı… Terör mimarisi, Lewis Mumford’un ‘Tarih Boyunca Kent’te altını çizdiği “hayatın henüz açığa vurulmamış potansiyelleri ve bu bağlamdaki vaatler” konusunda düşündürüyor. Memnun değiliz, daha iyisini hayal edemez olduk, güç sahiplerinin haklı olduğunu düşünmesek de bu düşünceye kayıtsız kalacağımız bir çıkmaz sokakta tıkandığımızı hissediyoruz. Bir adım sonrası mümkün değil mi, petek doku ve labirent sokaklar gerçekten de terörü şımartır mı, daha iyisi nasıl mümkün olabilir…
Biz bu soruları sorarken terör karşısında bunalan şehir, planlamacılarla inşaat sektörünün hesaplarının ötesine geçen bir feraset sergiliyor olabilir. Mesela yenilik ve tüketimin simgesel mekanları olan AVM’ler, güvenlik adına anlamlı (tektonik) bütünlüğünü sıralar halinde paylaştıracağı, böylelikle klasik kapalı çarşılardan ilham alacak bir yeniden biçimlenmeye yönelemez mi?
Hayat haklı çıkıyor, tecrübeye başvuruyor ve ihtiyaç duyduğu güvenlik adına, yayılmaya eğilimli “akıllı” kente, yürekli bir şehir olduğu zamanların dengelerini hatırlatıyor. Sığınma, paylaşma, dayanışma, korkudan arınma gibi sebep ve ihtiyaçlara karşılık gelen mekânlar üzerine düşünmeyi zorunlu kılıyor silahlı terör.
Bilgi ve tecrübelerimizi yanıltan bir süreci adımlıyoruz. Yediden yetmişe “Şehir aslında ne demek?” sorusuna cevap arayacağımız bir okumayı başlatmamız gerekiyor. Terör mimarisi, şehrin her şeyden önce henüz keşfedilmemiş potansiyellerin ocağı olduğunu hatırlamaya zorluyor hepimizi çünkü…
Cihan Aktaş, 09.04.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: