"Gazetta suda batmıyor, he."
Sizin de ara sıra aklınızı kurcalamaz mı? Sonuçta “aydınımızı” pohpohlamak anlamına da gelen şu ünlü görme bozukluğumuzu neden bırakamıyoruz acaba? O söz konusu olduğunda neden bu denli savunmadan yoksunuz? Onu görünce neden azami hoş görü-asgari dikkat konumuna geri -kabuğumuza- çekiliyoruz? Onun artık zorunlu olarak bir nevi “iki taraflı ajan” olduğunu kabul etmeliyiz. Paranoyak demeyin bana, üzerim.
Bakın. 1820’lerin ortasına kadar Osmanlı Tercüme Odası’na (Dışişleri Bakanlığı) lisan bilen personeli Fener Rum Patrikliği sağlıyordu. Burada fon müziği olarak biraz “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” verelim. Hayır, faşist maşist demeyin valla karşılıklı üzülürüz. Lütfen. Seksist falan da istemiyorum -Birikim, sana diyorum!-
Sonra, 2. Mahmut bu Fener’e dedi ki; “Siz de içinde misiniz bu isyan işinin oğlum?” “Yok valla” dediler, bizim alakamız yok!" “Var ulan, nasıl yok!” dedi, imparatorluğun dağılacağını hisseden 2. Mahmut. Merkezi bürokrasinin güçlenmesini devletin kurtuluşu için çare gören 2. Mahmut. Başka çaresi olmayan, devlet dairelerine ilk kez resmini astıran 2. Mahmut. Muhtarlık kurumunu icat ve ihdas eden 2. Mahmut. (Şimdi muhtarları kim her hafta topluyor ve onlara devletin en uçtaki kılcal damarları olarak kan ve can pompalıyor? Burada Kemalistlerin ve beyazların “Tayyip!” diye hep bir ağızdan ayaklarını yere vuracaklarını tahmin ediyorum ve eli yükseltiyorum: Peki devlet dairelerine resmini astırmak konulu enstalasyon san’atını ülkeyi kendi heykeline boğarak yücelten kim? Sessizlik. Ok. Filozof sizin için mi söylemiş bilmiyorum ama; hayat demiş, inandığımız şeylerin tam tersini bize gösterecek kadar uzundur, demiş. Yani geçmişimiz de uzun, demeye getiriyor. Anlayın artık).
Uzatmayalım; 2. Mahmut Fener’in ileri gelenlerini idam etti. Ama bu Rumları bizden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Çaresiz, Tercüme Odası’na yerli, “Müslüman” personel -kendi ‘aydınımız?- istihdam edilmeye başlandı. Bu “Müslüman” kelimesini tırnak içine almayı Fikret Başkaya’dan öğrendim. Tafsilatı uzun.
“Modern Türkiye” tarihinde netlik ayarı yaparken çok işe yarıyor o tırnak. Mesela kenar süslü “ilericiliği” ve sermaye-statü korumacılığına dayalı, işlemeli laikliği, teğelli, kilim desenli 6-7 Eylül olaylarını, mübadeleleri, giden “gayrimüslimlerin” elinden alınan sermayeye çökmüş Beyaz Türk sermayeyi, o sermayenin 80-90 yıldır ihale ettiği kültüre evrakta sahtecilikle, nitelikli dolandırıcı hileleriyle ve ihale yolsuzluklarıyla çökmüş san’atçıyı… Hasılı resmi “Aydınımızı” o tırnaklarla anlatıyoruz.
Dönelim Yunan isyanına. O süreç devam etti. Yeniçeri Ocağı 1826’da kaldırıldı. İlmiye sınıfı da böylece “Bektaşi” dayanışmasından -ve aslında tarihi dayanağından- yoksun kaldı. (Yalçın Küçük’ün itiraflarına hiç değilse burada inanalım: Aydınımızın asker seviciliğinin, MDD-Milli Demokratik Devrim’in ve Kadro dergisi kümelenmelerinin esas kaynağı bu Yeniçeri olayına kadar iner).
Kahvehanedeymişiz gibi yazayım -ki, zaten Çengelköy’de bir kahvehanedeyim şu an- : Aslında bizim “Aydınımızın” tuhaf hikayesi bu iki önemli olayla başlıyor ve bitmiyor. Cem Yılmaz’ın da dediği gibi; “Ürünümüzün bir özelliği de suda batmıyor!” Gerçi o para şeklinde oyulmuş patates kızartması parçacıkları için söylemişti bunu ya, neyse. Hahaha.
Yeniçeri olayından sonra tarihi maddi dayanaktan yoksunluk ve onu tarih boyunca hep aramak meselemiz var.
Tercüme Odası’nı Rumlardan devraldıktan sonra gavurun dilini öğrenmek zorunda kalmak ve ona doğru meyletmek meselemiz var.
Peki, var da ne olmuş yani?
“Aydınımız” tarihi boyunca artık kendine bir dayanak aramak zorunda kalmışımışdı. Kafasını suyun üstünde tutabilmek için. Bu, MDD’nin gümlemesinden, SSCB’nin gümlemesinden, Arnavutluk’un gümlemesinden ve Çin’in lay lay lom olmasından sonra, bugünkü köşe yazarlığına, para karşılığı rapor hazırlama iştigaline, danışmanlık müessesesine kadar geldi dayandı. Bir kısım “aydınımızın(?!)” Suriye rejimi ve Esed hayranlığının bir tarihi dış-dayanak alışkanlığından ileri gelmediğini kim iddia edebilir?
Hayır, eski bir köşe yazarı olarak, değer yüklemeden söylüyorum bunları. (Burada ‘gazetta’ kelimesinin manasını hatırlamakta fayda var. Osmanlı tehlikesine karşı vaktiyle Venedik havalisinde çıkan tek sayfalık haber kağıdına verilmiş bu isim. Çok küçük bir paraya alındığı için, o parayı bozuk hazır etmek gerekiyormuş. Mesela 1 kuruş gibi falan. İşte ‘gazetta’ haber kağıdına değil; o haber kağıdını alabilmek için önceden hazır edilmesi gereken o küçücük paraya verilen isimmiş. Yani -özgür basın sana söylüyorum- gazetta demek zaten ‘çok küçük bozuk para’ demekmiş, işin evveliyatında). Gazetta suda batmıyor, he.
Peki. Vakıa bu.
İlmiye Yeniçeri olayından sonra yavaş yavaş klasik vakarını yitirdi. Sonra mektep-medrese çelişkisini yaratacak olan mücadelede zaten yenilecek ve 1900’lere gelindiğinde mektepler karşısında tamamen zayıflayacaktır. İlmiye (medrese) tarihi dayanağından yoksun kaldıktan sonra, devlet-destekli mektep karşısında giderek geri çekildiği gibi; Tercüme Odası da dilini öğrendiğine benzemek zorunda kaldı.
Gizli bir dip akıntısı, üzerinde bulunduğu adayla birlikte “Aydınımızı” açık denizlere, Batı’ya doğru sürükledi. Sürüklendiği esnada (Bu ‘esnayı’ kaba hesapla 2016-1830= 186 yıl olarak tespit edelim) aydınımız, o nefis Kusturica sahnesindeki gibi, kendi küçük adacığının üzerinde şenlik şamata içindedir. Konu dağıldı mı, bana mı öyle geliyor? Bir dakika!
Hayır, herkes Attila Jozsef olsun demiyoruz. Herkes yoksul olmalı, fildişi kulede yalnız ve asosyal kalmalı demiyoruz. Sadece sosyalleşmenin de bir adabı var diyoruz. En sevdiğim şairlerden biridir bu arada Attila Jozsef. Son şiiri, bir iş başvurusudur. Şöyle şeyler vardır o şiirde yanlış hatırlamıyorsam: “Daktilom hızlıdır. İşe çabuk uyum sağlarım…” Ölüm döşeğindedir aslında. Macarların gururu olmalı bu herif. Soyadımız aynı, evet. Neyse. Ama işte Attila Jozsef olmasan bile, ikide bir kafanı merkez-beyaz sermayenin kapı aralığından uzatıp; “Abi benlik bi’şey varsa?” diye sormazsın, değil mi?
O Beyaz Türk sermayesinin ve köpürttüğü bütün o merkezi kültür temerküzünün adamı olmak, bütün o gayrimüslim sermayenin, bütün o Osmanlı bakiyesinin hesabını da üstlenmek değil midir? Evet öyledir.
Bütün tersanelerine, saraylarına, köşklerine, kışlalarına, yalılarına, topraklarına, hasılı bütün maddi varlığına el koyduğun Osmanlı Devleti’nin manevi varlığından iğrenmeyi yasal tedbirlerle, polis ve asker değneğiyle kurumsallaştırdın! Oldu mu, olmadı.
Olmadıysa, a be kardeşim, öyle ilericilik mizanseni, solculuk sakarlığı, sınıf eserikliği, kafam manyak numaraları yapmazsın, değil mi? Sonuçta hepimiz dayanaktan yoksunuz, öyle mi kurban? Yapma!
Neyse ki halkın gerçekten derin irfanı ve bilinçsiz dehası, hepimizi iddialarımıza karşı da korumuş tarih boyunca: Bize iltifat etmemiş ve belki bu sayede memleketin karanlıkta yolunu bulup yürüyebilmesi için elde şu kadarcık aydınlık kalabilmiş.
Selahattin Yusuf, 13.05.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları
Takip et: @selyusuf
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016
İlk yayınlandığı yer: Yolda
https://selahattinyusuf.com/2016/03/07/kirk-soruda-aydin-zaafimizi-nasil-yeneriz/