"Ne yaparsak yapalım, her insanın bir temmuz güneşi olacak batmasını istediği."
Gözlerim
güneşe doğru döndüğünde düşünüyordum, “Acaba ne zaman batacak?” Yorgunluktan
yürüyemez hâle gelmiştim çünkü. Ellerim tutmuyor, bacaklarım gitmiyordu. Saat
akşamın beşi ve günün batmasına daha çok zaman var… İnşaatta çalışıyordum, zaman
temmuzun ortası; çalışarak bitmeyecek gibi görünen upuzun temmuz bir günü. İnşaat
işçisi olan ben bir deri-bir kemik kalmışım üniversiteyi kazandığım o yaz.
Tabi
geçti o gün ve daha sonraki günler, hatta yıllar; orada, gökte, saat beşte öyle
asılı kalmadı temmuz güneşi, battı, ama o gün zihnimin göklerinde hâlen asılı duruyor,
o günü, o anı hiç unutmadım.
Bugün işi, eşi, evi, arabası ve o yaşta çocukları olan
o delikanlı o gün bunların hiçbirine sahip değildi. İşin doğrusu bugün de sahip
değil, lafın gelişi işte ‘sahip olmak’. Allah’ın binlerce sınavından çıka gele
ulaşılan o çerçevede neler var bahse konu olsun diye ’sahip’ kavramını
kullanmak, emanete emaneten sahip olmak babında bir bakış işte.
Sonraki
çerçeveleri ve o çerçevelerin içerdiklerini sağlayan o inşaat işçiliği
günlerinde elde ettiği sabırdı, dirençti o delikanlının, en doğrusu ona bu gücü
veren Allah. Ama o günler olmasaydı bugünler olmayacaktı.
Bugün
doğanın her noktasında süregiden milyarlarca hayat var ve bu hayatların, ister hayvanlara
ister insanlara, isterse başka varlıklara ait olsun birer hikâyesi var.
Hikâyesiz bir hayatın var olması mümkün değil çünkü. Ama insanın hikâyesi diğer
varlıkların hikâyesine benzemiyor ve her şeye karşılık her insanın hikâyesi
başka insanların hikâyesinden farklı gibi görünse de değil; İnsanın hikâyesi
aynı.
Bizim
çok derin bir yoksulluğumuz vardı ülke olarak, hikâyelerimiz bu yüzden benzerdi
belki, ama şimdiki gençlerin derin bir yoksulluğu olmamasına karşılık, derin
yoksulluğun yokluğu onları hikâyelerinin kahramanı yapıyor. Bu yüzden hikâyesi
değişmiyor insanın; İş, eş, ev, araba, çocuk. Onların da hikâyeleri benzer,
onların da sınanma alanları aynı.
Benim
dikkatimi o delikanlının unutmadığı o temmuz güneşine çeken şey gün geçtikçe
daralan insana dair bir iki söz söylemek içindi. Bugün büyük oğluma, “Hiç dağda
bayırda gezip susadığın oldu mu?” diye sordum, şaşkın bir şekilde bana baktı ve
“Hayır!” dedi. “Ben köyde çok dağ, bayır gezdim ve çok susadım oğlum” dedim.
Onlar
yoksulluğu bilmeden büyüyorlar ve tabi bu onların yoksunluk çekmediği anlamına
gelmiyor. Onların hikâyeleri bizim hikâyelerimiz kadar derinden akmıyor olsa
da, varsıllığın bir üst sınırı olmadığından neye özlem duyduklarını, nasıl
hâyâl kurduklarını da bilemiyoruz ve onları kendi hikâyelerimizle uyarıyoruz ve
bu yüzden başarılı olamıyoruz, çünkü tecrübe lafla aktarılamıyor.
Tecrübelerimiz
onları ilgilendirmiyor, onların hikâyelerinde bizim derin yoksulluğumuzun bize kazandırdığı
azim yok, bizim dualarımıza giren küçük şeyler, onların dua etmeden sahip
oldukları şeyler çünkü, bizim onlara sağladığımız şeyler, “Biz çektik onlar
çekmesin “diyerek kendimizden kısıp onlara ikram ettiğimiz şeyler.
Ve belki
de bu yüzden onların hâyâllerine haksızlık ettiğimizi düşünüyorum, hayatı
onlara kolaylaştırdığımız için. Para kazanmasını bilmiyorlar mesela,
harcamasını çok iyi bildikleri hâlde. Kim bilir belki de bu böyle olması
gerektiği için böyle.
Biz çok
hızlı geliştirdik ülkemizi, dedelerimizden annelerimize ve babalarımıza kalan
ülke çok ağır değiştiği hâlde. Temmuz güneşinde çalışıyor hâlen inşat işçileri,
yarım yamalak yatırılan sigorta primleri var fazladan ve sabah saat sekizde
başlayıp akşam beşte biten mesaileri. Üniversite öğrencilerinin burs-kredi
çıkar veya çıkmaz korkuları yok, ‘Üniversite harcını nasıl yatıracağım’
kaygıları yok kayıt yaparken ve bizim gibi sırtında ucuz bir çanta ile
bilmedikleri bir şehre sabaha karşı inmiyorlar artık.
Bursumu
kesmişti üçüncü sınıfta Demirel; 1991’de Başbakan olmuştu. İki yıl aldığım bursu
veren Özal’dı çünkü. Hiçbir gerekçe, hiçbir sebep beyan etmeden kesilen burs,
bütün hâyâllerimi yeniden darmadağın etmişti ve okulu bırakmayı düşünmüştüm.
Annem, o güzel annem bırakmamış ve elinden geleni yaparak bana destek olmuştu.
Babamsa hâlen 12 Eylül Darbesi’nin sırtına yüklediği borcu ödemekle meşguldü.
Varsıllıktan yoksulluğa inen çizginin baş müsebbibiydi darbe.
Bizim
hâyâllerimizle çocuklarımızın hâyâlleri hiç birbirine benzemiyor, evet; ama
hayatın yükü aynen omuzlarında onların. Bir yıldır kesintisiz YGS-LYS çalışıyor
büyük oğlum; hikâyesi maalesef aynı. Nereyi kazanacak, nereye gidecek, neler
olacak hiç kimse bilmiyor. Çok şey yapmış olsak da henüz çocuklarımıza birer
yarış atı gibi koşturmayacakları bir hayat hazırlayamadık. Kendimizden biraz
daha iyi bir yerde ama aynı yükle yüklü bir hâlde itiyoruz çocuklarımızı hayata.
Düşünüyorum.
Annelerimizin ve babalarımızın duaları kadar güçlü başka dayanacağımız bir güç
yok. Ne yaparsak yapalım, her insanın bir temmuz güneşi olacak batmasını
istediği.
Allah
yardımcısı olsun çocuklarımızın, başka söz gerekli değil artık. Onları
eleştirmemizin de bir mantığı yok, izahı yok. Yükleri zaten ağır, daha fazla
ağırlaştırmayalım bir türlü susmayan dilimizle.
Doğa Toprak, 04.06.2016,
Sonsuz Ark , Kırlangıç Zamanları,