“Çözüm çok da karmaşık değil; çocuklarımıza bir hedef vermek
zorundayız, onlar kendileri hedefleri sorgulayana kadar bu vazgeçilmez bir şey ve
ne değişirse değişsin insan doğasında bu değişmeyecek.”
Ders anlatırken öğrencilerimin hepsinin bana bakmasını isterim.
Onların gözlerinde derse olan ilgilerini, anlattıklarımı anlayıp
anlamadıklarını, sıkıntılarını, motivasyon durumlarını görürüm çünkü. Dersin
akışını o gözlerdeki ifadelere göre düzenler ve sık sık sorular sorarak
dikkatlerini diri tutarım.
Öğrenmek isteyen insana öğrenmek istediği şeyi anlatmak her zaman
başarıyı arttırmış, tam öğrenmenin yollarını açmıştır; bunu yirmi iki yıllık
meslek hayatımda çokça kez deneylemişimdir. Binlerce öğrencimle, ancak neden
Matematik öğrenmeleri gerektiğine dair uzun süreli bir bilinçlendirme döneminden
sonra bağ kurmam mümkün olabilmişti. Öğrenmek için bir nedeni olmayana zorla bir
şey öğretmek mümkün değildir ve ne yaparsanız yapın başarılı olamazsınız.
Bu yıl onbirinci sınıf öğrencilerimle tanıştığım ilk gün, Eylül
ayının son günlerinde bir soru sormuştum, “Kaç kişinin bir hedefi var, kaç kişi
hangi mesleğe karar verdiğini söyleyebilir?”
Maalesef aldığım parmak sayısı
sınıfın sadece yarısı kadardı, 17 öğrencimin bir hedefi yoktu ve bu 17
öğrencimin bakışlarında derin bir belirsizlik vardı.
Bunun sebeplerini irdelerken asla bizim lise çağlarımızdaki
sosyolojik ve ekonomik şartların hayallerimize ve hedeflerimize yön verdiğini
unutmuş değilim, ama ne yazık ki kuşakların birbirinden farklı olmasını
sağlayan tüm nedenler bizim zamanımızla hemen hemen hiçbir şekilde ilgili
değildi. Her kuşağın yetiştiği şartlar diğer kuşaktan çok daha hızlı değişen
niteliklere sahipti, galiba kuşaklar birbirinden kopuk yaşayacak kadar hızla
değişiyordu her şey.
Ülke olarak zenginleşmiştik ve tuhaftır, çocuklarımız bizim
yaşadığımız yokluklarla sınanmadıkları için herhangi bir iş temelli kaygıyla
zorlanmıyorlardı, bize göre lüks içinde yaşıyorlardı çünkü. Bunun sonsuza kadar
böyle süreceğini zannediyorlardı çoğunluk olarak. Sorunumuz sanılandan çok daha
büyüktü, sadece ekonomik seviyemizin yükselmiş olması değildi öğrencilerin
motivasyonlarını bozan nedenler, meslek seçiminin gerçekten zorlaşmış olması da
çok etkiliydi bu belirsizlikte.
Geçen hafta dış kapıda güvenlik görevlisi olarak görevlendirilen
bir hizmetlimizle sohbet ediyorduk. “Bir abim Orman Mühendisi, şimdi
öğretmenlik yapıyor, bir kardeşim de İşletme mezunu, ama polis!” dedi. “Peki,
sen nesin?” diye sordum, gülümsedi. Cevabını bildiğim bir soru sormuştum ona. Yıllarca yeşil sahalarda top oynamış bir Futbol
Antrenörü’ydü Belediye takımında, ama Başkan’ın keyfi gereğince devlet
kurumlarına hizmetli olarak geçirilmişti.
Öğrencilerim bu gerçeğin farkındaydı işte. Hangi bölümü bitirirlerse
bitirsinler KPSS vardı ve KPSS sonrası hangi kadroya atanacakları belli
değildi. Bir tatil beldesinde tatil yapmaya gelen üç İstanbullu banka
çalışanının asıl mesleklerinin elektronik mühendisliği olduğunu söylemişti bir
ahbabım. En büyük işveren devletti ve ne yazık ki artık devlet kadroları dolup
taşmıştı. Eğitim Fakültesi mezunu olmayan yüzbinlerce üniversite mezunu
öğretmen olarak istihdam edilmişti ve ben bunun olumsuz sonuçlarını her gün
yetersiz bir şekilde liseye gelen öğrencilerimde bizzat gözlemleyebiliyordum.
Çocuklarımız eğer doktor değillerse kesinlikle işsiz kalma
olasılıklarının yüksek olduğunu biliyorlardı; Tıp fakültesi kazanmak zordu ve
bu durum diğer mesleklerin de hayallerine girmesine engel oluyordu. İşler geçmiş
yıllara göre daha da karmaşıklaşmıştı. Çünkü devlet politikaları herkesi 12
yıllık zorunlu eğitime yöneltiyor ve herhangi bir meslek erbabının yetişmesi
için gerekli olan yaş aralığında çocuklarımız okul sıralarında zaman
öldürüyorlardı. Evet; bu tamamen zaman öldürmekten başka bir şey değildi.
İlkokul’da, Ortaokul’da ve Lise’de neredeyse sınıfta kalmak yoktu. Örgün eğitimdeki
öğrencilerin yüzde doksanı ite-kaka okula gidiyorlardı.
İletişimin artık doyma noktasına geldiği günümüzde, aşırı iletişim
insanların kendi başlarına kalmalarını engelliyor ve yaşadıkları sorunları
düşünmelerine fırsat vermiyor. Hayat birdenbire tüm ağırlığı ile sekizinci ve
onikinci sınıfta ufukta belirince de büyük bir psikolojik çöküş yaşıyorlar
gençler. Buna bir çözüm bulmak zorundayız, aksi halde gittikçe şişecek ve
patlamaya hazır hâle gelecek bir süreç yaşayacağız okullarda.
Çözüm çok da karmaşık değil; çocuklarımıza bir hedef vermek
zorundayız, onlar kendileri hedefleri sorgulayana kadar bu vazgeçilmez bir şey ve
ne değişirse değişsin insan doğasında bu değişmeyecek. Hedef insanı motive eder
çünkü, neyi neden öğrendiğini bilir öğrenci. Ve buna bağlı olarak diğer
sorunlar etkisini yitirir.
Sınavlar yapıyoruz, sonuçlarını analiz ediyoruz, başarı
durumlarını incelerken başarısızlığın temel sebebinin yeterince çalışmamak
olduğunu söylüyoruz, bu doğru ancak yeterince çalışmamanın sebepleri artık biz
öğretmenlerin ve okulların haddini aşıyor; bu bir devlet sorunu ve bizim bunu tamamen çözebilmemiz mümkün değil.
Devlet hangi sektörde ne kadar insana ihtiyacı olduğunu
belirleyecek ve ilkokuldan itibaren bu ihtiyaca uygun öğrencileri
yönlendirecek, onları dikkatle eğitecek, son aşamaya kadar her öğrenci ile
ilgilenecek. Ve bu sistemde öğretmene
düşen rol de net bir şekilde tanımlanacak.
Matematik düşünerek yaşamak isteyen her insan için vazgeçilmez bir
ders, ama artık liseye altyapısı olmayan öğrenciler göndermek, akademik
başarıyı başından itibaren yok etmek demek. Hedefi olmayan bir öğrencinin
matematik öğrenmek istemesini sağlamak gittikçe zorlaşıyor ve sorunlarımız
artıyor.
Unutulmamalı herkes akademik eğitim almak zorunda değil, devlet
insan kaynağını daha gerçekçi bir şekilde değerlendirmek zorunda. Öğrencilere
okulda zaman öldürterek varacağımız tek yer nihayetsiz sorunlar demek olacak.
Bu da en gelişmiş olduğumuz zamanda ülkemize yakışmayan bir israf, maalesef.
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiBeş Nisan
İkiBinOnAltı – OtuzBir