"Zedelenmiş bir imajla insanlar arasında nasıl dolaşabilirdi? Nasıl her zamanki gibi kendinden emin tebessümle bakabilirdi çevresine? Nasıl güvenmelerini beklerdi insanlardan? "
Adamlardan biri kirli sakallıydı ve sinekkaydı tıraşlı adamla hemen hemen aynı yaştaydı. Üçüncü adam daha bir gençti. Otuzlarında falan gözüküyordu ve o da sinekkaydı tıraş olmuştu. Kadın ise siyahiydi. Üç beyazın arasında kolayca fark ediliyordu siyahiliği. Hayır, yani gündüz olmasa da fark edilirdi. Doğrusu bu yargımızdan kuşku duyduğumuzu itiraf etmeliyim. Yani karanlık olsaydı ve –ki oturdukları masanın sağında solunda, yanında yöresinde yapay bir ışık kaynağı olmadığı için- yine aynı masada otursalardı kadının siyahiliği anlaşılır, diyebilir miydim? Kuşkuluyum.
Öylesine ruhsuz bir biçimde söylemişti ki sözünü ettiği kişinin ölümünden –hemen yanındaki adamın dizi de çarpmış olabilir- masa ürpertiyle –masanın ürpermeyeceğini bilecek yaşta olduğumuzu dikkatli bir okuyucu çoktan fark etmiştir, fakat masanın niçin sallandığını ayrımsayamadığımız için öylesi bir benzetiyi yapmak zorunda kalıyoruz, kötü edebiyatın bir kazanımı olarak da değerlendirilebilir bu benzeti, kuşkusuz onun da etkisi vardır, ancak burada o tümceyi kuruşumuzun tüm itkilerini incelemeye kalksak öykünün sağlıklı bir gelişimini sağlayamadığımız gibi, hepten öykünün kendisini de kaybedebiliriz, böylesi bir olasılığın olduğu keskin gözlerden kaçmayacaktır. Öyküyü yitirdiğimizde olacak şeyin ne olduğuna dair bir bilgimizin olmadığını okuyucular kolaylıkla çıkarsayabilir.- sarsıldı. Ve elbet masa üzerindeki kimi yarım olan, kimi bir yudum alınmış çay bardakları da sarsıldı. Neyse ki herkes çaylarından birkaç yudum almıştı da bardaklardan içilen sıvılar dökülüp olası bir kirliliği neden olmamıştı masanın şiddetli de denebilecek sarsıntısı.
“Öyle bir şey olsaydı” diye düşündü kel orta yaşlı adamın hemen sağında oturan –solunda mıydı yoksa? Önünde, arkasında oturmadığı kesin- siyahi kadın. “Garson masa örtüsünü değiştirirdi herhalde. Öyle kirli, ıslanmış, yapış yapış olmuş bir masa örtüsüne ev sahipliği yapan masa etrafında –siyahi kadında bizim gibi kötü edebiyatın bir kurbanı olmuş olabilir, yoksa o da masanın veya cansız bir nesnenin ev sahipliği yapmayacağını bilecek bir yaştaydı- oturmalarının bekleyemezlerdi herhalde!” diye sürdürdü uslamlamasını.
"Değiştirirlerdi değil mi?" dedi, farkında olmadan, gayr-î iradî dökülmüştü o tümce ağzından. Ve ister istemez kızarmıştı. Ve fakat kızarıklığı anlaşılmadı. Siyahi birinin kızarması hiç de onu patlıcana döndürür değildi. Öyle diyenler –yani siyahi biri kızardığında patlıcan gibi olduğunu söyleyenler- en iyimser deyişle abartıyor olabilirler. Yok, abartıyla söylenmiş değildir deniyorsa apaçık yalan söylediklerini iddia edebiliriz.
Siyahi kadın beceriksizce kucağındaki çantayı –masa üzerine yahut yedek bir sandalye çekip onun üzerine çantasını koymamasının nedenlerinden, belki en önemlilerinden biri olası sıvı dökülme kazalarıydı ve bu yüzden kadın çantasını hep kucağına alırdı. Fazladan bir sandalye ise çantanın çalınması olasılığını doğururdu, bu her iki durum da yaşamıştı kadın- karıştırmaya başladı.
Söylediğinin –hani masa örtüsünün ıslanması durumunda yürüttüğü uslamlama sonucunda “değiştirirlerdi herhalde!” demişti ya, işte o söylenenin – ortama uygun olmadığını fark ettiği içindi bütün bunlar. Yani kızarması sonra da çantasını karıştırması. O sözü söyler söylemez çantasını karıştırmaya başlamasının nedeni masadakilerin o sözle başka bir şeyi ereklediğini sanmalarını sağlamaktı.
-Ve fakat itiraf etmeliyiz ki kimsenin umurunda değildi kadının söylediği. Bunu anlamış olsaydı ya da bunu fark etseydi en azından içine düştüğü sıkıntıdan kurtulabilirdi kadın. Ne yazık ki kadın bunu ne anlamış ne de fark edememişti ve sıkıntı içinde bocalanıp durmaktan kurtulamamıştı. Bir yandan sıkıntıyla boğuşurken bir yandan da –kendi deyimiyle- “lanet çakmak”ı çıkarabilirse –çıkarabilmesi için önce bulması gerekiyordu elbet ve fakat duyduğu utanma duygusundan mı, aceleciliği yüzünden mi bilinmez bir türlü bulamıyordu, bulamadığı için de çıkaramıyordu.. ah bir çıkarsa- sorunu çözeceğini düşünüyordu. Çakmağı bulup çıkarabilse etrafındakilere gösterip, çakmağın üzerindeki kabartmanın –kabartma yapıştırmaydı- düşmek üzere olduğunu söyleyecek ve daha dün Türk lirasıyla otuz beş lira verdiği çakmağı, değiştirmeye kalksa satıcının değiştirmeye yanaşıp yanaşmayacağını öğrenmek için öyle dediğini –hani “değiştirirlerdi her halde!” demişti ya ve sonradan bu sözün ortamla herhangi bir ilişkisi olmadığını fark etmişti ya.. aslında bir ilişki vardı.. masa örtüsü ıslandığında değiştirmezler miydi? Bu sorulsa..- lanet çakmağı bulamıyordu ki.. belki de komodinin üzerinde bırakmıştı. Kafasında kurguladığı şeyi yapabilmek için çakmağa şiddetle gereksinimi vardı oysa.-
"Rıza Abi sen bilirsin Tenezzüh Gemisi, ne demek? Rıza abi epeyce bir süre bu gemicilik işleriyle uğraşmıştır."
'Rıza' diye seslenilen sinekkaydı traşlı adam kendisi hakkında konuşan arkadaşının –adı Fikret’ti arkadaşının ve sabahtan beri övüp duruyordu- övgüleriyle mest olmuştu ve fakat işte bu soru ile her şeyi mahvetmişti. Kendisinden ve diğer arkadaşından – onun da adı Köksal’dı- daha genç olan üçüncü adam, yani Fikret sorusuna bir yanıt beklediği Rıza’ya baktı. Rıza’yı gözlerini denizin bitim çizgisine dikmiş buldu.
"Tenezzüh Gemisi ne demek Rıza Abi?"
Sorusu akabinde mi yüzündeki tebessüm silinip gitmiş ve gözleri denizin bitim çizgisine saplanıp kalmıştı? Yoksa Tenezzüh Gemisi'ni bilmiyor muydu Rıza Abi? Yoksa “Tenezzüh Gemisi ne?” sorusu öldüğünü bildirdiği istihbaratçı ile ilgili bir takım anıların kafasında canlanmasına mı neden olmuştu? Bu soruların yanıtı yoktu. En azından belirsizdi.
Rıza Abi arkadaşları arasında “ayaklı kütüphane” imajıyla vardı. Ve ne yazık ki “tenezzüh gemisi”ini bilmiyordu. İmajı büyük bir yara alacak gibiydi. Zedelenmiş bir imajla insanlar arasında nasıl dolaşabilirdi? Nasıl her zamanki gibi kendinden emin tebessümle bakabilirdi çevresine? Nasıl güvenmelerini beklerdi insanlardan? Eğer arkadaşı Fikret’in elinde bir gazete olsaydı ve Fikret gazetenin bulmaca sayfasını açmış olanca dikkatini bulmaca sorularına vermiş olsaydı Rıza Abi kolayca, "Kaç harf?", diye sorardı Fikret’e. Fikret de dalgın dalgın, "Üç harf!", diye yanıtlardı abisini.
Bu yanıt üzerine Rıza Abi de göğüs geçirerek ve kendinden emin bir biçimde, "Yat!", der ve böylece imajının zedelenmesine fırsat vermezdi. Ne yazık ki ortada ne bir gazete vardı ne de bulmaca ile ilgili bir araç. Bu durumda elbette Rıza abi, "Kaç harf?" diye soramıyordu. Soramadığı için de Fikret, "Üç harf!", diyemiyordu. Böylece tenezzüh gemisinin ne olduğuna dair bir bilgiye sahip olmadığı ortaya çıkmış oluyordu Rıza Abi'nin.
Allah’tan Fikret, Küçük Prens gibi sorduğu soruyu asla unutmayıp ve bir yanıt alıncaya kadar soran bir karaktere sahip değildi. Belki böylesi bir karakterde olmayışının nedeni boyunun normal insanlardan biraz kısa olmasıydı. Hani belki boyunu takıntı yapıp kendisini bir an gösterme hevesi duymasından sonra, gözlerden uzak olmayı seçiyordu. Sorduğunu neredeyse hemen unuturdu.
Kuşkusuz bu kerede unutmuştu. Yani Rıza Abi böyle bir olasılığı sarılmak istiyordu. Ve fakat “İnsan bu!” diyordu içinden bir ses. Sorduğunun peşinden koşan bir varlık değil miydi insan? Bunu en iyi Rıza abi bilirdi. İstihbaratın gönüllü muhbirlerinden biriydi. Ve bundan hiç utanmazdı. Ulusal bir görev addederdi. Ulusunun güvenliği için gönüllü olarak yapardı muhbirliği. Ve bilirdi sorulan sorunun yanıtının mutlaka verilmesi gerektiğini. Fikret peşinde koşmasa da sorularının ardından bu sorusunun peşinden koşmayacağına ilişkin kesin bir kanıtı yoktu.
Elinde sorunun yinelenmeyeceğine ilişkin kanıt olmadığının iyice ayrımına varır varmaz, sesine gizemli bir hava verip, "Öldü.. biliyorsun istihbaratçıydı", deyivermişti sorunun sorulması üzerinden bir dakikaya yakın bir zaman geçer geçmez. Sesine verdiği gizemli havanın ne denli ruhsuz olduğunu umursamadan. Bir ruh katmayı ne çok isterdi ve fakat işte zamanı yoktu buna. Bununla idare edeceklerdi. Konu değiştirmenin tek yolu buradan geçiyordu. Belki Fikret’in şöyle düşünmesini sağlamış olacaktı:
"Öldüğü söylenen ve benim de tanıdığım bildiğim varsayılan istihbaratçı bir tenezzüh gemisinden düşüp ölmüş demek ki!"
“Kahretsin!” dedi kendi kendine Rıza Abi. “Unutamayacak mıyım şu lanet Tenezzüh'ü? Lanet soruyu soran belki de çoktan unuttu, bense.. kendimi yiyip bitiriyorum..”
Gerçekten de Fikret çoktan unutmuştu soruyu. Ağzında yakılmamış sigara, çantasını öfkeyle karıştıran Ruth’a –siyahi kadına- bakıyordu dikkatle. Çakmağını çıkarıp yaksa mıydı? Kadın sigarasını yakmak için çakmağını mı arıyordu?
Öteki adama –Köksal’a- baktı Rıza. Bu belayı Köksal sarmıştı başına. Bir et lokantasından Fikret’le çıkarlarken –yemeklerini bitirmişlerdi çünkü, yemeğin üzerine lokantanın ikramı olan birer bardak çay da içmişlerdi- Köksal’la yanındaki siyahi kadın –Ruth- çıkıvermişlerdi önlerine. Ayaküstü bir konuşmanın ardından – bu konuşma siyahi kadının vatandaşlık müracaatı yapan Kenyalı biri olduğu adının da Ruth olduğu üzerineydi ve kadın Türkçeyi en az kendileri kadar güzel konuşuyordu, o da tanışmış olduklarından ötürü mutluluğunu belirtmişti ve sohbet neredeyse bitmişken Köksal sahilde çaya davet etme gereği duymuştu nedense- sahilde, her zaman takıldığı kahvehanede, Cafe Sahil- bulmuşlardı kendilerini.
Köksal dalıp gitmişti adeta. Tatlı bir rehavet çökmüştü üzerine. Her yemekten sonra böyle olurdu sanki. Neredeyse gözleri kapanacak, uyuyup kalacaktı. Adam uyumamak için zor tutuyordu kendini, bu durum her halinden belliydi. Uyusa belki de kenarlıksız sandalyeden zemine düşerdi. Ve fakat olmuyordu. Rıza daha bir dikkatle baktı arkadaşına. Fikret elini cebine sokmuş çakmağını çıkarmak üzereydi. Ruth aramaktan vazgeçmiş yahut vazgeçmek üzereydi ve Köksal ağır ağır Rıza’nın gözleri önünde sağa doğru yattı yatacaktı. Rıza bir an adamı tutmak istedi. Geç kalmıştı. Küt diye düşmüştü sandalyeden. Kimse fark etmeden Köksal kalp krizi geçirip gözleri açık gitmişti. Masadakiler donup kalmıştı.
İçinden “Oh be!” demişti sanki Rıza.
-Yani öyle bir duygu yoklamış gibiydi sanki. Hani belki de dememiştir, günahını almayalım şimdi.-