22 Nisan 2016 Cuma

SA2787/KY43-BRŞ16: Gözden ve Kulaktan İçeri Dilden Dışarı: Harman Akış

"Baskısından şikayetlendiğimiz mahalleleri terk ettik, ancak yeniden mahalleleşemedik. Yeni bağlar kuramadık. Her birimiz kendi içimizdeki bir diğerinin savrulmasına aldırmadı."


Bir bizlik yitiğine düştük. Bizliğimizi küçük sosyal çevrelere çektik önce. Sonra ötekilerimizi ayırdık. Uzak tuttuk kendimizden. Kendi içimizde ötekinin ötekiliğini yerdik ve kötüledik. Ötekiler gibi değildik biz. Farklıydık. Ve doğru da haklı da bizdik. Ve kendi farkımızı kazındık içimize. Farkımızı, değer kaynağından kopararak. 

Her yeni doğrumuzun, sağlamasını yapmadan, kendimizdenliğinden dolayı tabulaştırdık. Sonra doğrularımız, senin benim doğrularım olmaya başladı. Daha kendimize çekildik. Moda tabirle, bireyselleştik. İnançlarımız gereği ibadetlerimizi de bireyselleştirdik. 

Toplumdan kopa kopa, darala darala kendi etrafımızda kurduğumuz duvarlar içerisinde artık en önemlisi kalp temizliğiydi. Ve nasılsa onu kimse görmüyordu. Benim kalbim temizlere sığındık. Kalp, nefsimizin yeniden tanımladığı ve kalpten geçeni kendi nefsimizle yeniden meşrulaştırdığımız.

Diyorum ki, yalnızlaştık. Hepimiz bunun acısını çekerken, kendimize dahi bunu itiraf etmek istemedik. Kalabalıklara karıştık. Kalabalıklara kaçtık aslında. Kalbimiz temizdi. Ve biz değerlerimizi sözde kalbimizde yaşatıyorduk. Ama dışımızdaki kalabalıklarla da ne kadar güzel geçiniyorduk. 

Yoktu bizden iyisi, benden iyisi yoktu. Etrafımızdaki herkes dilediği gibi yaşayabilirdi. Dilediğini yapabilirdi. Dilediğini savunabilirdi hatta. Genişlettik içimizi. Dünyaları sığdırabiliriz diye düşündük. Kimseye zararımız yoktu. Ve kimsenin bize zararı dokunmasındı. Her birimiz kendi dil dünyasını geliştirdi. Kendi kendine konuştuğu dili, başkaları anlamaz oldu. Anlaşılmaz olduk. Ama ne önemi vardı ki! 

Aforizmalarda bile, anlaşılmayan insan kutsanıyor, dağın zirvesine en yakınlar olarak işaret ediliyordu. Her birimiz dağın tepesine en yakındık. Ne ki, birbirimizi orada göremiyor, bizim dışımızdakileri hatta, henüz dağın eteklerinde debeleniyor diye düşünüyorduk. E her yiğidin harcı değildi dağın zirvesine yaklaşmak. Hele ulaşmak! Ne mümkün. Olsundu. Zirveye en yakın bizdik. Ben…

Aslında bizim camiada çözülme, AK Parti’nin iktidara gelmesiyle başladı. Cumhuriyetçi Muhafazakar -sözümona- söylem, Müslümanları neredeyse yüzyıl boyunca görmezden gelmişti. Ve işte şimdi iktidardaydık ve her şey bizim elimizde, hatta egemenliğimizdeydi. Her şey ortadaydı. Toplumun yarısının desteği ile muhafazakar kesim halkı “yönetmekle” görevlendirilmişti. 

Yöneticiler, kendi etrafında güvenilir adamlar bulmakta sıkıntı çekerken, iktidara oy verenler kendi aralarında ötekine haddini bildirmiş olmanın küstahlığına girişti. Bireysellik yerini iktidar yanlısı olan ve olmayanlar diye ayrılan sınırlar içerisinde farklı bir aidiyet geliştirdi. İktidara oy verenler, oy verdiğini iddia edenler, hatta iktidarın iş başına gelmesine hizmet ettiğini iddia edenler için, kendi aralarında, rant kavgaları başladı. Pasta büyüktü. Payına ne düşerse istiyordu insanlar. Yolun başındaki değerlerin kaynağı, alınlarda değil, artık bir rozette, bir örtüde, bir ajandada hatta taşınıyordu. Sadece bir simge olarak. Ve bu simge, bir onay, bir meşrulaştırma işlevi görüyordu. Kendi aralarında. Kabullenilirlik sağlıyordu kendi içlerinde birbirlerini. Ötekine zaten verilecek bir pay yoktu.

İnsanlar bir baktı ki, herkes en üsttekine yakın olmaya çalışıyor, en üsttekine yakınlara yakın olmaya çalışıyor, en üsttekine yakın olanlara yakın olmak için onların da yakınlarında dolaşıyor ve bu durumda hep kazançlı çıkıyor, aidiyetten gelen sorumluluk duygusu ve dava anlayışı da bir yere kadardı. Ortam güvensizdi. En çok ve sadece kendisine güvenebiliyordu, dolayısıyla o yarışın içerisine girmekten kaçınmadı. Hep başkaları için savunulan şeyler, kendisi için istenmeye başlandı. 

Para. Makam. Mevki. Şan. Şöhret. Arsa. İhale. Sahiplilik arttıkça bu tarz maddi şeylere, duygusal devinimler başladı. İnsanlar hayatındaki kimselerden tatmin olmamaya başladı. Şehvetle tanıştı. Sınırları olmayan. Gençlik kaynağıydı sanki. Enerji kaynağı. O kızgın yarışta onları ayakta tutan, motive eden, dinlendiren, iyi ve güçlü ve diri hissettiren. 

Cinsellik tabuydu. Konuşulamazken, özgür vadilere inildi, cinsiyetin yeni giysileriyle. Grand tuvalet giysiler, ceylan derisi çantalar ve ayakkabılar, son model telefonlar ve arabalar. Yeni mekanlar. Pahalı şeyler. 

Yemek yerken dıştan içeri doğru çatal kaşığın nasıl kullanılacağı öğrenildi. Ve adabı muaşeret kuralları. Yeni imajlar geliştirildi. Yeni markalar icat edildi. Tarz olmak, toplumsal saygınlığın ilk anahtarı oluverdi. Ye kürküm ye diyenin sitemi yok sayıldı. 'Bizimle diilsinciler'le saflar tutuldu. Kolkola gezinmeler başladı.

Tarz olanlara inat, hakikatli Müslümanlar görmezden gelindi. Ayak bağı muamelesi gördü. Kendi camiası içerisinde. Uyarıları dikkate alınmadı ilk başlarda, sonra uzaklaştırıldı ve nihayet küstürüldü. Onlar sustu. Seslerini yükseltenler ise gaf üstüne gaf yaptı. Hata üstüne hata. Yanlış üstüne yanlış.

Eğer dönüp ardımıza bakmaz isek, birçok şey için çok geç olacak. İçimizde barınan, bizim varlığını bildiğimiz, ama inkar ettiğimiz sapıkların sayısı artacak. Baskısından şikayetlendiğimiz mahalleleri terk ettik, ancak yeniden mahalleleşemedik. Yeni bağlar kuramadık. Her birimiz kendi içimizdeki bir diğerinin savrulmasına aldırmadı. Hal-hatır sormak yerine, savrulanı rüzgarına terk etti. İnsanlar, evet bizim camiamızda insanların şirazesi kaydı. Bir kültürü –alışkanlık anlamında kültür- terk ederken yenisini inşaa edemedik. 

Bizim dönüp bir kendimize bakma zamanımız geldi. Yeni bir kültür inşâ etmemiz ve bu kültür içerisinde yeni denetim mekanizmaları kurmamız. Kaynak olarak yeni değerler aramamıza gerek yok. Hatırlayabilirsek eğer, bizim mecramızın zaten bir kaynağı var. Dayatmaya gerek duymayacağımız, seveceğimiz, sayacağımız ve yeniden bağlanacağımız.

Güncel yaralarımızdan bir anektod:

Bugün bir sapığın, nihayet aslında bizimle ilgisi olmadığını öğrenmiş olmanın dayanılmaz hafifliğiyle bir yük kalktı üzerimizden (!). Ama daha geçenlerde ilçeden gelen ve yer sormak için iş yerime gelen bir baba ve yanında kendisine yardımcı olacak için masraflarını da karşılayarak gelen bir baba uğradı. Dokuz yaşındaki oğlu tecavüze uğramıştı. Ve tecavüz davası devam ederken, ilçede olmadığı için, her ay oğlunu merkez ilçedeki sağlık kuruluşunda görev yapan psikiyatra getirmek zorundaydı. Getirmediği takdirde çocuğunu yetiştirme yurduna alacaklardı. Çocuğu yoktu yanında. Çocuğunu ondan almasınlar diye konuşmak için gelmişti. 

Demem o ki, o yoksul aile, henüz çocuğunun ve farkında olmadıkları halde kendilerinin yaşadıkları travmadan bihaber, imkanları olmadığı halde kendilerine dayatılan şartları yerine getirme derdine düşmüştü. Böyle olmaz. Değer yoksunluğunun hal çaresine bakılacak elbet ancak mağduriyetler gözetilerek. Dayatılmadan. 

Devlet ne için var? Tarzını geliştirmek derdinde olanlar için mi, bu aile için mi? Devlet çatımdır. Benim, bizim, o aile ve o çocuk için var. Devleti ancak bu sayede tanırım. Aksi halde, mahallemde salyangoz satanlara gerek yok, mahallemin kanını deli deli içine akıtanları kazan kaldıracak. Bu, öngörülsün artık.



Birsen Şöhret, 22.04.2016, Sonsuz Ark, Konu Yazar, Sosyoloji Temrinleri, Makaleler

Seçkin Deniz Twitter Akışı