"Çünkü derdimi anlatmak için bu yazının içerilerinden geçirmeye çalıştığım ipliğin nereleri birbirine gizliden tutturmayı amaçladığını bilmenizi istiyorum."
Kim bilmez. Doğru dikkat, sadece acı tecrübelerle gelişir. Ve gönülde, buz sarkıtları kadar yavaş büyür.
Dikkatimizin yerini gerçekten değiştiren az sayıdaki büyük travma, biz fark etmeyiz, hayatımızın yönünü de değiştirmiş olur.
***
Bu yazıda, epeydir ertelediğim şu “Aydın Dostoyevski”yi yazmaya çalışacağım. Aziz Dostoyevski’yi.
Bütün kitaplarını, alacaklılarının ödeme kolaylıklarından faydalanmak için yazan, edebiyat alanındaki tek gayrimenkulü galiba sadece “Ecinniler” olan ve fakat buna rağmen kendine özgü o tuhaf, savruk samimiyetten kopmayan Dostoyevski’yi.
Her şeyden önce yurtsuz Dostoyevski’yi.
Hatta şu “yurt” meselesini, “ruhun yurdu” meselesini O’nun üzerinden biraz eşelemek istiyorum.
***
Truffaut’nun ünlü “400 Darbe” filminin final sahnesini bilir misiniz?
Yıllar önce “Meksika Sınırı” programında bu sahneyi bir kaç kez ekranda göstermiştik. İzleyicilerimizle o “bakışı” paylaşmayı ben ısrarla istemiştim.
Hayır kafamda derli toplu bir fikir olduğu için değil; etkisini paylaşarak biraz hafifletmek -veya daha da yoğunlaştırmak- için.
Kendisi de bir yatılı okullu olan Truffaut’yla kendi yatılılığım arasında bir bağ kurmuştum galiba. İnsan böyle işte. Bağlar kurarak sakinleşiyor. Benzerlikler kurarak paylaşıyor yükünü.
Yatılıların hiç değişmeyen iç kavgasıdır aile özlemi. Daha doğrusu “yurt” özlemi. Aile “yurdunun” yerini asla doldurmayan, onu yalnızca acıklı biçimde ima eden yatılı okul “yurdu” bizlerin yarasıdır, evet. O yurdun kampüs sınırları kesinliğe boğulmuştur. Mevzuat maddeleriyle insancıllıktan titizlikle arındırılmış bir yaradan ibarettir yatılı yurt.
Çocukluğumuzda değil büyüdüğümüzde anlarız onu ancak. Kabuğu bıçakla kesilmiş bir gürgen kabuğu, büyüdükçe kesiğini içinde büyütür ve açar, yarayı belirginleştirip yüzeye çıkarır. Öyle olur evet. Yurtsuzluk bizimle birlikte büyür. Yarası yüzümüzdedir, yayvan.
Neyse.
İşte o “yara” olan sahte yurttan kaçan çocuk, o Truffaut sahnesinde -nasıl da doğal, inandırıcıdır! Truffaut’nun kendisidir o çocuk çünkü koşarken. Koşar koşar koşar. Nihayet kaçamayacağı yere kadar gelir dayanır: Denize! Kara biter.
Durur. Etrafa bakınır.
Koşusu, yani hürlüğü ölmek zorundadır: Sahte “Yurt” bile çok gerilerde kalmıştır; varoluşu tamamen avuntusuzdur artık.
Çocuğun kıyıdaki o son başıboş adımları, ölmeden hemen önceki bir kaç amaçsız nefesten başka bir şey değildir. Biter. Sonsuzlukla burun buruna gelmenin ilk, dokunaklı acemiliği ve alnında birikmiş kırışıklıklar: Adımları -nefesleri- yavaşlar, durulur.
Zoraki bir gayretle, hürlüğün -hayatın- bittiği yerde, son bir imkanı hatırlamış gibi yine etrafına, sonra donmuş gözlerle bu defa kameraya -hepimize- … Bakar! Bakakalır.
***
Yo, Truffaut’nun icadı değil bu bakış. Ondan önce bu bakışı sinemaya başka bir “yurtsuzun” Tarkovski üstadımızın hediye ettiğini unutmadım. “İvan’ın Çocukluğu”nu unutmadım. İvan’ın büyük dedesini, Fyodor Dostoyevski’yi de unutmadım. Belki döneriz buraya. Hatta dönelim. Çünkü derdimi anlatmak için bu yazının içerilerinden geçirmeye çalıştığım ipliğin nereleri birbirine gizliden tutturmayı amaçladığını bilmenizi istiyorum.
Neyse. O sahnede yalvarırcasına bakar kameraya çocuk. Kesinlikle umutsuzdur. “Yurtsuzluk”tan kaçılamaz. Yurtsuz olan, tam hürlüğe erişmiştir; ve bu yüzden asla hür olamaz.
Mutlak özgürlüğün varoluşsal ağırlığı, o büyük ezeli soru, kapkaranlık gözlerini dikmiş, onu asla kaldıramayacak olan cılız omuzlarıyla, onun bakışları altında nefeslenmeye çalışan çocuğa bakmaktadır. İnsafsız Truffaut! Biraz bekler bu son sahnede. Bu durum üzerine bizi biraz daha düşündürmek için. Yükün bir kısmını da bizim omuzumuza yıkmak için… Ve biter “400 Darbe”.
Sanki hepimiz için, aynı anda, biter.
***
Dostoyevski’nin hayatını değiştiren anlardan biri diye anlatılır. Malum Paris ziyareti günlerindedir. Caddeleri, meydanları, tarihi yapıları -ve bu arada hiç sevmemesine rağmen, sırf üşümemek için müzeleri de bol bol- dolaşmaktadır.
Bir gün caddede büyük bir kalabalık görür. Kalabalık seyran peşinde, şamatayla bir yöne doğru akmaktadır. Sonra kalabalığın önünde bir idam mahkumunu fark eder. Hiç istememesine rağmen, merakına yenilir ve kendini kalabalığın içinde bulur. İnfazın olacağı yere kadar giderler. Genç mahkumun boynu giyotine uzatılır. Bıçak iner ve kafa yuvarlanır.
Kafa yerde ve cansızdır. Zavallı mahkumun görmeyi artık bırakmış gözleri ardına kadar açık, kıpırtısızdır: Dostoyevski’ye bakmaktadır! (Burası önemli: Ya mahkum bakmaktadır; ya da Dostoyevski öyle düşünmektedir. İkinci ihtimal, yani Dostoyevski’nin o bakışları üstlenmesi, onu edebiyat tarihindeki kendi özel konumuna yerleştirecektir. Nietzsche’nin, ‘Dostoyevski’den bir şeyler öğrendim’ dediği yer işte tam burasıdır).
Dostoyevski’nin zihni…
Ruhu varoluşun büyük sorularıyla zorlanıp bozulmuş, her şeyin anlamını tüketinceye kadar düşünmeye alışmış Dostoyevski’nin zihni, bu gözlere takılı kalır bir süre.
Herkesin seyirlik felaketi bitmiş, neşesi son bulmuştur; ama bir kişi hariç: Meydandaki bir yabancının, uzun Slav sakallarıyla ve İsa’ya benzeyen çökmüş avurtlarıyla tuhaf, hırpani kılıklı bir Rus delikanlısı, akları büyümüş gözlerini kurbanın gözlerine dikmiş bakmaktadır. Herkes şen şamata uzaklaşırken, o tuhaf yabancı kurbanın bakışlarına yakalanmış, oracıkta kıpırtısız kalakalmıştır.
***
Denir ki rüyada göz göze gelemeyiz; gelirsek hemen uyanırız. Çünkü gözlerin içine bakmak, kaldıramayacağımız bir samimiyeti, en derindekini itiraf etmeyi gerektirir.
Buraya kadar yazdıklarım, şimdi şunu da yazmak için beni fazlasıyla zorluyor: Modernleşme hikayemiz (ki Dostoyevski, bizimkine çok benzeyen Rusya’nın modernleşme/batılılaşma serüvenine şiddetle karşı çıkmıştı) bir “bakışlarını kaçırma” hikayesidir aynı zamanda. Gözlerini kurbanın bakışlarından kaçırmanın hikayesi. Bizzat halkın. Kara halkın. Nasırlı ellerin mağdurluğunun hikayesinden kaçmanın…
Hasılı, bir sorumluluktan kaçma hikayesidir.
Bu hikayeden değil fikir ve sanat, doğru dürüst bir gündelik hayat bile kotarılamaz. İmkansızdır bu. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Türk aydınının genellikle çarpıp yere yığıldığı görünmez saydam duvar işte tam buradadır.
O anlamda, Voltaire’in sakatatlarıyla karnını doyurmaya çalışan tuhaf bir ada halkıyız biz. Kadim ve güçlü bir metafizik gelenekten geldiğimiz için de, seküler aydınımız, gündelik metafizik ekmeğini -taştan?- çıkarabilmek için olmadık şeylere yapışıyor ve o şeylerin ima ettiğinin çok ötesinde, üstünde -metafizik- yardım/doyum bekliyor.
Olmuyor ve olamaz. Çünkü bu ruh denkleminin doğal sonucu “aydın”lığa değil karanlığa çıkar. Ferahlık ve muhakeme değil, merhamet ve sevgi de değil; yalnızca şiddet üretir.
***
Dostoyevski’nin en büyük meziyeti, bütün yurtsuzların bakışlarına yakalanmaktan -sorumluluktan- kaçınmamayı ahlak haline getirmiş olmasıydı.
O, seyrettiği dünyada, talihsizin birinin gözleri kameraya yakalanırsa “hikayeden” çıkmıyor; tam tersine o anda giriyordu hikayeye. Bu, sanıldığı gibi doğuştan verilmiş bir şey değil Dostoyevski’ye. Kendi özel, özgün hikayesiyle çok ilgili bir şey bu.
Dekabrist isyanının sonunda, boynu ipteyken, kralın gözlerinin içine bakmış, affedilmişti. İdamı affedilen arkadaşlarından biri ipten indirilirken aklını yitirmişti.
Sonra sürgünde, bu defa ruhen, idam edilmişti.
Bir olay çok ilginçtir. Sibirya’da, “Ölüler Evi”ndedir. Hapishane “kampüsünün”, yurdunun (yurt!) kuzeyine doğru, karların içinde yürümüş, resmî çitlerin bir tepede, karların içinde yürüyüşünü ansızın durduracağını aklına getirmemişti.
İnsan burada, sonradan Umberto Eco’nun kahramanı da olacak olan münzevî Giordano Bruno’nun, merhametten kabarmış yüreği gibi haykırmak ister: “Sancta simplicitas!” Kutlu basitlik! Kendini yakacak ateş için (auto da fé) odun toplayan mahkumun çevik ve becerikli ellerine bakarken hepimizin içinde uyanabilecek söz!
Çitleri “unutmayı”, hayatı affetmeyi, böylece mujiği gerçekten sevmeyi öğrenmişti Dostoyevski.
Görmezden gelmeyi, üstesinden gelemeyeceğinin ayırdına varmaktan aklını korumayı ve böylece “Budala”nın sonsuz imkânlarını keşfetmişti.
Vaazı değişmiştir artık Dostoyevski’nin.
Yazdıklarını alt alta topladığımızda, sanki sadece Alyoşa’dır, Sibirya’dan dönerken. Masumiyet karşısında büyülenmiştir. Sırf merhamettir.
***
İtiraf etmek lazım.
Dünyanın sonundaki çitleri, ruhumuzun uzak sınırlarını çevrelemiş karların içindeki görünmez çitleri sevmeliyiz.
Onları yoklayıp hissedebilen talihsiz, güzel münevverlerimiz, renkli kurdeleler asmalılar o çitlere.
Şarkılar, dilek çaputları, şiirler, bir unutma biçimi de olan ilahiler asmalı…
Selahattin Yusuf, 20.05.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Yolda
Selahattin Yusuf Yazıları
Takip et: @selyusuf
Sonsuz Ark'ın Notu: Selahattin Yusuf Beyefendi'ye, 'tamamen hür, tamamen geniş nefesler alarak' yazdığı yazıları bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz... Seçkin Deniz, 15.04.2016
İlk yayınlandığı yer: Yolda
https://selahattinyusuf.com/2016/03/07/ruhun-yurdu-ve-dostoyevski-2/