"Ümmet oradaydı. Kardeş olmanın sükunetini hissediyorduk, huzurlu uğultuya dualarımızla katılırken. İşte buradayım, diyordum; nihayet geldim."
Şöyle geliyordu dilime: İşte buradayım sonunda ve kendime söz verdiğim gibi, olması gerekene yoğunlaşacağım. Korkunç binaların ve ümmet bilincine mal edilemeyecek her türlü yapının ve dilin Kabe’yle hasbihalimi gölgelemesine izin vermeyeceğim.
Hayatı ilk algılamaya başladığım dönemlerden itibaren zihin dünyamı şekillendiren beldeye bu kadar gecikerek mi gelecektim? Hiç değilse daha fazla gecikmedim ve çok şükür, nihayet kısmet oldu. İki ülke arasında gidip gelerek geçen yıllarımın ertelemeleri daha ne kadar sürecekti… Baharı başka türlü karşılayamazdım. İşte, Mekke’deyim. Her şeyi göze alarak geldim, Kabe fotoğraflarının sebep olduğu önyargılara teslim etmedim zihnimi.
Asıl olan diğerlerini silik gösterecek, bunu hayal ediyordum. Kabe etrafındaki binalar hepimizin kusuru. Yaşadığımız evler ve şehirler konusunda gösterdiğimiz titizliği onun için göstermenin bir yolunu bulamaz mıydık? Kaldı ki yaşadığımız şehirlerdeki yapılaşma konusunda da işleri oluruna bıraktığımız bir gerçek.
Umre süresinde haberlerden soyutlandım ister istemez. Zaman zaman Halep yangınını konuştuk yol arkadaşlarımızla. Dualarımız mazlumlar üzerineydi. Tavaflarımız uzadı. Uğultulu bir sükunet içindeydik. Ara vermiştik. Belki de yeni başlıyorduk. Yeni bir başlangıç üzerine düşünmek üzere Hacer’ül Esved’i selamlıyor, İbrahim’in yıldızlarla söyleşisini hatırlıyor, Hacer’in iki tepe arasındaki koşarken sergilediği cehde hayran oluyor, İsmail’in teslimiyetindeki imana imreniyoruz.
İşte buralarda dedesinin ve Mekke büyüklerinin sohbetleri eşliğinde oyunlar oynayarak öğrenen bir çocuk değil miydi Muhammed (sav)? Başka türlü yetişti, yaşadı; seçilmişti. Bunu kitaplardan okuduk, ilim adamlarından dinledik. Aylar yıllar geçerken bilgi ve beklenti birikimi de çoğalıyor. Sürekli hazırlık, sürekli bir umudu beslemek… Herkes bir bakıma bu kutlu diyarın zengin anlamlarından birini öne çıkararak ulaştı Mekke’ye. Daha önce gelip görmüş gibi özledik, hayal ettik, selamlar gönderdik.
İşte buradayım, kitaplarda anlatılsa bile yeterince kavrayamadığım anlamı mekanda yakalayabileceğimi umuyorum.
Çeşitli bozulmalara rağmen saflığını koruyanın hepimize söyleyeceği sözler var. Tavafa katılan sonraları onu özlermiş. Bunu duyardım, şimdi anlıyorum. Orada kendinize karşı şeffaf, insanlara karşı şefkatli oluyorsunuz. Sevdiğiniz insanların ismi kendiliğinden dualarınıza karışıyor, dua halkası genişlerken Adem ile Havva’ya kadar uzanıyor. İnsanlığın tarihine dair bildikleriniz şavtlar boyunca gözlerinizin önünden geçiyor. Cinsiyet, ırk, köken, sınıf, iktidar gerilimleri yok.
Kadınlar, toplumsal cinsiyete ilişkin yargı ve denetimlerin uzağında, Allah’ın huzurunda bulunmanın güvenini sergiliyorlar. İhramlı erkekler, bütün yaşanmışlıkların yorgunluğu veya yaşanmamışlıkların burukluğunun ardından Yaradan’a kendini bırakmanın esenliğini duyuruyorlar. Hızlı akış içinde sürekliliğini koruyan şey, Kabe’nin cazibesi. Yakınlaşmanın sonu yok, dokunan yine denemek istiyor. Yaşı seksene yaklaşan diyaliz hastası bir hanım var aramızda, her şeyi göze alarak geldiğini söylüyor ve tekerlekli sandalyesiyle yedi şavtı tamamlıyor.
Hepimiz kaybettiğimiz en yakın varlığımızın peşindeymişiz gibi her akşam oraya çekiliyoruz, her sabah, her gece. Uğultunun içinde kaybolan cümlelerimizle birlikte Rahman ve Rahim olanın rızasına nail olmayı umuyoruz. Birbirine zulmedenlerden olmamak, dileğimiz. Çoğu kez kelimelere ihtiyaç duymadan bir tebessümle anlaşıyoruz. Nihayet geldik, işte buradayız ve keşke daha önce gelebilseymişiz! Keşke herkese nasip olsa, keşke şartlar daha farklı olabilse!
Ben Hacc ayetlerini ne kadar doğru anlamış, İsmail’i ne kadar layıkıyla tanımış, ne ölçüde Kur’an’a ve sünnete uygun yaşamışım? Kafirun Suresini, İhlas Suresi’ni ne kadar doğru okumuşum peki… Put şimdi nasıl tarif edilmeli, putlar şimdi nerede, Peygamberimizin bizleri kurtardığı putlar, namazımıza orucumuza rağmen hangi kisvelerle varlığımızı kuşatmış…
Hayat bizi daha fazla kırılıp dökülmeyelim diye bizleri kabuk bağlamaya zorluyor. Kabuk, yine kabuk, bir kabuk daha... Ağırlaşıyor, tebessümümüzü yitiriyoruz. Oysa halis düşünce için bile ihtiyacımız olan şey nasır bağlamamış bir yürek. Huzurlu uğultu içinde ne çok cümle var! Birçokları için bu belki ikinci, belki onuncu umre. İlk kez gelenler hayalleriyle hesaplaşıyor. Herkesin gönlünde kurduğu Kabe’nin yapı taşları, kendi ömrünün ukde ve ahlarının, tevbe ve pişmanlıklarının, umut ve özlemlerinin tecessümü aynı zamanda.
Benim Kabem’de hem çocukluğumu çevreleyen duvar halılarının desenleri var, hem hasreti ses tonuna yansımış anneannemin hasreti. Hem menkıbelerin tarifleri var, hem Hamidullah’ın tasvirleri. Hem Şeriati’nin çarpıcı metaforlarının konfor bozan soruları var, hem Malcolm X’in tecrübesinin ferahlığı.
Umreye ve hacca giden döndüğünde, “anlatılmaz bir tecrübe, yaşanmalı,” der hep. Şimdi bir de medya imajlarının belirleyiciliği bir önyargı oluşturuyor. Ne de olsa Zemzem Tower’lı fotoğraflardan geçilmiyor medya. Ancak her şeye rağmen bir hayal, bilgi, umut birikimi, ilk bakışı kırıyor veya sarsıyor. İlk bakış sanıldığından daha hayran veya kırık olabilir. Kulelerin arasında sıkıştığı halde elinden alınamaz sadeliğiyle Kabe, önyargılarınızı çözüyor ve dönüştürüyor.
Towers’ların tepesinden seyrine durulma ayrıcalığıyla mesajı çarpıtılmak istenen Mescidi Haram vinçler, borular, çelik halatlar arasında kalmış, oysa bildirisini yaymayı sürdürmek zorunda; bu nedenle de dayanıklı olmalı. Dünyanın dört bir tarafından gelen Müslümanlar bir vücut gibi olduğu halde birbirine dokunmamaya özen göstererek kalabalık içinde akıyor, gruplar halinde ilerleyerek dalgalandırıyor tavafı. Güneydoğu Asya ülkelerinden gelen grupların rengârenk ahengi ile serbest grupların düzensizliği birbirini dengeliyor sanki…
Hepimiz kaybettiğimiz bir sevgilinin peşindeymişiz gibi oraya çekiliyoruz her sabah, her öğle, her gece. Birlikte yaralara şifa olacak ilk kelimeyi arıyoruz, ilk sözü, ilk sebebi.
Kendime söz vermiştim gelirken, önyargılarımın ve ömür boyu biriktirdiğim eleştirinin Kabe’ye ve Mescidi Nebevi’ye bakışımı etkilemesine izin vermeyecektim. Medine günlerinde Mescidi Nebevi secdeleri ve ardından Arafat, hâlâ yaşıyor olan üzerine düşünmeye sevk etmişti. Mekke’de Kabe elimden tuttu ve asla değişmeyen gerçeği hatırlattı: Kardeşliğin halkalarını genişletip sağlamlaştırma, dolayısıyla tebliğ gibi bir sorumluluğumuz var. Kardeşlik, çıkar gözetmezliktir, bunu bilirdim.
Ümmet oradaydı. Kardeş olmanın sükunetini hissediyorduk, huzurlu uğultuya dualarımızla katılırken.
İşte buradayım, diyordum; nihayet geldim. Erteleme sebepleri hep vardı. En ideal şartları yakalamaya çalışıyor insan, ama bir şart oluşurken garantide sayılan bir diğeri yok oluyor. İnsan aslında yaratılma şerefine layık olmak için de erteliyor, ama bunun da sonu yok.
Eğer gitmezsem, başka bir yere de gidemeyeceğim artık, dedim ve takvime baktım. İşte buradayım ve şaşırıyorum kendime, bu kadar geciktiğim için. Şimdi buradayım ve biliyorum, nerede olursam olayım bundan böyle bir yanımla hep tavafta, sa’yda olacak aklım, fikrim, adımlarım.
Cihan Aktaş, 14.05.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Perspektif Yazıları,
Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır. Seçkin Deniz, 09.05.2015
Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni: