"Bugüne kadar her şeyin iyi gitmesi bundan sonra iyi gideceği anlamına gelmez."
Cumhuriyetin başında kaybeden dindar, mütedeyyin, klasik tabirle muhafazakâr kitlelerin ilk defa iktidara, devlete yürüyüşünün adıdır Ak Parti. Ana işletim çekirdeği milli görüş geleneğinden gelenler ve bu geleneğin belediye başkanlığı referansını arkasına alan karizmatik lideri R.Tayyip Erdoğan ve ta belediye yıllarından beri güzel bir model olarak kadrosuna aldığı sağın değişik kesimlerinden kaliteli ve kalbur üstü insanların eklemlenmesi ve ardından daha önce ANAP ve DYP sıralarında siyaset yapmış olan milli-islami kesimin ekabir takımının da dâhil olması ile ortaya çıkan bir KADRO HAREKETİNİN adı idi Ak Parti.
Bugünden bakıldığında dün beraber yola çıktığı dava arkadaşlarının hepsi gitse, hepsi terk etse veya kapının önüne konsa, harcansa(!) bile; Ak Parti kitlesinin nazarında haklılığı hiç sorgunlanmayan, kitlelerin hep arkasında durduğu bir liderdir R.Tayyip Erdoğan.
Hiç kimse Tayyip Erdoğan’ın, 2001 yılında, yanında Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ali Coşkun, Nevzat Yalçıntaş, Cemil Çiçek gibi muhafazakâr kesimin şimdi dinozor(!) olarak adlandırılan isimleri olmasaydı da aynı başarıyı gösterirdi diyemez.
Siyaset öyle bir şeydir ki; yanında olmasaydı hiçbir yere gelemeyeceğin insanlar; yanından ayrılıklarında hiçbir şey değişmez, hiçbir kaybın olmaz. Önemli olan onların gemiyi ne zaman terk edeceği veya senin yani belirleyici gücün liderliğin bahsi geçen zevatı ne zaman ve hangi yol ayrımında yol arkadaşı olarak değil de safra olarak göreceğine bağlıdır.
Ya da yanında iken hiçbir artı değeri olmayan bir aktörün yanından ayrılması veya ayrılmak zorunda kalması bazı şeyleri hatta çok şeyleri değiştirebilir… Ve bazı şeylerin zamanında yeterince değerlendirilmemesi orta ve uzun vadede yanlışlıklarından oluşan sedimenter birikimin doyum noktasına ulaşmasına yol açabilir. İşte o nokta genellikle iş işten geçtikten sonra anlaşılır.
Ak Parti, öyle bir konjonktürel şartlarda sahne aldı ve mevcut sosyolojiyi en iyi anlayan siyasi yapılanma olarak ve gelecek diye kavramı bile unutan kitlelere yepyeni bir perspektif, iyileştirme ve daha da ileri gitme umudu aşıladı. Ve geldiği nokta itibariyle öyle bir kitle ve sosyoloji oluşturdu ki; altyapısı olsun olmasın başı dik, kendinden emin, kalıbına sığmayan, sadece ülkesi için değil bütün mazlum coğrafyalara umut olmak isteyen, bugün değil yarın(lar) derdinde olan bir inananlar(!) kitlesi bu. Bu boyutuyla mevcut motivasyonun getirdiği devinimle yapılacak veya yapılabilecek çok şey var.
Ama, işin aması var!
Ak Parti'nin bu gidişatta kazandıkları kadar da kaybettikleri var. Kurulduğu gün “Bu bir kadro hareketidir” diye bizzat Tayyip Erdoğan’ın kendisi ilan ettiği halde; bugün en kalburüstü temsilcilerine Ak Parti bir lider hareketidir dedirtmeye başlatılmış ve veya demek zorunda bırakılmışlardır…
İşin en acı tarafı da eskiden bu tarz şeylere direk müdahale eden Erdoğan’ın bu konularda suskun kalmasıdır. En son nüfus planlaması ve doğum kontrolü gibi girmemesi gereken toplara giren, söylememesi gereken şeyleri söyleyerek büyük bölümü kendi kitlesi olan ülkenin % 80 inin İslam algısına yaban bakıp dolaylı olarak rencide etmesine, zımnen müslüman aile olmamakla suçlamasına rağmen; kendi mesajı okunduğunda ayağa kalkılması ve ayakta dinlenilmesine; "Tayyip Erdoğan olarak benim bu hareketin içinde olmam mümkün değildir, tasvip etmiyorum” demedi, diyemedi…
Nasılsa tevilciler buna da “Avrupa’ya karşı bir birlik, beraberlik, Reis’imizin arkasındayız mesajı verildi” diye uygun bir kulp buluverdiler. Hâlbu ki bu olayla Avrupa’ya diktatör algısının pekiştirildiği altın bir fırsat sunuldu. Avrupa’nın diktatör suçlamasının haklılığı veya haksızlığından bağımsız onlara “dalga” metaforlu bir koz daha verildi. “Dalga”nın ne olduğunu da bilenlere havale ediyorum. Bilmeyenler bilenlere anlatsın! Bazen düşünüyorum; “Lider mi kitleyi yönlendirir, kitle mi lideri” diye?
Nerede kalmıştık? Ak Parti gibi sadece ülke siyasetinin değil, Türkiye’nin gerçeği haline gelen hatta mevcut siyasi konjonktürde muhalefet diye bir şey olmadığı için ülkenin sadece gününe değil, geleceğine de damga vurma potansiyeline sahip bir oluşumun, yapılanmanın, hareketin, Partinin bu planlanmış veya yüklenmiş misyona uygun bir mutfağı olması gerekmektedir.
Yarınlara veya siyasi liderliğin ortaya koyduğu 2023 ve 2071 hedeflerine; zuhurata tabii olarak, problemleri önceden görerek değil ama karşımıza peyderpey çıktıklarında onları aşarak ve önümüzdeki maçlara bakalım psikolojisi ile varamazsınız.
Bugüne kadar her şeyin iyi gitmesi bundan sonra iyi gideceği anlamına gelmez.
Bundan tam bir yıl önce şunları söylemişim.
“Deprem çadırından yarınlarda da kalıcı olacak sağlam haneler kurabilme azim ve iradesi belirleyecektir Ak Parti’nin kaderini. Dışa dönük savaşın temposu var olma yok olma (Existenzkampf) ekseninden eşit rekabet eksenine taşındığında -ki bu bütün vesayetlerin ortadan kalkmasına tekabül eder- Ak Parti de normal bir siyasi parti gibi davranmaya ve iç dinamiklerine yönelmeye ve dolayısıyla kendi bünyesinde sadakat-ehliyet skalasını yavaş yavaş ehliyetten, liyakatten yana kaydırmaya başlayacaktır.. Uzaklara fokuslananların veya konsantre olmak zorunda olanların ayaklarının altında olup biteni göremeyeceği gerçeğini unutmamak gerekir.” (31 Mayıs 2015)
Ne dersiniz, bu konuya devam edelim mi?!
Naim Okur, 04.06.2016, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Gündem
Naim Okur Yazıları