"Zonguldak’ın isli bir acının sindiği silueti, ocaklarında can veren işçilerin maruz kaldığı şartlardan bağımsız görülemez."
Maden ocağı işçileri, ancak ölümcül bir kazanın ardından hatırladığımız insanlar. Onlar kuşkusuz yer altına inmeyi sineye çekiyorlar. Erken emeklilik ve çeşitli primler, maden ocağı işçiliğini imkanları göz ardı edilemeyen bir tercihe de dönüştürüyor.Bizim ise övünecek halimiz hiç yok; kendimizi akıntıya bırakmış gibiyiz.
Kim lükslerinden vazgeçebiliyor ki hem, kaç kişi? Ve kaçımız, “Zonguldak iline bağlı köylerdeki 15-65 yaş arası her erkek madende çalışmak zorundadır” şeklindeki Mükellefiyet Kanunu’ndan haberdarız?
Vergisini veremeyen, borcunu ödeyemeyen ‘mükellefiyet’e tabi tutuluyor 1940’lı yıllarda. Sansür nedeniyle maden kazalarında ölenlere ilişkin haberlerin yayımlanmadığı bir dönem bu. Dergilerde mankenler madenci olarak tanıtılıyor.
İlk kömür ocaklarını Belçika ve Fransız şirketleri açtı Zonguldak havalisinde ve bir köy şehre dönüşmeye başladı. 1865’te Zonguldak madenlerinin yönetimine tayin edilen Dilaver Paşa, yöre halkı için sert çalışma şartlarını haiz bir nizamname hazırlattı. Nizamname’nin 30. Maddesi şöyle: “Her kim ki çalışmaz duruma gele, eşeğe bindirilip köyüne gönderile.”
1. Mükellefiyet’in uygulamaya konması ile başlangıçta 30 bin okka olan üretim 250 bin okkaya çıkıyor. Nizamname 1908’de kaldırılmışsa da etkisi sürecektir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa güya şirketlerinin haklarını korumak için şehri işgal etti, ancak Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ne bağlı güçlerin karşı koyması üzerine bir yıl sonra şehri terk etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Fransızlar Kömür İşletmeleri’nin yönetiminde ağırlıklarını korumayı sürdürdüler.
1940’da madenler devletleştirildiğinde, birincisinden çok daha ağır şartları olan ve maden işçiliğini her erkeğin mecburi hizmeti olarak tanımlayan 2. Mükellefiyet uygulaması getirildi. Sıkıyönetim uygulaması hayatın her alanını adeta kömür randımanı açısından denetlemekteydi. Çalışma saatleri belirsizdi, işçi nerede barınacağını bilemiyordu. Sıkı disiplin dayak, küfür ve jandarma kontrolü demekti. Yılda 100 kadar işçi hayatını yitiriyordu. Kaçan işçiler için havzaya özgü silahlı ve özel üniformalı bir “Kömür Alayı” oluşturulmuştu.
Küçük çocukların, kadınların da yol parkesi döşediği zamanlar. Sert uygulamalar giderek Zonguldak’ı adı grevlerle anılan bir şehre dönüştürecekti. 263 kişinin hayatını yitirdiği 1992 grizu patlaması bir dönüm noktası teşkil ediyor. Şehir ocaklarla işte bu şartlar altında yol alamazdı, ama hangi kaynağa yaslanarak varlığını koruyacaktı…
Mükellefiyet 1948’de kalksa da sert uygulamalar sürüyor. Aliya’nın medeniyet üzerine yaptığı eleştiriyi hatırlamamak imkansız: "Âlemin ıstırabı medeniyete değil kültüre aittir. Medeniyet, ıstırap diye bir şey bilmez.”
Engebeli hale gelen meydanın taşlarını kadınlarla çocuklar döşemiş zamanında. Bu havali böyle işte, diye anlatıyor, El Sanatları Bölümü Öğretim Üyesi Gülten Aydın. Osmanlı, Belçika, Fransız ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından inşa edilip geliştirilen şehir yer altına doğru yayılırken meydana gelen göçüklerin özellikle cadde ve meydanlarda farklı bir topografya oluşturduğu fark ediliyor.
Şehrin altı delik deşik ve bu yüzeye yansıyor; düz, düzenli bir zemin yok. Bir patlama sırasında çıkan yangında ölen işçinin cesedi şehrin dışında bir aralıktan dışarı fırlıyor. Kırılgan bir kabuğu var şehir meydanının. Bu kırılganlık şehrin modernliğiyle ilgili kabulleri de kuşatıyor. Avantaj olarak öne sürülen erken modern hayat tarzının varlığını hiç de güvenilir olmayan şartlarda yer altında ter döken işçilere borçlu olması bir paradoks mu? Bir tarafta Fransız hayat tarzına özgü kurumlar, diğer tarafta işte bu hayat haklı görünsün ve sürsün diye genişlerken kendi içinde patlamalar yaşayan maden ocakları…
Görece refah, şekilci modernleşme, başka türlü bir medeniyet kavrayışı üzerine düşünmeye izin vermeyecek şekilde içine kapatıyor şehir halkını. Görkem, kolaylık, bolluk, aynı zamanda nefes darlığı, babasız çocuklar ve sonu belirsiz korkulu bir bekleyiş anlamına geliyor. Şehri dolaşırken karşınıza çıkan göçükler, iş kazaları, astarı yüzünden pahalıya gelen ocaklar şehir halkını farklı bir hayatın arayışına hazırlıyor olmalıydı.
Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ)’nin 1980’lerde Zonguldak ocaklarında 40 bin sürekli çalışanı ve 15 bin de dönüşümlü işçisi vardı. (“Gruplu” diye bilinen dönüşümlü işçiler, kendiler için tasarlanan ve “pavyon” olarak adlandırılan lojmanlarda kalıyorlardı). Bugün ise 8 bin 500 işçinin 7 bini yer altında çalışıyor.
Şimdilerde kimsenin kolayca gelmek istemediği, gezginlerin bile nadiren yolunun düştüğü bir emekliler şehri Zonguldak ve göç vermeye devam ediyor. Bunun sebebi de, maden ocağıyla ilgilenen şirketlerin kuruluşu sırasında halkın ihtiyaçlarını göz ardı etmesi olarak gösteriliyor. Daha sonra ise ilk kuruluşu onaracak köklü bir hamleden yoksun kalmış şehir. Sokakları, caddeleri harap, ortak mekanları sınırlı. Üniversite sıralamasında bile bu nedenlerle tercih edilmediği anlatıldı. Tıpkı hikayesine mekan olduğu Kelebeğin Rüyası filminde olduğu gibi, kısa süren tüketime endeksli cazibeli bir mazinin ardından duraklama dönemine girmiş şehir.
1970’lerde bile “Türkiye’nin Almanya’sı” diye çağrılırmış oysa. Refah içindeymiş o tarihlerde, lüks tüketim olağanmış, her şeyin henüz TKİ’den beklendiği yıllarda. Şehrin kadim nüfusunun bir bölümü, maden şirketlerinin yöneticileri için yapılan plajın, tenis kulübünün, çocuk parkının bütün Türkiye’de “ilk ve önce” oluşunun habitusunu korumaya çalışıyor.
Ekonoma mağazalarından birinin şubesi, canlı bir müzenin önemli bir figürü gibi; önünde durup fotoğraf çektiriyoruz. Fransız işletmeciler döneminde maden ocaklarını işleten şirketler tarafından açılan Ekonoma mağazalarından alış veriş etmek için özel bir para birimi kullanılırmış.
Hayat boşluk kaldırmıyor, Zonguldak yaşadığı zor tecrübelerin ardından başka bir boyutta bir varoluş arıyor. Engelsiz bir kampus” hedefinden söz etti Rektör Mahmut Özer, kendisini ziyaretimde. Bunun anlamı, halkın üniversiteyle kaynaşmasını sağlayacak kanalların açılması. Eşi Nebahat Özer “şehir halkının üniversiteye dokunmasını istiyoruz”, diye anlatıyor, hedeflerini. Spor faaliyetleri ve yabancı dil öğrenimi gibi birimleri bulunan Sürekli Eğitim Merkezi, halkın talepleriyle etkileşim içinde geliştiriliyor. Tatillerde laboratuvarlar, şehrin her düzeyde okulundan gelen öğrenciler için açık tutuluyor.
Üniversite bünyesinde faaliyet gösteren Medeniyet Değerleri Merkezi’nin (MEDEM) Müdürü Elif Gür’le merkezin kütüphanesini gezdik. Halka açık, mahallenin çocuklarının da öğretim üyelerinin de yararlanabileceği, şehrin kadınlarının sessiz bir ortamda gönlünce kitap okuyabileceği şekilde bir ortam hazırlanmış.
Benim konuşma yaptığım gün yine MEDEM bünyesinde, Gülten Aydın tarafından düzenlenen tezhip sergisinin açılışı yapılıyordu. Kursiyerlerle kısa söyleşiler yapmaya fırsat buldum. Ev hanımları açısından, eskiden kapısının önünden bile geçemedikleri üniversitede gerçekleşen bir faaliyetin içinde yer almak büyük bir sevinç ve güven kaynağı. Üniversite yönetiminin bu bağlamda gösterdiği içten çaba, her türlü siyasi görüşe mensup kesimlerde olumlu bir karşılık buluyor. Bu arada üniversitenin kampus sayısı artarken öğrenci nüfusu da beş yıl içinde 16 binden 30 bine yükselmiş. Öğretim üyesi kadrosu da iki katına çıkmış. Öğrenci sayısının artması, biraz da aceleye getirildiği izlenimi veren bir yapılaşmaya sebep olmuş şehirde.
Cihan Aktaş, 16.04.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: