"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm İki
-1-
6 AY ÖNCE
1. Tur seçimler yapılıp bitti. Birilerinin beklediği, birilerinin beklemediği sonuçlar oluştu. Sanki başka türlüsü olabilirmiş gibi. Yazılıp çizilmeyen, söylenmeyen bir şey kalmadı. Şimdi bekleme dönemi. 2. Tur seçimlerin sonucu da üç aşağı beş yukarı belli. Yine de Nizariler ve geçmişe sıkı sıkıya sarılmış muhalifler oldukça ateşli. Arada sırada ilginçlikler olsa da bekleme evresindeyiz. Ve bekleme evreleri hep canımı sıkmıştır.
Sıkıntım bu yüzden de değildi. Kaynaklarım kurudu. Hem de ne kuruma. Umur Tılsım öldürüldü. Artık ne ondan ne onun yönlendirdiği kişilerden her hangi bir bilgi alamayacaktım. Sahih dünyadan kaynaklarım kuruduğu gibi rüyalarımdan da artık bir hayır yoktu. Ki rüyalarım zaman zaman bana bir şeyler söylerdi ve ben bir şeyler yakalardım ve fakat artık ne düş aleminden yeni bir şeyler yakalayabiliyorum ne gizli tanıklar bir şeyler fısıldıyor. Kös kös oturmak da hiç hoş değil. Hani utanmasam ayakkabımı fırlatıp gidip alacağım o denli.
Derken uzun, çok uzun zaman önce bir sünnet düğününde tanıştığım birinden bir telefon geldi. Şendilya’lı kaynağımdı arayan. O vakit kendisini istihbaratçı diye tanıtmıştı ve ben pek inanmamıştım. Hala da inanmış değilim. Üstüne üstlük başkent Şendilya’da olup bitenler beni pek ilgilendirmiyor.
Şendilya sevdiğim bir yer aslında. Tabiat olarak harika. Keşke başkent olmasa imiş. Siyasal yaşamın tüm ağırlığı kenti boğuyor gibi sanki. Ve benim ilgimi siyasi yaşam hiç ama hiç çekmiyor. Benim ilgimi çekmese de Patron'un özel ilgisi var. O yüzden arada bir Şendilya ile ilgili bir takım yazılar yazıyorum. İpe sapa gelmez şeyler de olsa patronun hoşuna gidiyor. Ve yazı işleri müdürünün itirazına rağmen yayınlanıyor. Tuhaf! Hem de çok tuhaf.. tuhaflığı müthiş tutulması. Yani Şendilya ile ilgili haber, yazı olduğunda gazetenin tirajı neredeyse üç dört katına çıkıyor. Patronun ilgisini buna yorsam da.. başka şeyler var gibime geliyor.
Neyse lafı uzatmayalım, kendisinin istihbarat ağında çok önemli yeri olduğunu söyleyen Bigâne Söylemez –adı bile tuhaf- sıkıntıdan patlamak üzereyken beni kurtardı. Çok acil görüşmemiz gerektiğinin altını çizdi. Telefon görüşmesinden birkaç dakika geçmemişti ki, iç hattan telefonum çaldı. Bu kere arayan patronumdu. Hiç vakit geçirmeden başkente gitmemi ve Bigâne ile görüşmemi emirle karışık rica etti. Dünden hevesliydim. Fakat bu hevesimi gizlemeye karar verdim. Hem patronum hem arkadaşım olan Ramiz heveslerimi öldürmekten tuhaf bir zevk alır.
Ciddi bir edayla, “İşim başımdan aşkın! İpe sapa gelmez şeyler için masrafa ne gerek?” dedim. Hiç beklemediğim bir ses tonuyla “Para senin cebinden çıkmıyor ya?” dedi,küt kapattı telefonu Ramiz.
Donup kaldım. Telefon açıp ağzıma geleni söylemeyi düşündüm bir an. Sonra da istifa dilekçesi yazmayı.. iyi de nereye gidecektim? Ne yapacaktım? Kim benim nazımı Ramiz kadar çekebilirdi?
Bigâneyi aradım. “Geleceğim. Nerede buluşacağız?” dedim.
Bigâne soğuk bir sesle,“ Birazdan mesaj atarım!” dedi telefon kapandı. İki üç dakika sonra telefona iki mesaj geldi. Biri Tayyar Hava Yolu şirketine ait Şendilya’ya öğleden sonra saat 3’te ST08542 pnr no bilet, diğeri de buluşacağımız yerin adresi. İkinci mesaja not olarak şu da düşülmüştü; “Bu mesajı okur okumaz sil.” Komedi. İnadına silmedim. Ve fakat hemen gazeteden çıktım hazırlıklarımı yaptım ve bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra sözleştiğimiz yerde Bigâne ile buluştum.
Bigâne Söylemez kafenin en arkasında arka kapıya yakın masada paravanla bölünmüş bölümde oturuyordu. Önünde kalın bir zarf vardı. A4 kâğıdı büyüklüğünde bir zarf. Oldukça kalın. Yüzüne baktım. Epey ürkmüş bir hali vardı. Gergin olduğu her halinden belliydi. Hem ayaklarını oynatıyordu hem sağ eliyle masaya ritim tutturmuştu. Oturdum.
Cebinden bir not defteri çıkardı, bir şeyler karaladı. Bana uzattı. Notta, “Telefonunun pilini çıkart. Çantanı emanete götür bırak. Kalemin varsa onu da tuvalete at gel! Ve bunları yapmadan hiçbir şey sorma! Okuduktan sonra kâğıdı bana ver!” yazıyordu. Kâğıdı geri ona verdim. Aldı, ağzına atıp bir güzel yedi. Şaşkın şaşkın ona bakıyordum. Eliyle işaret etti, yazdıklarını yapayım diye. Kalktım.
İstemeyerek de olsa dediklerini yapıp geri geldim oturdum. Neyse ki kalemim yoktu. Garsonun servisini de savuşturduktan sonra kısık bir sesle –ben de onun oluşturduğu gizeme ayak uyduruyordum ister istemez- “Hayırdır dostum?” dedim. Bigâne kireç kesilmiş bir yüz ve büyümüş gözlerle bir süre süzdü beni. Sonra önündeki zarfı işaret edip, “Korkunç şeyler.. hepsi bu zarfın içinde! Sadece sana ve patronun Ramiz’e güvenebilirdim! Rahmetli Umur Bey sadece sizlere güvenmemi sıkı sıkıya tembihledi!” diye cevapladı.
“Allah Rahmet etsin iyi insandı Umur Bey, bize de çok güvenirdi. Sahi neyle ilgili? Hükümet ile mi yoksa seçimlerle mi? Yoksa..”
Bigâne Söylemez, “Tüm dünya ile ilgili.. müdahale edilmez ise her şey tepe takla olacak..” dedi.
Gülmemek için kendi kendimi zor tutuyordum. "Nasıl gülünmez; varlığını benden başka kimsenin bilmediği veya birkaç kişinin bildiği bir adamın omuzlarında dünya toplumlarının kaderi olacak ve siz buna gülmeyeceksiniz. Her kafadan çatlak beni bulmak zorunda mı?" diye sorular soruyordum kendi kendime.
“Kim ne yapıyor? Ya da kim ne yapacak?” diye sordum ciddiymiş gibi.
“Devletlerin de satranç oynadığını bilir misin? Ya da inanır mısın?” gözlerimin içine bakıyordu. Bir cevap beklediği aşikârdı.
Boğazımı temizler gibi yapıp, “Valla aslında komplo teorilerine aklım pek ermez. Evet devletler de varlıklarını sürdürmek için bir takım eylemlerde bulunurlar. Bu eylemleri satranç oyunu olarak değerlendirmek de bir sakınca olmaz. Evet, olur.. ama toplumlar satranç tahtasındaki figürlerden çok farklı davranırlar. Yani siz bir eylem yaparsınız, diyelim karşı tarafın hamlesine vezirinizi feda ederek cevap verirsiniz ve fakat toplum farklı bir refleks gösterip bambaşka bir figürü ortaya sürer hem sizin hem de rakibinizin hamlesini boşa çıkarır. Ama komplo teorisyenleri bunu da oyunun içinde öngörülen bir şey olarak okur. Diyelim Gandi.”
“Baba” diye söze karıştı Ferhat, utanıyor gibiydi de “Baba Gandi dediğinin farkındasındır değil mi? Hani Şeniya, hani muattar-ı yolu yulaf galaksisi.. şimdi Hindistan, Gandi”
Sacit olanca saflığı ve masumluğuyla Ay Dede'nin yerine yanıtladı:
“Baba hakket mi diyorsun? Hekâtı dinlemiyor musun? Dünyanın aynısı, Şeniya dünyanın aynadaki yansıması olunca niye orada Hindistan, İngiltere olmasın? Niye Şeniya’da bir Gandi bulunmasın?”
Ay Dede gülerek, “Umarım aldığın cevaba itirazın yoktur Ferhat bey? Bilmem bu açıklama karşısında bize, hem ravinin hem de dinleyicinin vaktini sorumsuzca aldığını göz önünde bulundurarak özür borcun olduğuna hükmedip sözel bir özürle yetinmemen gerektiğinin bilincine varmışsındır?” dedi.
“Artık cezamız neyse...” dedi Ferhat gücenmiş bir edayla ve gülerek, “Öderiz, ben mert bir babanın, başı hep dik bir ananın oğluyum.. bedel neyse ödenir?”
Eşi Seher kocasının elini eline aldı. Şefkatle sıktı ve “Kocam aynen öyledir!” dedi.
“O zaman dondurmalar Ferhat Bey'den!” diye belirtti düşüncesini Semra. Ay Dede hafif başını eğdi “Olur!” dedi ve devam etti hekâtı anlatmaya...
“Komplo teorisyenleri biraz daha zorlasa Gandi’nin ortaya çıkması için İngiltere’nin bilerek Hindistan’ı işgal ettiğini bile söylerler. Oysa İngiltere güç alanını genişletmek için Hindistan’ı işgal etmişti ve toplum da Gandi’yi çıkarmıştı. Çünkü toplumlar da var olma güdüsü taşır ve bu varoluş mücadelesi kontrol edilebilir bir şey değildir. Diye değerlendiriyorum.”
Bigâne Söylemez bir süre şaşkın şaşkın baktı bana. Şaşırmış gibiydi. Benden böyle sözler duyacağına inanmaz gibiydi. Beni bu adama kim nasıl tanıtmıştı ki? Bu tuhaf adamı böylesine tepkiye sürüklüyordu sanırım Umur Tılsım olamaz. Başını sallayarak “Yazık.. Demek Gandi’nin dünyaya bir İngiliz projesi olduğunu kabul etmiyorsun?”
Kendimi tutamayacak durumdayım, yanağımı içeriden kopardım, koparacağım yine de sanki birileri duymasın içinmiş gibi fısıltılı bir tonla,“Yani İngiliz projesi mi?” diye sordum.
Bigâne Söylemez şaşırmış gibiydi. Bir süre öylece baktı. Şaşkınlığını üzerinden atıp sürdürdü konuşmasını:
“Neyse.. bunu başka zaman tartışır, sana tüm somut belgeleriyle bunun bir İngiliz projesi olduğunu kanıtlarım.(Etrafına bakındı, başını eğip) Biz bugüne gelelim. Oyun büyük. Gazetenizdeki seçim analizlerinin güdüklüğü beni buraya getirdi. Seçim sonucu tamamen manipülatif bir sonuç. Ama konumuz bu değil. Konu Salih’ül Emre’nin örgütü ve onun adım adım gerçekleştirdiği, gerçekleştireceği eylem planı. Ülkemiz Şakamonya parçalanacak. Ve birçok müttefik ülke de buna yardımcı olunacak bir pozisyona sokulmak üzere. Bunun planları da bugün yapılmış değil. Sebastian Bach’ı tanıyorsundur.. Duymuşsundur."
Gülerek “Tanıyorum, şu besteci..” diye cevapladım.
Bu cevap arkadaşımı adeta yıktı. Öyle bir baktı ki, donup kalmadım, desem yalan olur. Acı bir gülümseme tüm çehresini kapladı. Camdan dışarı baktı. Bir süre hiç konuşmadık.
Bigâne Söylemez başını salladı birkaç kere. Yutkundu. Ne söyleyeceğine karar veremiyor gibiydi. Sonra birden gözleri parladı “Seni bana yanlış tanıtmışlar diyeceğim.. Ama düşününce.. yok, daha bir takdir ettim. Tedbirlisin. Yine de rahat olmalısın, çünkü burada güvendeyiz. Konuşmalarımız buradan dışarı çıkmaz, bana inan. Değil ki cezve, midasınkulakları dahi duyamaz. Şu ünlü istihbarat şefinden söz ediyorum. Tüm detaylar bu zarfta. Sana vereceğim. Ama şifahi söylemem gereken şeyler var. Sebastian halefinin yeşil kuşak, sakın karatede seviye kuşağı sanma –burada yapmacık hafif bir kahkaha atıp devam etti- projesini uygulamaya koydu. Yeşil Kuşak projesini biliyorsundur!”
“Öyle bir söylentiden haberim var!”
“Ne söylentisi Servet Bey? Ben tanığım ya. Canlı tanık hem de. Bundan tam otuz yıl önce.. O projede yer aldım. Tabi görevli olarak. Projeye Şakamonya’dan üç önemli kişi dâhil edildi. Biri de şuan penisilinya’da yaşayan hüngür hüngür ağlayan müstafi vaiz. Yeşil kuşakla Ortadoğu’da ifritlere meydan okuyacak akımların –hem düşünsel hem de fiili- önü kesilecek, uydu yönetimlerle toplumların tüketim köleliği devam ettirilecekti. Ki, kısmen başarıldı.”
“Diyelim ki öyle.. geçmişte bir proje hazırlanmış bugün fiili olarak uygulamaya çalışılıyor, bizi ilgilendiren boyutuna gelsen.”
“Onu söyledim. Şakamonya üzerinde gerçekleştirilmek istenen plan için sizin gazetenizin de elverişli kılınması gerek. Sizin gazete bizim için son kale. Umur Bey böyle demişti. O demişse dediği şey öyledir.”
Yüzüme baktı. Bir süre bakıştık.
“Sakın bunu bir övgü olarak görme. Evet, sizin gazete bizim için son kale. Eğer bu güne kadar hüngürdek müstafi vaiz başarılı olamadıysa sizin gazete sayesinde oldu. İşte bunun için şimdi sizin gazeteye yoğun bir saldırı var. Püskürtülen onca saldırıya karşın adamlar vazgeçmedi. Ve sanırım meyvesi alınmak üzere. Evet, iki gün önce penisilinya’da bir toplantı yapıldı. Sebastian Bach ve hüngür hüngür ağlayan müstafi vaiz Salih’ül Emre de bu toplantıda hazırdı. Toplantıda sizin gazetenizden üst kademede iki temsilci vardı.”
Bizim gazeteden iki temsilci, hem de üst kademe. Düpedüz sallıyordu adam. Patronumuz ve tüm çalışanları yeni Şakamonya için yola çıkmış idealistlerdik. Ve her hangi bir projenin ürünü olmadığımızı çok iyi biliyordum. Hani kendimden kuşkulanırdım da başkasından asla. Hele patronumdan. Patronumla birlikte büyüdük. Aynı mahallenin çocuklarıydık. Aynı sıralarda okuduk. Üniversitede bile ayrılmadık. Ve ideallerimiz de en küçücük bir sapma olmamıştı. Olmadı. Ne yediğimiz dayaklar, ne kısa dönemli hapse girişler, yokluklar bizi ideallerimizden koparamamıştı.
Patronum Ramiz Turan aileden zengindi. Hem de öyle az buz bir zenginlik değil ve bu zenginliği ideallerimiz uğrunda kuşa çevirdi. Bunun birebir tanığıyım. Üst kademe temsilcileri dedikleri kimlerdi bu adamın? Ben sadece sıradan muhabirlik yapan ve bunun yanında arada bir köşe yazıları yazan biriyim. Ve üst kademede kimler var, doğrusu bilmiyorum. Yönetim işlerinden hazzetmem. Kim kimdir ilgilenmem de. Yönetim de benimle ilgilenmez. Ramiz’den başkasından emir almam. Emir de sayılmaz ya. Tabi bugünkü olay başka. Buraya gelmem bu kere neredeyse tamamen bir emir sonucu.
İşe gizem katmak için ciddi bir tavırla,“Bilinen birileri mi? Tanınmış yoksa perde arkasında birileri mi?” diye sordum.
Bigâne Söylemez hiç duraksamadan yanıtladı:
“Onların iki yüzü var. Evet, hem perde önündeler hem perde gerisinde. En çok da perde gerisinde. Bütün manipülasyonlar da onların parmağı var. Ve fakat kimse onlardan bilmiyor.”
Bizim gazete neymiş ya? Muhalif kesime göre iktidarın borazanı olan gazetemiz her türlü manipülasyon yapıyor, dünyayı sarsıyor.. iyi gırgır valla. Yine aynı ciddiyetle sordum:
“İsim.. bana isim verebilir misin?”
“Hepsi bu zarfta.. toplantı tutanaklarından tut katılanların kimliklerine varıncaya kadar. Ne karar alındı, nasıl uygulamaya sokulacak.. hepsi.” sesini daha da alçaltarak cevaplamıştı sorumu Bigâne.
“Bana vereceksin?!” diye alayla sordum.
“Elbette.. yalnız çok dikkatli olmalısın. Hem de çok dikkatli olmalısın. Işıkla temas ettirme. Bir mum ışığı ya da gaz lambası ışığında, şömine de olur, bakmalısın. Yoksa yazılar uçar. Doğal ısıyla etkileşim dışında bir şey yaptığında boş kâğıtlarla kalakalırsın..”
“Kopyası falan yok mu?”
“Yok!”
Konuyu değiştirmek bir de kendisinin gerçekten istihbarat üst biriminde olup olmadığını test etmek için, “Bu goleysteam1 hakkında ne biliyorsun?” diye sordum.
Bigâne Söylemez sağ gözünü kırptı. Dudaklarını yaladı. Kahvesinden bir yudum alıp, “Zurnanın zırt deliği.. bizim muhbirlerden biri.. sağa sola sataşarak prim yapmaya çalışıyor zevzek. Aklınca cezvenin gözüne girecek, oradan da hüngür hüngür ağlayan müstafi vaizin yanında bir yerler edinecek. Ha birçok mahalle yöneticisinin –ki onlara kendi aralarında il hamisi derler- odalığını yapıyordu düne kadar.. hâlâ da öyle olmalı.”
Şaşkındım. “Odalık mı? Bayan mı?” diyebildim.
“Öyle bir şart mı var? Nicelerinin erkek odalıkları var ki, yüz bayana değişmezsin.”
“Eee.. nihayetinde tercih meselesi elbet..”
Neler söylüyordu bu adam?
“Çok parlak biridir.. teni adeta ipek.. kendini harcadı.. ben ona üst yöneticilere takıl dedim, o altlarda kaldı.. istese il hamilerinden birinin odalığı olabilirdi rahatlıkla ama geveze.. sanırım gevezeliğinden kaybetti.”
“Bu örgüt hakkında epey şey biliyor olmalısın.. mesleki bilgi mi?”
“Ben teşkilatın istihbarat sorumlusuyum. Halen de öyle.”
Evlere şenlik bir itiraf. Adam istihbarat sorumlusu. Hem de teşkilatın istihbarat sorumlusu. Hem de devletin istihbarat biriminde çalışıyor. Ve tutup bunu benim gibi sıradan birine hemencecik itiraf ediyor. Yok, hani bu dünyada bir ağırlığım olsa diyeceğim bu yüzden. Lan dangalak ben senin bu sözlerini gazetemde yazsam –ki Ramiz bile bu kere karşı çıkar- kim inanır? Anlı şanlı gazetelere gitsen ya.. renk vermeden gırgırına sordum:
“Deme ya.. müthiş bir şey.. peki, sizin bu teşkilatta erkek odalık epey var mıdır?”
“Etrafta onca parlak ne iş yapıyor sence?”
“Günahları boynuna!”
Adam ayağa kalktı. Arka kapıdan çıkarken dönüp bir daha baktı bana ve “Zarfa dikkat et! Tabutun çivisini çakamazsak da tabutun kapağını kapatabiliriz.. unutma.” dedi.
Bigâne Söylemez aceleyle çıktı kafeden. Gözlerim zarfa dikili bir süre durdum. İçimde kendimle kavgaya tutuşmuştum. Bir yanım aç diyordu, öteki yanım "Sakın ha!” diyordu “Sakın zarfı ulu orta yerde açma!”
Sözleri kulaklarımda yankılansa da.. dayanamadım açtım zarfı. Bomboş a4 kâğıtları. Yüz küsur sayfa boş a4 kâğıdı. Yine canım sıkıldı. Kâğıtları zarfa koyup kafeden dışarı çıktım.. hafif bir rüzgâr vardı. Kiralık arabamı park ettiğim yere doğru yürümeye başladım. Şiddetli bir rüzgâr ile lalettayin tuttuğum zarf elimden fırladı. Hızla yanımdan geçen bir otomobilin sağ ön tekerine yapışıp gitti.
Bakakalmıştım. Allah'tan Bigâne oralarda değildi. Kuşkusuz bunun da planlı programlı bir şey olduğunu söylerdi. Aslında merak etmiyor da değildim hani. Bomboş zarflar.. gaz lambası.. kimbilir.. belki Poe’nun “Altın Böcek” öyküsündeki boş parşömen sayfasından esinlenmiş bir hayal ürünüydü.. belki de!
"“Sakın Poe mu?” diye bir soru sormayın ha!” dedi Ay Dede sağ elinin şehadet parmağını sallayarak “Sakın ha!” bu kere hep beraber gülüyorlardı.
Cemal Çalık, 13.06.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman