21 Nisan 2016 Perşembe

SA2783/KY1-CÇ234: Gerçek Adam

"Kent öylesine acımasızdı ki. Kent öylesine duyarsızdı ki. işte bu duyarsızlıktan kurtuluşu av zamanlarında bulurdu." 


-I-

Gazeteci Fuat Cemil araya hatırlı kişileri sokarak idam mahkûmu Fazıl Serteser’le özel görüşmeyi ayarlamıştı ve E. Kenti Cezaevi'nde özel bir görüşmenin yapılabildiği odada onu bekliyordu. Fazıl Serteser ava gittikleri üç arkadaşını öldürmüş ve sonra da büyük bir soğukkanlılıkla teslim olmuştu. Öldürme gerekçesine ilişkin sorulara susmakla karşılık vermişti. 

Fuat Cemil yaptığı araştırmada Fazıl Serteser’in çevresindekilerin, yakından veya uzaktan tanıyan hiç kimsenin olanlara inanmadığını hayretle görmüştü. Kimle konuşmuşsa “O yapmamıştır. Belki de üstlenmek zorunda kalmıştır.” yanıtını almıştı. 

Fazıl’ı tanıyan hiç kimse onun hakkında en ufacık olumsuz bir şey söylememişti, çünkü en ufacık olumsuz bir davranışına kimse tanık olmamıştı. Bu olaya kadar. Bir çok insan ağız birliği etmişçesine “Hani bir insanın yanında korkmadan hatta öyle rahat uyursunuz ki, hani bir çocuk annesinin yanında hiçbir tehlikeyi aklına getirmeden mışıl mışıl uyur ya.. işte yeryüzünde yanında mışıl mışıl uyunacak ender insanlardan biridir Fazıl. Kesinlikle bunda bir tuhaflık var. Susmasından belli. İhtimal birini koruyor!” demişti. 

Fuat Cemil bu olayı çözmeyi çok istiyordu. Onun için bir tür atlama taşı olacaktı. Bunu seziyordu. Bu sezgisini gazete editörüne borçluydu. Gazete Editörü İhsan Bey de bu olayın gün ışığına çıkarılmasını istemişti. O da bu işte bir tuhaflık olduğuna inanıyordu. 

“Belki de herhangi terör örgütünün işidir ve kendisi de tehdit edilmiştir!” demişti de karşılık olarak “İyi de İhsan bey maktulleri öldüren kurşunlar katilin silahından çıkmış ve silahın üzerinde de katilin parmak izleri var!” demişti.

İhsan gülerek “Senin şakağına bir namlu dayasalar ve sonra da şunları vur deseler ne yapardın?” demiş, Fuat Cemil bu karşı çıkışa “Tamam da kendisini niye vurmadılar?” karşılığını vermişti. İhsan başını sallamış, “Bak ben ille de öyle oldu demiyorum.. ama bunda bir tuhaflık var..” demiş ve sonra laptopunu çevirip ekranı işaret etmişti: “Şu mailleri görüyor musun? Bizim “Canavar” manşetimize gelen tepkiler.. neredeyse bütün bir kent O’nun bir canavar olmadığını, bu işi onun yapmadığını söylüyor.. bu bir muamma ise bu muammayı çözen tarihe geçer.. bir kent kaynıyor. Adam asılacak ve fakat bütün bir kent gece gündüz cezaevinin önünde bekleşiyor. Sence çözülmesi gereken bir muamma değil mi?”

İşin gerçeği öyleydi. Ancak bütün kanıtlar ve katilin itirafı bunda bir muamma olmadığına yeter kanıttı. Ta ki işin içinde bir tehdit olmasın! Olabilir miydi? Olmaması için bir neden yoktu. Olurdu. İhsan Bey’in dediği gibi Fazıl’a arkadaşlarını öldürtmüş olabilirlerdi ve kendisi üstlenmediği takdirde tam bir kıyım yapacakları tehdidinde bulunmuş olabilirlerdi. Buna ihtimal vermese de olabilirliği olanaksız değildi. Hele kente gelip birçok insanla görüştükten sonra kendisi de bu işin içinde bir iş olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmişti. En tuhaf olan maktullerin yakınlarının bile Fazıl Serteser’i suçlamamasıydı. Hani neredeyse “O yapmış olsa bile hakketmişlerdir!” diyor gibiydiler. Acıları büyük olmasına büyüktü, ancak gel gör ki Fazıl’ın yanında duruyorlardı. Bu anlaşılmaz bir şeydi. Hani yani kendisi için doğal bir tepki değildi bu. Hakkında anlatılanlardan sonra gösterilen tepkinin doğallığına da hükmetmişti Fuat Cemil.

İddianamede olayın bütün detayları yazsa da görünmeyen ele ilişkin bir şey yoktu. Her bir maktul aynı otomatik şarjörlü tüfekle vurulmuştu. Afşin isimli maktul kalbinden vurulmuştu. Kısa boylu, esmer, şişman. Çağatay adlı maktul de kalbinden vurulmuştu. Afşin’le hemen hemen aynı boyda, sarışın, etli elleri olan biri. Ve Kuday adlı maktul.. hem alnından hem kalbinden kurşunlamıştı. Uzun boylu, kızıl saçlı, uzun parmaklı ve adının anlamı tanrı olan Kuday. İlk kurşunda ölmediği için mi ikinci kurşun sıkılmıştı? Savcıya göre katil maktulü iki kere idama mahkum ettiği için ona iki el sıkmıştı. Kuday’ı önce alnından vurmuştu sonra da kalbinden. Ya görünmeyen el? Görünmeye bir el olmalıydı çünkü cinayet için hiçbir gerekçe yoktu. Bunu savcı da kabul ediyordu. Katilin öldürdüğü üç insan da Fazıl’ı yere göğe koyamayanlardandı ne uzak geçmişte ne yakın geçmişte en ufacık kırıcı bir olay geçmemişti aralarında. Fakat ava gittiklerinde olup bitenler bilinmiyordu. Aralarında bir şey geçti ve bu da cinayetle sonuçlandı. Savcıya göre başka açıklaması yoktu. Katil söylemiyordu ne olduğunu. Fakat Fuat Cemil çözecekti bu olayı.

Fazıl görüşme odasına gardiyan eşliğinde geldi. Zayıf, temiz yüzlü, saçlarının çoğu beyazlamış kırklı yaşlarında avurtları çökmüş bir adamdı Fazıl. Gerçekten de gazetesinin manşeti yersizdi. Yeryüzünde canavar olarak resmedilecek en son insan bile değildi Fazıl Serteser. Ona eşlik eden kısa boylu tıknaz gardiyanın yüzündeki ifade bile bunu doğruluyordu. Eğer ki her seri katilin içinde sakladığı bir canavar yoksa. Onunla görüşen psikologlar her hangi bir tuhaflık bulamamışlardı. Adam kesinlikle bir sosyopat değildi. Elcil, başkalarına her fırsatta yardım eden, sadece insanlara değil çevresinde olan her canlının ihtiyacı için çırpınan biriydi ve bir cana kıymış olması anlaşılamıyordu. Bir anlık bir öfke. Bir anlık bir kriz.. Ama asla seri katil değil.

Gayet sakin, dingin adımlarla oturacağı sandalyeye kadar yürüdü. Sandalyeyi usulca çekip oturdu. Fuat Cemil’e baktı sonra başını önüne eğdi. Söze nereden başlayacağını bilemiyordu Fuat. “Geçmiş olsun!” diyebildi. O kadar anlamsızdı ki bu söz. Öylesine saçma bir deyişti ki. Fazıl Serteser'in yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. “Özür dilerim” dedi gazeteci.. “Ben.. gazetemize bir sürü mektup geldi.. eğer.. hani..” 

Mesleki yaşamında hiç zorlanmadığı kadar zorlanıyordu Fuat. Adamın sükuneti birkaç gün sonra başına geleceği bilen birinin gösterebileceği türden değildi.

“Gazeteciliği sevmem!” dedi Fazıl. Fuat Cemil bu sözle kendine geldi.

“Ama halk gerçekleri gazete aracılığıyla öğreniyor..” dedi.

“Hıh.. öğreniyor da ne oluyor?” dedi başını kaldırdı kaşlarını çatıp Fuat’a baktı. “Öğreniyor da ne yapıyorlar bayım? Hiç! Kaldı ki gazete kurguladıklarını gerçek diye sunar. Belki de bu yüzden beklenen tepkiyi vermiyor insanlar. Ya kurgularını gerçek diye satarlar ya da gerçeği kurgularına dönüştürüp öyle satarlar..”

Fuat mesleki bir tartışmaya girmeye niyetli değildi. “Tamam, dediğin gibi olsun.. işte senin olayının gerçek yüzünü merak eden koca bir kent var ve fakat sen sadece susuyorsun.. hadi gerçeği söyle ve bak bakalım gazeteler gerçeği kurguluyorlar mı? Yoksa kurguları mı gerçekleştiriyorlar? Sana savını benim için kanıtlama fırsatı sunuyorum!”

Fazıl ayağa kalktı kapının yanında dikilen gardiyan ona doğru hamle etti, gazeteci sandalyesinde geriye yaslandı.. hem kendisi hem gardiyan Fazıl’ın kendisine saldıracağını düşünmüştü. Fazıl başını iki yana sallayıp “Hiçbir tuhaflık, hiçbir sır yok.. onları kente salamazdım!” dedi. Arkasını döndü gardiyana doğru yürüdü. Gardiyan kapıyı açtı geldikleri gibi birlikte odadan çıkıp gittiler. 


-II-

Dört arkadaş yaktıkları ateşin etrafını çevirmiş, yere serdikleri kilim üzerinde oturuyorlardı. İçlerinde yaşça büyük ve fakat bedence en çelimsizleri olan uzun boylu Fazıl elindeki kısa sopa ile ateşi kurcalıyor, bir yandan da arkadaşlarının konuşmalarına kulak kabartıyordu. Konuşmayı sevmezdi Fazıl. Sorulan sorulara kısa yanıtlar vermekle yetinir sözü uzatanlara öfke ile bakardı. Ava çıktıklarının üçüncü günüydü ve elleri boştu. 

Kış çoktan çıkmış, baharın ilk günleri enikonu kendini hissettirir olmuştu. Av mevsimi gelmişti. Ancak Fazıl için av bir tür kaçıştı. Kentin keşmekeşinden, gürültüsünden, kentin acımasızlığından, vahşetinden, duyarsızlığından, bencilliğinden kaçıştı. Kentten, kent yaşamından tiksiniyordu. Kent insan için yaşanır alanlar açarken –yaşamak denirse eğer- insan dışındaki canlıların yaşama alanlarını katlederdi. O güzelim ağaçlar, nice soyu tükenen hayvanlar, kuşların, böceklerin soluk almaz olduğu yaşama alanıydı. Kent öylesine acımasızdı ki. Kent öylesine duyarsızdı ki. işte bu duyarsızlıktan kurtuluşu av zamanlarında bulurdu. 

Aslında avlanmayı sevmezdi. Hem de hiç sevmezdi. Yalnız başına ava çıktığı zamanlar tüfeğini doldurmazdı bile. Ne bir tavşan peşinde koşmuştu, ne bir kurt, ayı, yaban domuzu izi sürmüştü. Dağların, kırların sevdalısıydı onu çeken. Hele bir de ağaçlıklı önünden de derenin geçtiği yerler yok mu?. sırtını bir ağaca verir, sigarasını sarar, bir süre gözlerini yumup o küçük derenin –küçük ve fakat güçlü, küçük ve fakat delişmen, küçük ve fakat boyun eğmez suların sahibi- akışını dinler kendinden geçerdi. Soluk almanın, var olmanın coşkusunu duyar, kentte sıkışıp kaldığı günlere, yıllara lanet ederdi. Sigarasın yakar derin derin nefes çeker dumanı aheste aheste ağzından salar dumanlarını dans edişini izler daha bir coşardı. Hele –nadiren de olsa becerdiği bir şeydi- dumanları halka halka çıkarttığı zaman apayrı bir keyif duyardı. Neler geçirmezdi ki aklından!

“Zevzek zevzek konuşuyorlar işte!” diye geçirdi içinden Fazıl. Bu yılki av mevsiminde kendisine katılmak için yalvar yakar olan arkadaşları şimdi sızlanıyorlardı. Hevesleri bitmişti bitmesine, ama zalimce duygularını tatmin edememenin sıkıntısıyla kıvranıyorlardı. 

Gülmeleri bile sahteydi. Kısa ve şişman olan arkadaşı Afşin gülerek “Olmadı biz de balıkçılar gibi yaparız!” dedi. Hemen karşısında oturan orta boylu esmer Çağatay “Balıkçılar nasıl yapıyor ki?” diye sordu hemen ayaklarının dibine, kilimin bitimine tükürerek. Fazıl bir an elindeki sopayı tüküren adamın kafasına geçirmeyi düşündü. Zor tuttu kendini. Kısa ve şişman arkadaşı yine gülerek “Hani balık avına çıkanlar eve elleri boş dönmemek için balıkçıdan balık alırlarmış ya.. biz de bir iki post bulup alırız bir yerlerden.. işte avlarımız, der çıkarız işin içinden.” 

Fazıl kendisine hiçbir zaman itimat telkin etmeyen Kuday’a, uzun boylu, kızıl saçlı, uzun parmaklı arkadaşına baktı. O susuyordu. Fakat gözlerindeki vahşeti, çılgınca arzuyu karanlığı delen ateşin ışığında görebiliyordu. Bunlar için mi çırpınıp duruyordu? Bunlar için mi kendini heba ederdi? Uykusuz kalırdı? 

Diğerleri tam bir gevezeydi. Kuday sinsiydi. Korkaklığına korkak olandı ve fakat hiç kuşkusuz güç yetirebileceği birine karşı tam bir sırtlan kesileceğini biliyordu. Ayakkabısını boyayan çocuk üç kuruşluk çorabını lekeledi diye neredeyse öldürecek gibi dövmüştü. Zor almışlardı elinden çocuğu. Çocuğun ağzı burnu dağılmıştı. Fazıl gidip çorap almış suratına çalmıştı. 

Kuday oturur pozisyondan sol tarafına yatar pozisyona geçti. Gözlerini ateşe dikti. Ağzındaki çikleti ateşe tükürdü. Yılanvâri bir sesle “Av..” dedi “Av kalmadı buralarda.. asıl av kentte. İyi bir avcı olabiliriz! Düşünsenize..”

Fazıl kulaklarına inanamıyordu. Ne diyordu bu vahşi? Ne demeye çalışıyordu? Çağatay pişkin pişkin gülerek “He.. ayda bir sizin balkonda pusuya yatıp iki ayaklı semiz avlar bulabiliriz!” Çağatay ve Afşin işin gırgırındaydılar gülüyordular. Kuday susmuştu. O an ağaçların arasından bir çıtırtıyla irkildiler. Fazıl tüfeğini aldı. Kulak kabarttı. Üç arkadaş da ağaçlara doğru çevirmişlerdi başını. 

Ses kesilince hep birlikte ateşe döndüler. Fazıl ilk kurşunu Afşin’in kalbine sıktı. Daha ne olduğunu anlayamayan Çağatay da kalbinden yemişti kurşunu. Kuday diz çökmüş yalvarıyordu. Fazıl’ın gözlerinden süzülen göz yaşları kirli sakalında tutunarak inerken Kuday’ı önce alnından vurdu, Kuday sırtı üstü düşünce gelip başında dikildi Fazıl ve bir kurşun da kalbine sıktı.




Cemal Çalık, 21.04.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları



Seçkin Deniz Twitter Akışı