22 Nisan 2016 Cuma

SA2785/KY48-SY2: Sizleri de Severek Türkiye'yi Sevmemizin Bir Yolu Yok Artık!

"Bu ülkede batılıların borusunun öttüğü günden beri, kendinden başka herkesi gereksiz birer ayrıntıya çevirmiş olan distribütör kibrinizden, kurumsal şerrinizden korkmuyoruz. Türkiye’yi, sizi de sevmek zorunda kalarak sevmeyeceğiz artık."


Franz Kafka söylemiş;“Biz Yahudiler zeytin gibiyiz; ancak ezildiğimizde yağımızı veririz” diye. Sizler, kendi topraklarınızda onca zaman ezildiniz, horlandınız ve sadece çuvalladınız. En önemli eşiği aşamadınız. Kafkaesk anlamda “Yahudice” aşağılanmışlığınızın tedavisini “Baba”yı da aşağılamakta buldunuz. Bulamadınız yani. 

Sizin tedaviniz “Baba”nın kan davalılarına yaltaklanma sahneleriyle doldu taştı. O davalılarla işbirlikleriyle, onlardan korunma talepleriyle, onlardan sonu gelmez iç güveysi olma talepleriyle acıklı bir hikayeye dönüştü. Beyaz bir eldivenle okşandınız ve bu sizi daha da içinden çıkılmaz bir kibir kuyusuna sürükledi. O veciz yüz ifadeleriniz, o “aydın” gururunuz, çelişki mermileriyle delik deşik olmuş bir bayrak gibi komik ve hazin artık. O bayrağı ne kadar yükseltirseniz aslında o kadar kaybettiğinizi biliyorsunuz şimdi. 

Bu ülkenin derin kederinden utandınız. Baba evinin yoksulluğundan, mağdurluğundan utanan evlatlar gibi çiğleştiniz, kabalaştınız. Vaktiyle SSCB’yi kuşatmak için “Yeşil Kuşağı” üretenler, şimdi o kuşağı İslam’ın boynuna geçirmek için sabırsızlananlar yani, şimdi de sizi fark ettiler. Edalarınızda, işvelerinizde fark edildiğinin farkına varmış kenar mahalle dilberlerinin havası var. Böylece nefretiniz tıraş edildi, önünüz iliklendi. Beyaz eldivenli bir el, öfkenizi cımbızın ucuyla dürttü, oynadı onunla. Bunlar oldu. 

Sizler hazırdınız. Hazırmışsınız. Şuurunuzun yeni yeni açıldığını öfkeyle kekeleyerek ilan ettiniz. Oysa ülkenin şuuruna bir bekaret kemeri gibi giydirilmiş sahte sekülerliğin, beyaz eldivenden başka bir şey olmayan kalp sekülerliğin hizmetine girmek için fırsatı değerlendiriyorsunuz sadece. 

Zamanı gelince vasıfsız “fikir” işçisi tulumlarınızla sıraya girdiğinizi de görmüş olduk. Batılı beyazlardan bir parça itibar ekmeği dilenmek için tefeci sermaye oligarşisinin alacakaranlığına el uzattınız. 

Gelelim size. Siz, yerli kırık beyazların ucuz işçileri! “Taksim’e cami yapacağız” diyen 1997’nin başbakanını (Versace kravatından başka diktatörlüğü ve MGK’daki o ünlü alın terinden başka Yezid’liği yoktu) birkaç ayda alaşağı edenler, sizin de namaz kılmanıza izin verdiler orada. 

Sizi sevsinler diye o parkta, elden düşme bir happening coşkusuyla namaz kıldınız. Küçük burjuva şiddeti o parkta bir ay boyunca günahlarından temizlendi. Sizler o koca günah çıkarma kafesinde biriken kiri kendi derme çatma teolojinize taşımak için yırtındınız. İncelikle değil, hafriyat kamyonlarıyla taşıdınız. Akılda fikirde izanda açılan delikleri kibirle yamadınız. Kilolarca kitap, metrelerce makale yazdınız. Teslim bayrağından başka bir şey olmayan “Devrim” bayrağını Belfast’tan Norveç fiyortlarına, New York’tan Kuala Lumpur’a kadar Troçki edalarıyla dolaştırdınız. Konferanslarla donattınız yeryüzünü. Yüz kırk kelimeyle insanlığa yeni bir özgürlük teolojisi ikram ettiniz. 

Peki, ama yalnızca egzotik meyve tabakları başlarınızın üzerinde, Hindistan genel valisinin sıralı lejyon alayları arasından, sizin için açılan meydana doğru ilerlediğiniz hissini neden bastıramıyorum içimde ben. Ve o meydanda sevinciniz arttı da dediniz ki; “Namaz kılarken bizi korudular!” Çünkü o delik deşik olmuş mantıkla ancak oraya kadar ilerleyebilirdiniz. 

Ezilmiş, çocuk felci geçirmiş tutarlılığınız o kadar kötü durumdaydı ki, onu bir tek adım daha ilerletebilmenizin imkanı kalmamıştı. Yani, şunu soramazdınız artık: “Bizi acaba kimden ve niçin korudular?” 

Sonradan memleketin sıradan insanlarının ensesinde Işid bozası pişirecek olan o ünlü şüpheciliğiniz şunu da soramadı: “Biz, sadece namaz kılıyorken ve başkaca acayip bir şey yapmıyorken, etrafımızda toplanan yoldaşlarımız niçin Taksim’in ortasına inmiş bir UFO’nun mürettebatıymışız gibi bakakaldılar bize? Bu çarpık hoşgörü ifadesinin derinliklerinde ne var? Bu ülkede bilinebilecek her boku herkeslerden önce koşup bilmiş, bilgi ve ışık yolunda bunca sofuca inadı ortaya koymuş bu aydınlık insanların suratlarını, kendilerinin koruma kalkanının içindeki namaz bile niçin böylesine çarpıtıyor acaba?” 

Söylüyorum; azami hoşgörü ve asgari dikkatle bakıldığında bile çuvallamıştınız. Etrafı sarılmış ve korunmuş o namaz, bu ülkenin en derin yarasıydı aslında. Ve yaranın etrafı gerçekten de çevrilmiş, yara gerçekten korunmuştu! 

Nihayet, sizi uzaklardaki monitörlerden ağızlarında purolarıyla izleyen beyaz eldivenli muktedirler tarafından alkışlanmış ve kafeslenmiştiniz. Artık, sizi pozda veremli gibi ipince ve derinlikli mağlup gösterip içinizden esnafça galip hissettiren -gerçekten de derin- mağlubiyetinize kim toz kondurabilirdi ki, değil mi? 

Mülkiyetten nefret etmenizin cakası gerçekten caydırıcıydı. Hem kırık beyazların şerrinden de korurdu sizi. Ve artık sevgiyi bir el çabukluğuyla hortumlamakta beis görmediniz böylece. Doğayı, insanları, edebiyatı, sanatı, nezaketi, hakikati, hayvanları sevebilme ayrıcalığını bir arsa spekülasyonuyla mülkiyetinize geçirdiniz. 

Bu memlekette herhangi bir metafizik taşın üstünde taş koyamamanın öteki adı olan “Binlerce yıllık uygarlıklar beşiği” safsatasına bile dalgınlıkla ihanet ettiniz: O binlerce yıllık birikimin, sizden insan ve doğa sevgisine dair yepyeni bir şey öğrendiğine de inanıverdiniz zafer sarhoşluğuyla. “Beşiği” ıslattınız. Yepyeni bir dalgınlık mezhebi ortaya çıktı sizin bu safdil cesaretinizden. 

Bütün şehirleri, parkları, duvarları, vitrinleri, bir kadına ve çocuklarına yönelik küfürlerle donatırken, o stratejik dalgınlık size kibar ve zarif olma şansını da verdi. Maalesef. Bu zarafetiniz, bu gün Türkiye’nin bir radyoaktivitesi olarak sosyal medyanın derin hendeklerinde akmaya ve leş gibi kokmaya devam ediyor. İnstagram’lar, Twitter’lar doldu taştı zarafetinizden. Sadece ağaçları değil, hayvanları bile bir başka tarzda sevdiğinizi fark ettiniz. Et yemezlik kültü aldı yürüdü sayenizde. 

Ama mesela “pekeke”ye vejetaryenlik önermeyi aklınızın ucundan geçiremediniz. Yine dalgınlıkla ve yine o stratejik bir dehayla. Tanrı’yı şehre, İbni Arabi’yi Nişantaşı’na, Dostoyevski’yi Cihangir’e çağırıyordunuz; AKM denen o “kitsch” yığınına tapmaya kalkışanları utana sıkıla ilginç bulmaya gönül indirdiğinizi kendi gözlerimizle gördük.

 Mevlana’nın Londra şubesini ele geçirmeye çalışan bir zavallı vardı; Konya’yı, içinde Yeşil Türbe de var diye biraz pahalıya pazarlarken gördük onu da. Psikiyatrlar vardı; çoktan kendi mesleklerinin konusu olduklarını yine dalgınlıkla fark edemediler ve biz pis dinci faşistleri tedavi etmek için yırtınmaya devam ettiler. Hâlâ da gayret ediyorlar. 

Polis şiddetiyle vefat eden insanlara üzülmemiz, onları, çitlerle çevrili tarlasına tecavüz edilmiş öfkeli rençberlere dönüştürdü. Sosyal medyadan, tiyatrodan, galadan, törenden, sahneden, balkondan çürük yumurta, bildiri ve balgam yağdırdınız, yağdırdılar üzerimize. Bütün bunlar bizim değil, sizin, SİZİN insanlığınızın pes etme biçimiydi. 

Hakikatiniz çok uluslu reklam ajanslarının kreatif departmanlarında her gün yeniden üretildi durdu. Sadece bunun için bile olsa çuvallamıştınız. Sabah namazından dönen sıradan insanlara balkondan; “O minareyi g… sokacağım” diyen insanların cesareti ve saadeti sizin altın çağınızda gerçekleşti. 

Yakalarınıza rozet olsun o sahne. Ülkenin biz barbarlardan, biz hüloooğlardan temizlenmesi için gayrete gelmiştiniz. Palandökenli Hüloooğ Elif, Manisalı Hüloooğ Elif, Kastamonulu Hüloooğ Elif, vaktiyle kendini öküz yerine koyup kağnısıyla cepheye mermi taşımıştı ama ya!? Bunu o Çin ayakkabılı, törenli doktrinli ilkokullar boyunca ciyak ciyak yüceltmiştiniz ya? 

Hayır, çocuk felci geçirmişti ve ilerleyemiyordu mantığınız. Kibriniz olmasa açıktaydınız. Hep! Bunlar insanlığınızın pes etme biçimiydi, evet. Şimdi de kalktınız Işid’le korkutuyorsunuz bizi. 

Ama hayır! Kaç milyon takipçiniz olursa olsun, kaç milyon aydın doğan lejyoneriniz, greenpeace’ciniz, lgbt’niz, kaç milyon cem boyner’iniz, koç’unuz, eczacıbaşı’nız, bienaliniz, sinemanız, festivaliniz, karikatürcünüz, katırınız olursa olsun, giymeyeceğiz o gömleği sırtımıza! 

Türkiye’yi sotede kıstırdığınızda ona ne yapmaya kalkıştığınızı gördük ve artık hiç değilse bunu unutmayacağız. Bu ülkede batılıların borusunun öttüğü günden beri, kendinden başka herkesi gereksiz birer ayrıntıya çevirmiş olan distribütör kibrinizden, kurumsal şerrinizden korkmuyoruz. Türkiye’yi, sizi de sevmek zorunda kalarak sevmeyeceğiz artık.

Selahattin Yusuf, 22.04.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları





Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf  Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016



İlk yayınlandığı yer: Yolda

https://selahattinyusuf.com/2016/03/07/sizleri-de-severek-turkiyeyi-sevmemizin-bir-yolu-yok-artik/

Seçkin Deniz Twitter Akışı