28 Mayıs 2016 Cumartesi

SA2961/KY26-CA57: Hacer Koşusu

"Kimseye biçilmiş garantili bir kimlik konforu yok; hayatımız bize bağışlanan bütün ayrıcalıklı sınav sebepleriyle birlikte kendi seçimlerimizin, daha doğrusu elimizle verdiğimiz emeğin, alın terimizin eseri."


Her birimiz bir Hacer koşusu talibi, dolayısıyla Sa’y “hervele”si içinde olmayı umuyor olmalıydık, yöntem ve kavram konusunda yetersizliğimize karşılık. Gücümüzü niyetimizden alıyorduk, ancak söyleme de ihtiyacımız vardı. Bir ayağımız Asr-ı Saadet’te, bir ayağımız şimdiki zamanda yaşarken yakın çevremiz uzağımıza çekiliyordu. Sûni sınırların sebep olduğu yabancılaşmalar yüzünden yeniden ümmet olmanın yolları üzerine düşünüyorduk. Okuyarak kapanırdı bazen mesafeler ve her alanda herkes için adalet talebi, niyetimizi doğrulamaya devam ederdi.

Asr-ı Saadet okumalarında karşımıza çıkan başlıca isimlerden biri, Hacer, yolumuzu aydınlatırdı tecrübesiyle. Köle kılınmış iken sa’yla özneleşen bir kadın; Hz. İbrahim’in eşlerinden biri, İsmail’in annesi.

İrfan ne tahsille elde edilebilir ne parayla. Özgürlüğün de bağışlanan değil kazanılan bir değer olduğu muhakkak. Bir o tepeye tırmanırsın bir bu tepeye, sırtında ve zihninde bulunan ağırlıklarla ve eline bir şey geçmediği hissiyle yeniden başlarsın. Her gayretin göze görünmeyen bir karşılığı olduğunu öğretiyordu bize Hacer’in koşusu. Hayat, insanın içini kavuran bir susuzlukla Safa ile Merve arasında sürdürülen ve iki tepe arasındaki vadiye gelindiğinde hızlanmayı gerektiren bir koşu gibi gelirdi. Hanefi mezhebine göre sünnet olan “Hervele”; buydu. Çok hızlı değil, hayır, en fazla olana göre iki derece daha yavaş, ancak geride kalmaya izin vermeyecek kadar da hızlı bir koşu…

Ne kadar “hervele” hızına uygun yol alsam da, her zaman gerisinde olurdum Hacer’in. İsminin kökeninde hicret vardı onun, suyu aramaya yazgılıydı. Zorluklarla sınandı, nimetlerle ödüllendirildi ve bu zıt hayatlar arasında savrulmadan istikametini korudu. Gerçekleştirdiği Sisifos koşusu değil, başarıyı belirleyen sadece niyet ve çaba; umutsuzluk içinde oturup kalmamak gerekir. Bir açıdan yeryüzüne indirilmiş ilk insanı hatırlatıyor, diğer açıdan ise insanlık kültürünün ayak bağı olan tabuları kırmakla mükellef.

“Ey İbrahim, bizi burada kime bırakıp gidiyorsun?” diye sormuştu. Aynı soruyu iki kez tekrarlamış ve ardından, “Bunu sana Rabbin mi emretti?” diye değiştirmişti, karşılıksız kalan sorusunu. “Evet” diye cevap vermişti İbrahim. “O zaman” demişti, “Rabbin beni zayi etmez.”

Bunu söylerken bir yerde oturup bağışı beklemeyi düşünmedi, kendine acıyıp bir suçlu da aramadı. Bu nedenle tavafta bizimle, sa’yda bize yol gösteriyor.

Çocukluğumuzdan itibaren türlü kanallarla öğrendiğimiz, hayatımızın her alanında bir yerde karşımıza çıkarak bizi bir ümmet kılan sembollerin yanında, içindeyiz burada. Büyük bir sahnede oyun eğlence olan dünya hayatını hem içeriden hem dışarıdan görmeye çalışan bir koşuya çağırıyor, sa’y yürüyüşü. Kelime, manevi bir hicap kumaşı halinde büründüğümüz ihram gibi kuşatıyor benliğimizi. Doğuştan sahip olduğumuz imtiyazlar elimizden alınsaydı, geriye neyimiz kalırdı acaba?

Biz bu dünyaya oturup kalmak için gelmedik ve ancak sa’y içinde olmakla mükellefiz. Kadın-erkek hepimiz, Hacer’in ayak izlerini takip ediyor, onun gittiği istikamette varlığımızı durulayan bir arayış gerçekleştirmeyi umuyoruz. Doğduğumuz çevre ve içinde büyüdüğümüz aile, kendi kurduğumuz aile ve işimiz, okuduğumuz okullar, yaşadığımız ev, şehir ve ülke, özlemlerimiz ve ukdelerimiz, sevgilerimiz ve belki nefretlerimiz, çocuklarımız ve onlarla ilgili endişeler “köle bir kadın”ın tecrübesinin sembolleri üzerinden yeni bir mahiyet kazanıyor.

İşte bu havalide yaşanan ve biz Müslümanlar için hayat felsefemizin esasını teşkil ettiği söylenebilecek olayların başkahramanlarından biri, Hacer. İbrahim’e Firavun’un hediyesiydi. Sara ile kıyaslanamayacak esmer,” kara kura, köle” olarak tasvir edilen bir kadın; ezberimizdeki sayısız masalın tekinsiz kişisi yani… Tavaf sırasında Hicri İsmail’in yanından geçiyor ve sanki ilk kez düşünüyoruz üzerine: Döneminin aristokratları tarafından değersiz sayılan “kara derili bir cariye”ye en güzel nimetlerini bağışladı Allah, evinde yer verdi ona; Şeriati’nin bu çarpıcı tespiti, meselenin özünü gösteriyor. Hacer’in örnekliğine karşılık kölelik yakın tarihlerimize kadar resmi bir uygulama olmayı sürdürdü. (ABD'de siyah çocukların beyaz çocuklarla okula gitmelerini önleyen yasa 1954 yılına kadar yürürlükteydi). Gayr-i resmi köle hayatları, köleleşmeyi tabii gösteren veya köle edinmeye götüren zihniyet ve hayat tarzları üzerine düşünmek için de burada değil miyiz?

Kimseye biçilmiş garantili bir kimlik konforu yok; hayatımız bize bağışlanan bütün ayrıcalıklı sınav sebepleriyle birlikte kendi seçimlerimizin, daha doğrusu elimizle verdiğimiz emeğin, alın terimizin eseri.

Katlanılması zor hayatlardan gelmiş, mesela savaş görmüş bir mülteci olabiliriz. Terk edilmeyi, ihaneti, hastalıkların en ağırını yaşamış, iftiraya uğramış olmamız da mümkün. Hacer’in “sa’y”ını hac ve umre zeminine sınırlamakla kaldığımız takdirde, dersimizi öğrenmiş olmayacağız. Bu dersin ilk satırları, imanın göstergelerini şöyle izah ediyor: Başımıza gelenlerden dolayı kendimize acımaya hakkımız yok. 

Terk edilmenin hüznüne kapılma konforuna sahip değildi Hacer, bebeğine su bulmalıydı. Gelgelelim sesli sessiz dualarla kaplı vadide suyu nerede bulacağına dair en küçük bir işaret yoktu. İbrahim bırakıp gitmişti; bunu yapması buyrulmuştu. “O iki tepe arasındaki çukur yere indiği zaman eteğini toplayarak koşuyordu. Çünkü o noktada çocuğu bıraktığı yer görülmüyordu: Yorgun ve perişan bir halde İsmail (a.s)’ın yanına döndüğünde, orada bir su kaynağının akmakta olduğunu gördü” diye anlatılıyor kaynaklarda.

Sa’y işte böyle bir ders: Defalarca gidip dönersin aynı yolda ve yorgun düştüğün halde ümit etmeyi sürdürebilirsin. En büyük yenilgi, ümitsizliktir çünkü.

Hayat çoğu kez bir tekrarlar halinde ilerler ve bir zaman sonra tekrarların alışkanlığı yüzünden katılaşır algılarımız, bakışımız donuklaşır, geniş açıdan görmekte zorluk çekmeye başlarız. Sanat, açtığı pencereyle sarsarak bizi yeniden ve başka türlü düşünmeye sevk eder. O açıdan bakılacak olursa İslami hayat tarzı muhafazakârlığa değil sanata yakın bir yönteme yakın düşüyor. İslam gibi sanat da (dünya görüşü ve yöntem kaynaşması içinde) sıradanlaşmaya, keyif içinde ömür tüketmeye izin vermez, hayatı yüce bir amacın arayışında yaşamaya çağırır. 

Bugün performans sanatı, kavramsal sanat, yerleştirme sanatı ve diğerleri, şaşırtıcı örnekleriyle sanatın hayattan kopuk imge ve semboller halinde, bir galeride ve çerçevelenmiş olarak çağrısını gerçekleştiremeyeceğini fark ettiriyorlar bize. Gerçek, üzerine düşündüğünüz takdirde gözünüzde ve gönlünüzde hakikat için bir yol açıyor.

İbadetlerimizin sembollerine hiç olmadığım kadar yakınım burada ve kuşkusuz daha yakın olabilirim. İhram içinde koşmaya devam ediyorum. Hayallerimdeki Safa ve Merve yok, iki tepe de cam perdelerin ardında bir kayalık parçasına indirgenmiş. Buna rağmen Hacer’in koşusunun eskisine göre daha yakınım. Elimden geldiğince katıldım, ruhen de her türlü karmaşa ve oyalamacanın ötesinde saflaşan bir yakınlığın içinde yol almaya çalışıyor ve bu hep böyle sürsün istiyorum. Hayatımın geriye kalanında da Hacer koşusunu sürdürme sebepleri yıllar akıp giderken azalmasın, artsın. Kölelik üzerine, cehalet ve kibir, soyluluk ve tahakküm, iyilik ve kötülük üzerine bildiğim ve bazen de hayal etmekte zorlandığım örnek ve tecrübeleri bundan böyle daha berrak ve sorumlu bir bakışla, Hacer koşusu açısından görmeye çalışmalıyım.

Bunu hangi ölçüde başarabilirim, emin değilim hiç. Hz. Hacer güneşin kavurduğu bir vadide bebeğiyle terk edilmişti. Ben buraya güvenilir bir firmaya başvurarak uçakla geldim ve konforlu bir otelde kalıyorum. Ekmek, su arama derdim yok. Mescidi Haram’ın her köşesinde Hacer’in koşusunun eseri olan zemzemden bulup içebilirim. Öyleyse, nasıl yakınlaşabilirim Hacer’e… Bundan böyle, geriye kalan hayatımda yine eski ben olacaksam, yürürken ve koşarken “hervele” endişelerine değmeyecekse düşüncelerim, Hacer’in verdiği derslerden neler öğrenmiş olacağım?

Öyle ya; sa’y’la mükellefiz, anaokulunda öğrendik bu dersi. Bir adım atar, yorgun düşersin, kendini zorlar, sürdürürsün, umut duymaktan vazgeçemezsin: “O” en doğrusunu biliyor.

Ola ki varlığımızı yüceltecek çevrelere kapatıp önemsiyoruz bildirilerimizi, sistemi eleştirirken sistemin değerleriyle kaplanıyor ufkumuz. Tavafta yaşadığımız kayboluş ve hiçlik gözümüzü açıyor sa’y sırasında ve emanet üzerine, ümmet oluş üzerine düşündürüyor. Akıp giden bütünün içinde bir damla, bir noktayız bir taraftan, ama aynı zamanda ümmet olmanın somut anlamına yakınlaştığımızı hissediyoruz. Her cins, renk, köken ve yaştan insan yan yana, Hz. Hacer’in eyleminde bir derde derman olmanın çaresini arıyoruz. Issız çölde terk edilmiş bir annenin seslenişi karışıyor dualarımıza: “Senin eşin ve benzerin yoktur, mülk Senin elinde.”

Orası öyle; keşke Hacer’in koşusu sırasında tırmandığı tepeleri de görebilseydik. İnşaat ve yüzeysellik, şatafat ve nobranlık işgal etmiş sa’y sahnesini. Muhayyileme dönüyorum, öğrendiklerime… Hayatıma dönüyorum, hatalarıma ve umutlarıma. Her adımı olumlu bir tecrübeye dönüştüren kelimelerin peşindeyim. “Doğa içeridedir” demişti ya Cezanne… Bir yüz yıl sonra gelecek Kübik’e yol açan izlenimci resim, İbni Heysem’in (adı önce “Perspectiva” olan) Optik’indeki ışık teorilerini belki de Albert Dürer’in keşfi yoluyla öğrendi. 

Dünyada bir sürü imge ve olgu bazen azalarak bazen çoğalarak, bazen eksilip artarak dolaşmayı sürdürürken hep aynı şeyi söylemeye çalışıyor: Kandığımızı sanmayalım, henüz suyun peşindeyiz; kendimizi ve hiç kimseyi kandırmayalım. Sa’y sahnesinde iman kendini nasıl gösterir, arayış nasıl gerçekleşir, anlamaya açıldık. Yeni baştan okuyabiliriz dünyayı, başka bir bakışla kavranabilirmiş hayat, bunları öğrendik, bilmiyormuşuz gibi yaşayamayız artık.


Cihan Aktaş, 28.05.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Perspektif Yazıları, 




Sonsuz Ark'ın Notu: Cihan Aktaş Hanımefendi'den yazıları için yayın onayı alınmıştır.  Seçkin Deniz, 09.05.2015


Yazının ilk yayınlandığı yer: Dünya Bülteni:

Seçkin Deniz Twitter Akışı